12 Mart 2009

Doğu - Batı Arasında Kanadı Kırık Aliya

Üsküp Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Jakim Sinadinovski, “Makedonyalı Müslümanların Dünü ve Bugünü” adlı kitabında, “İslâm’a girmiş Makedonyalılar” tezine karşı çıkar. Buna göre, Makedonya’daki Müslümanlar mânidar bir şekilde dinî faktörün etkisi altında ortaya çıkmış ayrı bir etnik grupturlar. Müslümanlar, -bu gruba ayrı bir kimlik kazandıran lisanî anlatım, giyim, ananevî/ahlâkî normlar, mesken ve yemek kültürü ve hatta iktisadî hayat tarzı bakımlarından Makedonyalılardan farklılık arz ederler. Kitap, Üsküp’te, 1988 başlarında yayınlandı.
(İlginç, değil mi? Meselâ müslüman olmuş bir Alman, “müslüman olmuş bir Alman” mıdır sadece? Kendisine ayrı bir kimlik kazandıran yeni jargon/diyalekt/üslûp, yeni giyim, yeni ananevî/ahlâkî normlar, yeni mesken ve yeni yemek kültürü ve yeni iktisadî hayat tarzı bakımlarından Alman mıdır hatta artık? Veya Kemalistleşmiş bir Türk, “Kemalist olmuş bir Türk” müdür sadece? Kendisine ayrı bir kimlik kazandıran yeni jargon/diyalekt/üslûp, yeni giyim, yeni ananevî/ahlâkî normlar, yeni mesken ve yeni yemek kültürü ve yeni iktisadî hayat tarzı bakımlarından Türk müdür hatta artık?! M.S.)

Psikologlar dahî, yazmanın “erkekçe” ve “kadınca” bir tarzı, bir erkek ve kadın edebiyatı, hatta okumanın “erkekçe” ve “kadınca” tarzları olduğunu ileri sürmektedirler. Milorad Pavic, “Hazar Sözlüğü” adlı eserinin biri “eril” diğeri “dişil” olmak üzere iki versiyonunu yazmıştır.
(Modern okuma ve yazmaların eril veya dişil olduğunu söylemek güç şu hâlde. Biseksüel / Hünsa / Cinsiyetsiz okumalar ve yazmalar... M.S.)

Antropolog Glina Isaac şöyle diyor: “Bir şempanze insan davranışının özelliklerini tasvir edebilseydi, öncelikle yiyeceğin grubun diğer üyeleriyle paylaşılması hususuna değinirdi.”
(“Aferin!” diyorum Darvin’e, boş söz değil söylediklerim, kulak verin söylediklerime:
İnsan keyfiyeti uçmuşsa eğer… Ve eğer sırf şekilse insan, elli, ayaklı, kaşlı, gözlü, bıyıklı, saçlı… Ve eğer fark iki ayak üstünde durmaksa “yakınlarından”… Hiç de mühim değil a insancıklar! Neden mi aferin Darvin’e? Görmüş derim, doğuracağını kendi yüzyılının, bu yüzyıl insanını. Cansız mankenden, şişirme lastik insandan, keyfiyetçe farksız insanı. Bak, bak, bak; hiç keyfiyet arayan var mı? Hepsi şekil arar maymunla insan arası. Lâf aramızda, püskürtüsü olmasa dev insanların, hani görünürdekiler insansa, sahici maymun diyesim gelir. Kendi payıma, keyfiyetimle ayrılma savaşındayım maymun adamlıktan. Adamlık öylesine maymunluğa düştü! 28 Mart 1981, Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya –Yılanlı Kuyudan Notlar-, s. 65)

Din ve sanatın gerçek bir tekâmülü yoktur. Sanat ve Ahlâk alanında olduğu üzere, Din’in tarihi de onun inhitatının tarihidir.
(Şu meâlde birşeyler kalmış hafızamda; Külliyat’tan: İnsanlık tarihi, Peygamberler tarihidir. Aradaki nisbi iniş ve çıkışlar mahfuz; Ufuk Peygamber’e kadar bir terakkî, Ufuk Peygamber’den sonra bir inhitat halinde insanlık. İnhitat: İnme, iniş... M.S.)

Netice olarak dünya tarihi, ruhun zaman üzerindeki açılımıdır.

Din’in ilân ettiği, ama Darwinciliğin ilga ettiği, “insan hayatının kudsiyeti” meselesi...

Tefekkür ve cezbe, zıt yönlerde ilerleyen iki farklı ruhî faaliyettir. İlki dışarıya dönük, diğeri ise içeriye, ruha veya bene dönük. Burada aklıma Hindistan geliyor. Bazen öyle görünmektedir ki, bir anlık tefekkür çabası, hatta tek vazıh bir düşünce, Hint ruhunun tüm mûcizevî yapısını yıkabilir.
(İki Hadis-i Şerif meâli: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır” Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/127; Aclûnî, I/310 “Hazreti Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe, ins ü cinnin amel(leriyle elde edilen kurbete) denktir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/397 Bu bölümün son paragrafına bakınız; Aliya’nın ikinci kanadı malesef kırık. M.S.)

Kültür ve Medeniyet, Atina ve Roma... Hegel şu netice’ye varır: “Roma, bir haydutlar hükümeti olarak kurulmuştu. Romanın virtusu (fazileti) cesarettir. Bu her türlü şiddetle irtibatlandırılabilir.
(Atina’nın virtusu? Üstad’ın, “Roma nizamı, Yunan aklı, Hristiyan ahlâkı” terkibini bugünki Batı için şöyle indirgeyebilir miyiz: “Roma şiddeti, Bizans kurnazlığı, Protestan kölelik.” M.S.)

“İsauriya kralı Lion, ısrarla putları (idol/ikon) yok etmeyi sürdürdü ve MS 754’te putperestliğin (idolism/ikonizm) şeytan icadı olduğunu ilân etti İmparatoriçe Irene, 787’deki İznik toplantısından onları tekrar koyma kararı aldı ve nihayet İmparatoriçe Theodora 842’de onları onayladı, resim düşmanlarına karşı etkili bir şekilde hareket etti. Bununla birlikte Batı, 794’teki Frankfurt Kilisesi sinodunda putperestliği reddetmiş ve resimleri alıkoymakla birlikte Yunanlıların hurâfelerini şiddetli bir dille eleştirmişti. Ancak Ortaçağ sonlarında yavaş ve sessiz bir ilerleyişin ardından putperstlik genel kabul gördü.” (Hegel, Tarih Felsefesi.) Yorumum: Hristiyanlığın açık şahsî karakterini gözönünde bulundurduğumuzda, putların ve resimlerin zafer kazanması, bu çatışmanın tabiî neticesidir.

Yunan eğitimi ve özelde Yunan ve Roma dünyalarının felsefesi, Kilise’nin ortaya çıkışına aracılık etmiştir. Hristiyanlık, konsüller ve tamamen Yunan ve Roma felsefesinde eğitim görmüş olan kilise babaları aracılığıyla neredeyse dogmatik bir sistem olmuş; Kilise adeta tamamen gelişmiş bir hiyerarşi hâlini almıştır. (Hegel, Tarih Felsefesi)
(Öyle. Ortodoks ve Katolik kiliselerdeki yönetim şekli ve ayin düzenleri Roma ve Bizans devletlerinin kopyasıdır. M.S.)

Hristiyanlar, ızdırap ve haça gerilmeyle ilgili acıklı hikâyeleri öylesine takıntı hâline getirmişlerdi ki, “başarı” fikri onlara tiksindirici geliyordu.
(Ya Yahudiler? Tam tersi ile formüle edebiliriz: Yahudiler “seçilmiş millet”, “arz-ı mev’ûd”, “Kral Tanrı”, “Kral Peygamber”, “Judaizm’in dünya hakimiyeti” gibi başarı hikâyelerini öylesine takıntı hâline getirmişlerdir ki, “ilkeli ve ahlâklı olmak” fikri bile onlara tiksindirici geliyor. Ve bir yanda “başarı ne haddimize bizim” zanneden dünkü ezik müslümanlar, bir yanda “başarana kadar her yol mübah” diyen bugünkü yırtık müslümanlar. Bu ikisinden de ırak olsa gerek “gerçek ve derin Müslüman”! M.S.)

Psikoloji, bir ruh bilimi değil.
(Psihi, ruh değil. M.S.)

Tam anlamıyla örgütlenmiş “sosyal bakım hizmetleri (sosyal devlet M.S.)”, fertlerin sosyal (beşerî) davranışlarını zayıflatır; insanın insana bakması yerine, tam bir kayıtsızlık ve bakım yokluğu ortaya çıkar.Kundera’nın romanlarındaki fikirlerden biri budur. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, ferdin sosyal bir refah projesi konusundaki mutlak sorumsuzluğu hakkındadır.
(Bakınız: “Sosyal Devlet, Yıkılacak Elbet”; http://mustafasaka.blogspot.com/2007/10/sosyal-devlet-yklacak-elbet.html Ve yıkılıyor; budur anlamı, küresel ekonomik krizin. M.S.)

Sanatçı dindar olmasa dahî, sanat dinîdir.

Sanatta, kelimenin tarihî anlamıyla ileri veya geri diye birşey yoktur. Hiç kimsenin, sanatta gelişme veya geri kalmanın ne anlama geldiğini izah edebildiğini görmedim. Tam olarak söylemek gerekirse, sanatın ne teorisi, ne de tarihi vardır. Tarihî gelişim ve ilerleme (denilen şey M.S.), insanlığın gerilemesi ve inhitatı olarak da tanımlanabilir.

Eyüp, Eyüp Kitabı’nda (7. ve 14. bablar) ölümden sonra hayat olmadığını söyler. Davud da, oğlu öldüğünde aynı şeyi söyler. Gerçekte ise ne Hazret-i Eyüp, ne de Hazret-i Davud böyle bir şey söylememişlerdir. Bu inkâri bu dünyaya yönelen Yahudi ruhunun sonradan icat ettiği bir anlayıştır.
(Yahudi’nin “Kral Tanrı - Kral Peygamber” itikadının ve “dünyevî başarı”yı bütün değerlerin üstünde görmesinin muharref kitaptaki yeri... M.S.)

Ateistlerde ve materyalistlerde, mukaddes olan ve insanoğluna saygıyla bakmamızı sağlayan her şeyi yıkmaya yönelik açıklanamaz bir arzu var.

Tarihçiler, teologlar, ahlâkçılar ve diğer birçokları bakımından en ilginç sorulardan biri, dinî bir mesaj ve misyonun taşıyıcıları durumunda olan Yahudi halkının tarih bıyunca niçin vakıa olarak materyalist bir felsefe ve ateizm ortaya çıkarıp durduğu sorusudur. Bunun izahı, münhasıran bu dünyaya, Arz-ı Mev’ud’a (şimdi ve burada) yönelişte aranmalıdır.

Yahudi halkının ızdırabı da tarih boyunca Tanrı ve ahlâk kanunları konusunda dâimî bir hayâlkırıklığı kaynağı olmuştur. Bu hayâlkırıklığından şüphe ve isyan ruhu doğmuştur.

Yahudi ateizmi gariptir. Tanrıyı inkâr etmez, fakat onu tanımayı ve kutsamayı reddeder. Her din, bu dünyanın bir mükâfat değil bir ayartma, bir fitne olduğuna inanır. Oysa Yahudiler böyle düşünmez ve onların ateizmi de budur.

Hazret-i İsa’nın ızdırap tarihi, Yahudilerin ümit ve beklentilerine tamamen zıttır.

Japonların kendilerine ait bir felsefe veya dinleri yoktu. Şintoizm, Çin kökenlidir. Çin ile Japonya arasındaki ilişki bana kadim zamanlarda Atina ile Roma yahut Yeniçağda Avrupa ve Amerika arasındaki ilişkiyi hatırlatır. Japonya, Asya’nın Amerikasıdır ve bu benzetme bazen neredeyse eksiksizdir.

Şartlı refleks nazariyesinin kurucusu Pavlov her Pazar kiliseye giderdi. Oysa dine şartlı refleks nazariyesinin kaziyyeeleri kadar aykırı hiçbir şey yoktur.

St. Ambrose, “bedenine dokunma hazzına kapılmamak için hayatı boyunca hiç banyo yapmadı. 14. Louis’nin ayak kokusu birkaç metre öteden duyulabiliyordu. Leonardo da Vinci yatağa çizmeleriyle birlikte giriyordu ve onları çıkarmadığı için de çizmelerini ikinci derisi oalrak görüyordu. Argon kraliçesi Isabel, “Kişi bir doğumda, bir de düğün gecesi banyo yapmalı” görüşünü benimsemişti. Merkezî ve Güney Avrupa’da güçlü bir hijyen geleneğinin bulunmadığı açıktır. Utanma ve cizmânî günah hakkındaki Katolik vaaz, Avrupa halklarına putperest dönemlerdeki Roma hamamlarından çok daha yakın geliyordu. Tıp tarihçileri, ölüm oranlarındaki hızlı ve anî düşüşün yani ilaçlar sebebiyle değil, öncelikle daha yüksek bir hijyen düzeyine ulaşılması sebebiyle olduğunu keşfetmişlerdir.

Batı’da sağcılar mağdurun hakkını savunurlarken, solcular bir kaide olarak davalının bağışlanmasına çalışmışlardır. Suçları açıklayan ve suçluları bağışlayan teoriler icad etmek moda hâlini almıştır. Bu durum, yüzyıllar boyunca yürürlükte olan aşırı acımasız ceza kanunlarına duyulan tepkinin neticesiydi.

İslâm’ın insana ve ve onun saygınlığına olan saygısı, öncelikle sevgi ve af yoluyla değil, şnsanî sorumluluk prensibi yoluyla ortaya konulur. İnsan sorumludur ve bir suçun cezası hem insan haklarını hem de suçlu da dahil her insanın insanî saygınlığını biraraya getirir.

Zeka, insanın en insanî vasfı değildir. Zeka, ancak gerçek dünyada benzer insanlarla etkileşime girerek elde edilebilecek olan bir tecrübe tipini gerektirir.

Newton ya da Einstein fiziğinin tüm gerçekleri, tüm astronomi, biyoloji ve psikoloji bilgisi bizi kayıtsız bırakabilir. Sadece hesap verme fikri heyecan verici ve hakikidir.

Tarih, Marksistlerce ifade edildiği üzere “kendisinde insan hâline geldiği bir süreç” değildir. İnsanın tarihi yoktur. O şimdi neyse ve gelecekte ne olacaksa, başlangıçta da odur.
(Külliyat’tan, mealen: İnsanın tarihi Peygamber tarihidir; ne olduğu ise Peygamber’e nisbetle. M.S.)

Yeme, bir zorlamaya (tabiat kanununa) uyarak yapılır. Oruç ise iradenin en büyük ifadesidir, bir özgürlük fiilidir. Orucun en büyük anlamı, herhangi bir tıbbî sebepten ziyâde bu özgürlüktür.

Ahlâk, ancak vazife prensibine dayandırılabilir ve bu prensip de dinden kaynaklanır.
(Bir oksimoron: Ahlâklı dinsiz. M.S.)

Mutlak bilgiyi sunuyormuş gibi gösteren bilim, inkâr ve nihilizmle sonuçlanır.

Batılı bir insan bir dağın zirvesine tırmandığında, Tevrat’ın emrine ittibâ ederek zalim dağla şavaşmış ve onu yenmiştir.
(Yaban TV’de çok iyi görebilirsiniz bunu; bir Batılı avcının bir avı yere yıktığı andaki sözlerine ve davranışlarına bakın, bir de bir Doğulu avcının aynı andaki sözlerine ve davranışlarına... M.S.)

Hayatın abesliği ve gayesizliği, karakterleri zâlimâne şiddet patlamalarına götürür.
(Amerika’dan Almanya’ya da sıçramış olan “amoklauf”lara dikkat! M.S.)

Zanaatın bittiği yerde sanat başlar ve artık eğitim sözkonusu olmaz. Bu sınırı geçen sanatçı, kendi yoluna devam eder.

Hristiyan ahlâkı sevgi üzerine yoğunlaşır. İslâm ahlâkı ise iyi amel üzerine. İlki bir duygudur, ikincisi bir fiil.

Gazzali’yi yorumlayan modern yorumculardan bazıları, -kanaatimce doğru bir gerekçeyle- Gazzali’nin eserlerinde bir tür Hristiyan ruhaniyeti bulunduğuna işaret ederler. Gabrielli’nin görüşüne göre, Gazzalî’nin eserleri, gelecek yedi asır boyunca müslümanları ruhen besleyip yetiştirecekti. Kanaatimce bu eğitim, İslâm âlemini, bilim dahil gerçek, gündelik, sosyal meselelerden uzaklaştırmıştır; gelmekte olan asırları İslâm’ın “Ortaçağ”ına dönüştürmüştür.
(Baştaki iki Hadis-i Şerif meâlini tekrar okuyalım: “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır” Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/127; Aclûnî, I/310 “Hazreti Rahmân’ın cezbelerinden tek bir cezbe, ins ü cinnin amel(leriyle elde edilen kurbete) denktir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/397 Aliya’nın ikinci kanadı malesef kırık. Rahmetli bir kanadı kırık garip kuş; “Doğu ile Batı arasında bir kanadı kırık Aliya”... M.S.)

(Aliya İzzet Begoviç, Zindandan Notlar, Klasik Yayınları, 3. Basım, 2006 İstanbul)
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.