7 Aralık 2002

Dr. Hakkı Açıkalın’la 3 Gün...

Onu ilk defa Komotini’de, "kıtel”de (otogar) gördüm.

O anki kelime "kıtâl”di; yakınma, yadırgama, boşa düşme, itiraz, bir sürü şeyle boğuşma!..

Meselâ: "Bu şehir burada kurulmamalıydı, bu adam burada olmamalıydı, ben burada durmamalıydım”!..

Bizimkiler bu şehre Gümülcine diyor, Yunanlılar ise Komotini; ben, o an hangisine daha çok kızgınsam veya kimin damarına basmak istiyorsam ona göre birini kullanıyorum; veya dilime geldiği gibi...

Fakat "Gömülcine" diyesim geliyor çok defa!

İskeçe (Ksanti) ile Dedeağaç (Aleksandrupoli) şehirleri arasında; Ne İskeçe gibi Rodop dağlarına yaslanabilmiş, ne Dedeağaç gibi Ege’ye inebilmiş; ovanın ortasında kalakalmış bir şehir! Konya gibi meselâ ovaya kurulmuş ama yükselebilmiş bir şehir de değil; ovaya, bir çukura gömülmüş gibi adeta! Bu yüzden “Gömülcine” diyesim geliyor çok defa...

Bu şehrin, kadim medeniyetlerin kadim şehircilik anlayışlarına aykırılığı üzerinde bu kadar durmamın bir sebebi Doktor Hakkı Açıkalın, bir sebebi kendim, bir sebebi de "mültecilik"!

Mülteci de ne bir dağa yaslanabilir, ne bir limana inebilir; bir ovanın ortasında, bir çukurda kalakalmıştır; tıpkı bu şehir gibi... Ve bu şehir neyse, biz de oyduk bu şehirde...

Bir ropörtaj fikri bu düşüncelerle gelişti biraz da... İnsanlara hakkıyla paha biçilecek bir pazar kurulsa farzımuhâl, bu pazarda beş para etmeyeceklerin cüzzamlı muamelesi yapıp uzak durduğu, kem baktığı, terörist dediği mültecilerin birbirlerine mikrofon uzatması... Bu şartlarda, bir mültecinin bir mülteci için yapabildiği bu ancak... Hatta biribirleriyle aynı dünya görüşünü paylaşmasalar bile, başka ciddi rezervleri olsa bile, bir mülteci herhangi bir mülteci için böyle düşünür; hele Türkiyeli ve özellikli biri olunca...

"O şehir orada kurulmamalıydı, o adam orada olmamalıydı, ben orada durmamalıydım”!

Ben orada durmadım, kısa bir molanın ardından yola devam ettim; fakat onlar oradalar hâlâ... Bu kez beni, Ramazan’da iftar topu atıldığını, minârelerde kandiller yakıldığını ve sahurda davullar çalındığını söyleyerek kandırdılar... Uçarak gittim... 1423 Ramazanı’nı beraber karşıladık... İftar topları atıldı, kandiller yakıldı, müezzin efendiler önce dört kez “Allahüekber!” diye seslendiler dehre ve şehre... Biz, dükkandan bozma bir fakirhânede, bir ayağı kırık bir masanın üzerinde, ayağının kırık olduğu tarafa abanıp da acemi ellerimizle yaptığımız çorbayı dökmemeye gayret ederek orucumuzu açarken, iki kez daha “Allahüekber” diye seslendi müezzinler... “Allahüekber”! “Allahüekber”! Müezzinler günde beş vakit ve otuz defa haykırsalar da bu hakikati; başka başka şeylerden ürküyor ve çekiniyoruz yine de... Galiba onlar da öyle; ki bir iftara davet eden olmadı... Belki de bilmiyorlardı, tanımıyorlardı... Mültecilik; “bilinmeyen”, “tanınmayan”, “yaşadığı varsayılmayan” bir şey işte; işte biraz da bu yüzden yapıldı bu ropörtaj!

1423 Ramazanı’nın ilk üç gününü beraber geçirdik... Üç gece, çingeneler sahur davullarına vurana kadar konuştuk... Bu sohbetlerin 45’lik on tane kasete sığdığı kadarını kaydettim; toplam 7,5 saatlik bir ropörtaj oldu... Kasetleri deşifre ederken içinden bazı tekrarları ve hususiyet arzeden birkaç cümleyi çıkardım sadece; bunun dışında ne diline, ne metnine bir müdahalem olmadı...

Bu satırları yazarken meslekî bir heyecan, bir gazetecilik heyecanı da duyuyorum... Ve bir de; “Başka biri yapsaydı bu ropörtajı, nasıl bir portre çizerdi?” diye kendi kendime soruyorum şimdi... Muhakkak daha canlı ve daha maktaından bir portre çıkarılabilirdi ortaya... Biraz da bu açığı kapatmak ve olabildiğince aslı gibi bir portre sunabilmek için sizlere; “Not Defteri”nden, okumama ve sizlerle de paylaşmama izin verdiği bazı renkler serpiştirdim konuşma aralarına; [köşeli parantez] içinde ve -Yevmiye Defterinden- dipnotuyla...

Saygılarımla arzederim!..

Mustafa Saka

7 Aralık 2002 / Hanya

[1997 yılının Mart ayında, Lavrion mülteci kampında PKK’nin bir eğitim toplantısı sırasında ütopya tartışması yapıldı; ve ben de şunları dile getirdim: “Bir ütopyaya sahip olabilmek için önce bilmek, algılamak, sezmek ve inanmak gerekir. Bütün bunların üzerine hayal gücünüzü, fantezilerinizi ve -eğer varsa- üst bilinç, üst mânâ ve üst dil özelliğinizi eklersiniz; ve bir ütopya ortaya koyarsınız. Bunun dışında, insanların sık sık ütopyadan bahsedip durmasının pek bir anlamı yoktur. Bu cümlelerden hareketle ben kendimi ütopya üretmeye yetkin bulmuyorum. Doğrusu; işi ehline bırakmaktır!” -Yevmiye Defteri’nden-]

- Sayın Doktorum; nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum... Gazeteciliğime değil, sana güveniyorum açıkçası... Evinden başlayalım meselâ; doğrusu Dostoyevski’nin bile hayâllerini zorlayacak bir mekân burası... Fakirhânenin fukarâlığını örtüyor biraz duvarlar; resimlerin...

- Çok hazırlıksızım, kendimi biraz zorlamam gerektiğini farkediyorum... Bilemiyorum ne diyeceğimi; bilinçaltımdan, üzerinde yoğunlaşabileceğim bir iki kavram çekmeye çalışıyorum...

- Resimlerinde ilk dikkatimi çeken meselâ, insanı bakarken bile yoran detaylar... “Detay” uygun bir kavram mı konuşmaya başlamak için?..

- Çizgiden yola çıktığımız zaman; çizginin açıları, eğrileri, yükseltileri, yönleri hepsi devreye giriyor... Resim tabiî bir bütün; resmin içinde sadece matematik değil, herşey var...

- Anatomi var; uzmanlık alanın... Resim ve anatomi meselâ...

- Bana şeyi hatırlattın... Büyük bir parantez açıp flash back yapılabilir... Sene 1994... Ben o zaman anatomide asistanım... Bana şu soruldu; Prof. Recep Mesut Türkiye’de anatomi ilminin babalarından sayılan bir insandır, “insan burnu üzerine çalışır mısın” demişti bana... Ben de “hay hay Hocam” dedim, kabul ettim büyük bir şevkle... Burun üzerine bir poster çalışması ve bir bildiri hazırladım; burnun profilden görünüşü, burun profillerinin klasifikasyonu ve burun taban ve burun uzunluğunun oranları üzerinde muhtelif ırklar bakımından bir çalışma... Temel anlamda üç tip burundan bahsedilir... Ara özellikler olmakla birlikte bir tanesi platirini, bir tanesi leptorini, bir tanesi de mezorinidir... Her üç terim de Yunan kökenli... Yayvan burun, düz burun platiriniye genellikle siyahlarda rastlanıyor... Bu burun tipinde, burnun eniyle boyu oranı 0.66’dan büyüktür... İnce, uzun burun leptorinide en-boy oranı 0.50’den daha küçüktür; genellikle Doğu Avrupa, Slav ve Ön Asya topluluklarında görülür... Orta tip burun mezorinide ise en-boy oranı 0.50 ile 0.66 arasındadır; ve bu da Orta Avrupa, Kuzey Avrupa, İskandinavya bölgelerinde yaygındır... Bu buruna plastik cerrahide İsveç burnu da denir; hafif kalkık, hafif sivri...

- Kedi burnu tarifsiz estetik Doktorum... Konuyu dağıtmış olmıyayım da... Tedâileri yoğun; “Ümit Burnu”, Târık bin Ziyad...

- Ben de burundan yola çıkarak, “burun ve tarih” veya “burun ve kavramlar” arasında bir ara geçiş yapılabilir mi arayışındayım... İşte İsveç burnundan bahsettik; bayanların özel alâka duyduğu bir burun... Her ne kadar idealize edilse de bu burun; insanların prosopik yapısına...

- Şemâiline...

- Evet şemâil; “prosopos”, Yunanca “yüz, sûret" anlamına geliyor... Yüz yapısına her zaman denk düşmüyor; yuvarlak yüzlü bir insana böyle bir burun koymak... Önemli olan proportion dediğimiz, yüz-burun oranı...

- Resimden hiç anlamadığım hâlde burnumu sokuyorum; resimlerindeki bu kadar detay sanki meslekî, teşrihî...

- Burunla ilgili bir şey daha söyleyeyim; şöyle bir şey vardır “anatomi”de: Dünya üzerinde, istisnasız hiçbir burun düz değildir, en düz burun bile sapmalıdır... Benim çizdiğim, ben buna sanat diyemiyorum, eskizler diyebiliriz; teşrihî bir motif evet var... Lâtincesi “diseksiyon” teşrihin; bunun yapay Türkçesini çok zorlayark “dilgibilim” dediler, “dilmek”ten... Tabiî Arapça “teşrih”, Yunanca “anatomi”, Lâtince “diseksiyon” kavramlarını karşılayamayan zorlama bir kavram... Resimlerime tekrar dönersek; evet ben teşrihe önem veriyorum... Detaycılığı çok seviyorum; her ne kadar ışığı çok doğru kullanamasam da... Fakat kendimi kendim tarif etmem gerekirse detay mevzuunda; zor tabiî... Bir hatıramı anlatayım: Sanıyorum sene 81, aylardan da Aralık, bir ziyaret sebebiyle İzmir’deyim, bir dostumun evinde kalıyorum; bir takım sıkıntılarım var, uykusuzluk çekiyorum ileri düzeyde ve kapıların açılıp kapanmasından müthiş rahatsız oluyorum, ürperiyorum, irkiliyorum, tahriş oluyorum... Bunun üzerine, Ege Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi Nöröloji bölümünün önemli isimlerinden, entelektüel yanı da olan Profösör Doktor Kâmuran Kumral’ın Konak’taki muayenehânesine gittim o dostumun tavsiyesiyle... Oturduk, şikâyetlerimi anlattım... Gülümsedi... Zaten böyle pos bıyıklı, hoş sohbet bir adam... Aile durumumu sordu, hatta “çamaşırlarını anan mı yıkıyor senin” dedi... Dedim: “Evet”... Dedi: “Parayı baban mı veriyor?” Dedim: “Evet...” “E daha ne istiyorsun?” dedi, “belânı mı arıyorsun?”... Konu buradan... Buraya gelene kadar din, felsefe, çok şey konuştuk tabiî... “Sen çok biliyorsun; sana bir soru sorayım” dedi: “12 İmamı sayabilir misin?” 11 tanesini saydım; bir tanesini de biliyorum, fakat bir türlü hatırlayamıyorum... Bir türlü hatırlayamadığım imam, Muhammed Bakır; mübâreğin ismini bir türlü hatırlayamadım... “Bak gördün mü” dedi, “bir tanesini bilemedin”... Neyse... Yani detaycılığım üzerine teşhisleri vardı başka hocalarımın da; bir tahlili hak ediyor, kabul ediyorum bunu...

[Tablonun içindeki ressam! Tablo yapmakla tablonun içinde olmak arasındaki fark; öznenin, Tarih'i yalnızca bilmesi ve öğrenmesi değil, aynı zamanda duymasıdır da. Her özgün süreçte bir sembol öne çıkarken bir sembol de, "kripto"luk görevini üstlenir. Ve ressam, şu ya da bu sembol olarak öznesini tabloya yerleştirir. Bu nasıl anlaşılacaktır? Bu, iconographique bir kod mudur? Karakter midir? Sıradan bir eskiz midir? Çözüm, metodu yakalamaktan geçer. Yöntem, bir yönüyle geleneksel pratiği önce dekode etmek ve resimle ön işâret sistemleri arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Daha sonra kendi kodunu yerleştirerek onu tanıtmak gerekir. Kodun figüratif olması gerekmez. Bu, eserin dışında yer alan bir referans da olabilir. Bu referansı yakalayamayan militan adayı, irâdî ya da gayri irâdî bir itaatsizliğe hatta muhalefete düşer. Bundan sonrası, aynı çözümleme tekniğini her tabloya, dünya tablosuna ve evrene doğru geliştirmektir. Metodu geliştirmek için, ressamın psikanalizini yapmak bir ön adım olarak ele alınabilir. Eser sahibi, hangi psişik süreçlerin sonucunda eserini üretmiştir? Ve eğer tabloda bir işâret bırakmışsa, bu ne tür bir işâret olabilir? Cevap, psişik sürecin bilince taşınması sonucu, onun tabloya ne tür imgelerle yansıyacağını bilmektir. Bunu beceren militan, rahatlıkla bir, "Mizaçlar Teorisi" oluşturabilir. Bu yönüyle O, "Mizaçlar Teorisi" ni gerçekleştirmiş bir usta militandır. O, "İhtiyatın kinâyesi"ni de en ince detaylarına kadar katman katman tahlil edebilecek kudrete ulaşabilmiştir. Sıra, tablosunda saklanmaya gelmiştir. Bu tablo, şimdi diğer "Mizaç Teorisyenleri"ni beklemektedir. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Psikoloji ilminin "normâl" kabul ettiği bir insan normâl midir Doktorum?

- Bu geniş bir mevzu; üzerinde, moda tabirle uzman görüş belirtmek kolay değil... Fakat, eğer ortada modern psikoloji diye birşey varsa, bunu bir ön kabûl sayarsak, ortaya şöyle bir tablo çıkıyor, bugün tıbbiyeye yeni başlayan öğrencilere “normal insan”ı şöyle tanımlıyorlar: “Kendisiyle, yakın ve uzak çevresiyle ve -buraya dikkat- Allahıyla uyum içinde olan, iyi ilişkiler içinde olan insan...” Tanımın içinde, genel bilim çevrelerince pek de hoşa gitmeyen bir kavram var: Allah... Allah deyince bu bilim çevrelerinde bir huzursuzluk hissedilir...

- "Tanrı” rahatlatır onları...

- Tabiî, genel... Tanımı böyle koyunca, bu tanıma uymayan insanları da muhtelif tasniflere tâbi tutuyor; işte asosyal diyorlar meselâ... Veya daha muzır olanlar için antisosyal...

- Herkes normal olsaydı, insanlık mağaradan çıkamazdı herhâlde; bütün devrimciler bu tarif karşısında hastalıklı...

- Sadece devrimciler değil... Psikoloji ilmi, her alandaki öncü rolü üstlenmiş insanların özel durumlarını da kabul ediyor, istisna sayıyor, irdeliyor tabiî... Edison, işte asosyal bir kişilikti... Normal olmayan insanlara bir sürü isimler veriyor psikoloji ilmi; bu öncü kişiliklerin inkişaflarına saygı duymak zorunda da hissediyor kendini....

- Endüstriyel bilim; ya öldür ya pazara sür...

- Endüstriyel bilim ifadesi biraz kibar kalır; bunu ben “Yahudi Bilimi” diye adlandırıyorum... Zaten burdan bir başka ara tartışma da çıkıyor: “Bilim objektif mi, her türlü dogmadan ârî mi?” İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, hele ki endüstri devriminden sonra bilimin asla ve kat’a ideolojiden, politikadan bağımsız olmadığını çok açık söyleyebiliriz... Özellikle teknolojik inkişafla, bütün ilmî inkişafların belli çevreler ve kurumlar tarafından finanse edildiğini biliyoruz... Bu finanse edenler ister devlet olsun, ister tröst olsun; neticede kendi hesaplarının, kendi menfaatlerinin yani kendi siyaset ve ideolojilerinin reklâmını ve propagandasını yapmak temelinde bu yatırımları yapıyorlar... Kimse babasının hayrına bu yatırımları yapmaz... Hâl böyle olunca, kendi ideolojisine ve politikalarına aykırı olan şeyin bu çevrelerden “bilimsel” raporu alması mümkün değildir... İşin mânevî destek boyutu da var; bugün dünyada muhtelif bilimleri tescil konumunda yayın organları vardır... Jama bunlardan biri meselâ; Amerikan-İngiliz ortak yapımı, Anglosakson... Bu dergide bilimsel bir makale yayınlatabilmek için tıbbî bir buluş yapmak kâfî gelmez; bir çok hakem kademesinden filtre edilerek -bu kişinin sadece ilmî kimliği değil sâdece- dinî, siyâsî kimliği de irdelendikten sonra yayınlanabilir... Bu da inanılmaz bir şebekenin varlığını kabul etmeyi, onlarla angajmana girmeyi, ideolojik yakınlık kurmayı gerektirir... Hâl böyle olunca hangi “objektif bilim”den bahsedilebilir?! Bunu nasıl söyleyebiliyoruz? Bu süreci bizzat yaşamış olan insanların anlatımlarından biliyoruz... Ve zaten görebiliyoruz bunu...

- Bu durumda, bu paradigmayı yıkmadan Türkiye gibi ülkelerin ilerlemeleri de bir serap... Külliyâtta yazdığı gibi: “İdeolojisini üretememiş toplumların bilimini de, teknolojisini de başkaları üretiveriyor”... Tayyip Bey biraz daha geliştirmiş şu Kemal’in ifadelerini; muâsır medeniyet seviyesinin “üzerine çıkmak”tan bahsediyor...

- Zavallı Tayyip... Bir Nobel kurumu örneği var; Tıp, Kimya, Fizik, Barış ödülleri verir her yıl... Dikkat edersen Nobel ödülleri tarihine; -bu ödülleri alanların elbette ilmî bir formasyonu vardır, ama- bu ödülleri alanların milliyetlerine, dinlerine, ideolojilerine, ilişkilerine bir bakılsın... Bu ödülleri alan insanlar, her ne hikmetse ya apaçık Yahudi veya başka tâbiyetler altında bu kimliklerini örtmüş olan insanlardır... Üç beş tane olsa tesadüf diyebiliriz, ama % 80’lerin üzerinde... Neden böyle?... “Adamlar çalışmış, almış” mı diyelim?.. İşte bu noktada bizim bakışımız çözüyor olayı; diyoruz ki biz: Herşeyde olduğu gibi bilimde de hadise ideolojiktir... Ha, benim açımdan bilimin ideolojik olması kadar normâl birşey yoktur... Hatta duygularımız, sevgilerimiz ve aşklarımız bile ideolojiktir; kahvehâne kültürümüz bile... Bunun farkında olmak veya olmamak mesele...

- Ya siyasetini üreteceksin, yapacaksın veya birilerinin siyasetine alet olacaksın; üçüncü bir ihtimâl yok yani...

- Yok! Avama lâfım yok, ama bu hakikati görmesini beklediğimiz insanların medyada, meydanlarda “efendim ideolojik yaklaşmamak lâzım” gibi lâflarını duyunca çileden çıkıyorum ben Saka...

- Bu da bir ideoloji Doktorum; kökü dışarda bir ideolojinin gönüllü propagandistliğini yapıyor adamlar...

- İdeolojisi olmayan bir insanın, ben kendi adıma söylüyorum, ideolojisi olmayan bir insanın ben insanlığından şüphe ederim... İnsanı insan yapan şuursa, işte şuurdur ideoloji... Şuursuz bir hayat, şuursuz bir bilim, şuursuz bir sanat, şuursuz bir siyaset, şuursuz bir ilerleme mümkün değildir...

- Şöyle özetleyebiliriz yani dünyanın bugünkü gerçeğini: Hâkim bir ideoloji; Judaizm... Bilim bunun bilimi, sanat bunun sanatı, sinema, tiyatro, edebiyat, sivil toplum örgütleri, partiler, ekonomi, siyaset bunun siyaseti...

- Basın bunun basını...

- "Çok toptancı, kolaycı, komplocu bir yaklaşım olmuyor mu?!” Diyor birileri...

- Bu da bir manipülâsyon... "İlerleme”den bahsedilen her yerde, “ilerleme” de bunun ilerlemesi; bir ideolojin yoksa...

- Tırnak içinde söylüyorum, “ideoloji”ye karşı da, bu mefhumun mücerret hâline bile bir antipati de var; Türkiye’de bilhassa... Yani bütün tedâileri olumsuz “ideoloji”nin halk nezdinde; savaş, kargaşa, anarşizm... Komünizmle eşanlamlı gibi biraz da... Hatta bazı keskin müslümanlar, “biz müslümanız; ideolojiye ihtiyacımız” yok gibi... Cemil Meriç bile, Allah rahmet eylesin; “deli gömleği” diyebilmiş... Bir hatıram da var Doktorum Cemil Meriç’le... 87 olması lâzım... Evine gitmiştim bir mülâkat için, o konuşmamızda da tekrar etti bunu ve “bir ideoloji değil” dedi Büyük Doğu için de... Yayınlandı o konuşmamız Tavır’da... Hülâsa... Müsadenle bir Reha Muhtar sorusu sorayım Doktorum: “Eskiden ideoloji mi vardı?”

- Güzel... Bazı tarihî dönemeçler ve tarihî kilometre taşları vardır... Ve bütün insanlık, en cahilinden en gelişmişine, en sıradan vatandaştan en birikimli entelektüeline kadar bu kilometre taşlarının adını bilir en azından... Meselâ Fransız İhtilâline bakalım... İlericiliğinden bahsedilir; hakikaten ilericidir, devirdiği anlayışa göre bir ileri aşamayı temsil eder... İşte Fransız İhtilâli denilen şey bugün birçok devletin, refah devleti olarak kabul edilen devletlerin “devlet ideolojisi” olarak kabul edilen “burjuva demokrasisi”nin doğurucusudur... Bu ideoloji, Fransız İhtilâli’nin bir ürünüdür... Sırası gelmişken: “Burjuva demokrasisi nedir; gerçek midir, aynadaki hayâl midir?” Bunları derin tahlillerle değerlendirmek de mümkün... Ama çok basit bir soru soruyorum ben... Bugün burjuva demokrasisini işleten müreffeh batı ülkeleri gayrısâfî millî hasılaları, fert başına düşen millî gelirleri 30-40 bin Dolarlarda dolaşan devletler bu refah düzeylerini, bu gelişmişliklerini ve teknolojik inkişafları neyin üzerinden, neyin karşılığı, nelere mâlolarak...

- Yâni kimlerin sırtından

- Evet kimlerin sırtından elde ediyorlar? Bu hiç sorulmuyor, tartışılmıyor nedense!.. Aslında bilinir de, çok sıradan bir bilgiymiş gibi lâfı bile edilmez, üzerinde durulmaz... Meselâ Opel, Renault, Fiat, Thomson, Mercedes, Mc Donalds, daha sayısız uluslararası şirket, eğer kendi ülkeleri veya Avrupa Birliği gibi kendi birlikleri içinde kalsalar; Asya, Ortadoğu, Afrika, Lâtin Amerika gibi dünyanın öbür büyük yarısı bu tröstlerin ürünlerini tüketmeseler, hem de öyle uzun bir süre değil bir kaç ay meselâ... “Bu tröstlerin hâli ne olur?”dan daha öte, “o devletlerdeki refah ne olur?”, “o vazgeçemedikleri demokrasi ne olur acaba?”! Kâğıttan kaplan oldukları görülür o zaman... İşte o zaman, o uygulamada olduğu varsayılan batı demokrasisinin, batı paradigmasının nasıl tepetaklak olacağını, nasıl çok kısa bir sürede çökebileceğini görürüz... İşte bunları tartışmak lâzım... Fransız Devrimi’nden yola çıkarken başka bir şeyi ifade etmeye çalışıyordum aslında ben; şimdi herkes Kardinal Richelieu bilir, Louis’yi bilir, Danton’u bilir, Bastille Hapishânesi’ni bilir, halkın ayaklanmasını bilir, kısaca devrimin ana motiflerini tanır... Ama şu konuşulmaz: Fransız İhtilâli’yle Rothschild ailesi arasındaki ilişki... Arka plânını bilmez kimse; bilenler de dar alanlarda, küçük salonlarda dile getirir... Yani: “Fransız İhtilâli’ni takip eden süreçte neden birden, garip bir biçimde tüm Avrupa’daki Yahudi gettoları bir bir müthiş haklar kazanmışlardır?” Meselâ bir Frankfurt Gettosu, Almanya’da... Frankfurt’ta Yahudilerin ticaret yapması yasaktı getto dışında; kente girip pazarda tezgâh açmaları suç... Ancak Hristiyanlar için tatil günü olan Pazar günleri, çok kısıtlı olarak bir ticarî faaliyetleri olabiliyor... Şimdi bir bakıyoruz, 1789 İhtilâli’ni müteâkiben teker teker bütün Avrupa gettolarında bu yasaklar kalkıyor ve Mûsevîlere akılalmaz haklar tanınıyor... Şimdi bütün bunların arkasında... Ben Rothschild ailesi paradigmasını bir misâl olarak verdim; sayısız başka aile ve çevreyi örnek vermek de mümkün... Tabiî Rothschildlar çok öne çıkmıştır, çok büyümüştür ve uluslararası düzeye gelmiştir; bunun için bu örneği veriyorum... Mayer’dir bunların babası; Mayer’in oğullarından David şöyle der: “Ben tiyatroya gitmem, ben sinemaya gitmem, ben kumar oynamam, ben alkol kullanmam, benim ekstra hiçbir eğlencem yoktur, ben sadece çalışırım ve kutsal kitap okurum; ben bir Yahudiyim, Yahudi olmaktan da şeref duyuyorum...” Daha sonra Rothschildları inceleyen araştırmacılar enteresan tesbitlerde bulunurlar... Meselâ bir tanesi şöyle der, Heine: “Modern dönemlerin ilâhı paradır, peygamberi de Rothschildlardır!" Başkaları da Rothschildları, "dünyayı saran sekiz kollu ahtapot”a benzetirler... İşte şurda bir kitap var bunlarla ilgili; 1849’la 1999 arasında 150 yıllık Rothschildlar dönemini anlatan çok ilmî de bir kitap; Rothschildlar Mâlikhânesi... Yazarı Niall Ferguson; Rothschildlar arşivlerini de inceleyen, KGB’nin arşivlerine de girerek Rothschildları inceleyen ilk tarihçi... Bu arada bir parantez açayım, belki dikkatlerden kaçmış olabilir... Geçtiğimiz aylarda Almanya’da bir grup araştırmacı Rothschildlar ailesinin gizli yazışmaların deşifre etmeyi başardı; bu mektupların çok farklı, sadece aile fertleri tarafından okunabilen bir dille yazıldığını ve bu dilin de “Lâdino-Almanca” karışımı bir dil olduğunu...

- Lâdino?

- Lâdino için "İspanyol Yahudicesi” demek mümkün veya “Yahudi İspanyolcası”; Almanca ile de karıştırılarak üretilmiş bir şifreli dil... İşte bu mektuplar geçtiğimiz aylarda deşifre edilebildi; ve müthiş, devletler düzeyinde ilişkileri ihtiva ettiğini, skandallar ihtivâ ettiğini Alman bilim adamları tesbit etmiş durumda bugün... Yakında bir kitap hâlinde yayınlanır zannediyorum... Gerçi bu kitap da onbinlerce mektubun deşifresiyle yazılmış bir kitap...

- Şu da sorulabilir belki: Bu kitap meselâ, neden 2001’de yazıldı da; 1. Ve 2. Dünya Savaşı zamanlarında yazılmadı?

- Bu tartışmaya değer bir soru... İki dünya savaşının sebepleri tartışılması lâzım... Sadece bu Rothschildlar ailesi bile bir fenomendir; ta Fransız İhtilâli’nden günümüze kadar meydana gelen, Napolyon’dan tut Balkan savaşlarına, Yunanistan’ın bağımsızlık savaşına kadar, Brezilya’daki altüst oluşlara kadar, Filistin’e kadar...

[Gazeteci Kostas, Talmud ideolojisi üzerine bazı sorular sordu. Ona detaylı bir biçimde bilgi verdim. Memnun oldu, beni de taltif etti. Hoşuma gitmedi değil. Talmud kelimesi, “düşünmek” anlamına gelen “lamud” kökünden; “öğrenme” anlamını taşır. Bugünlerde şu kitapları dönüşümlü olarak okuyorum: Schroedinger’in Kedisi-Kâbus / Alev Alatlı, Hırka-i Tecrid / Salih Mirzabeyoğlu, Bay Pipo / Soner Yalçın, The Essential Kabbalah / Daniel C. Matt... -Yevmiye Defteri’nden-]

- Osmanlı’nın yıkılışına kadar...

- Tabiî... Ve Te Ce’nin kuruluşuna kadar... Tüm dünyadaki sosyal ve siyâsî hareketlerin içinde çok önemli rolleri olduğunu görüyoruz... Bu arada, bir Bolşevik Devrimi... Ben bunu yazdım; Bolşevik Devrimi arkasındaki Yahudi faktörünü... Arjantin meselâ... Atina’da bir toplantı yapıldı geçenlerde; bütün dünyadan anti-globalist hareketlerin temsilcileri geldiler... Arjantin İşçi Partisi’nin lideri, benim çok yakın bir dostuma aynen şunu söyledi: “Ben ve Parti’nin ileri gelenleri Yahudiyiz”... Bu kadar açık, gizlemeye gerek duymadan söylüyor adam...Bu son dönemde Arjantin’deki olayları örgütleyen kurum da, bu Arjantin İşçi Partisi... Troçkist...

- Bizim de legâl bir Komünist partimiz oldu Doktorum; onun başına getirilen adam da Yahudi, Sabataist...

- TKP’nin şimdiki Yahudiliğine gelene kadar, TKP’nin kuruluş aşamasındaki isimlere bakmak lâzım; Mustafa Suphi’den Rasih Nuri İleri’ye kadar, Serteller ailesine kadar... Yeri gelmişken yine bir parantez açayım... Şu Gerşom Şolem’in meşhur La Kabbale kitabı... Gerşom Şolem, bu Kabala ve Yahudi bâtınî ilimleri konusunda müthiş bilgili bir adam; büyük bir referans... Bu kitabın, kitap Fransızca’dır, bu kitabın 8. bölümünün ana başlığı: Les Doenmeh (Dönmeler) ismini taşıyor... Bu başlığın altında Sabatay Sevi’den bahsediyor; hayatı, ilişkileri, çevresi, öğretisi vesâire... Onun temel klasifikasyonunu yapıyor; “İzmirim” dedikleri İzmirliler grubu...

- Yâkubîler...

- Evet... İşte Osman Baba...

- Galatasaray Lisesi’nin de sembolü bu adam...

- Bunun bağlılarına Konyosos diyorlar; demim bahsettiğimiz dilden, Ladino bir kelime... Karakaşlar bunlar; bu Selânik ekibi... TKP’den girdik mevzuya... 1720 yılında; Baruşiyah Russo isminde bir önder, Sabatay önderlerinden bir tanesi, bu tarihte ölüyor... Onun yerine oğlu geçiyor; Derviş Efendi... 1780-90’lar...

- Şimdi herkes uyandı zannediyorum, her sakallının “kâmil” derviş olmadığına...

- Bir alâka var... Bu Gerşom Şolem diyor ki: Bunlar Selânik’te tarikatlarla yakın ilişki içindeydiler; özellikle de Bektâşîlerle, Mevlevî ve Melâmîlerle... Şeyh Bedrettin de bu Melâmîlerin şeyhlerindendir... Kitapta şöyle bir şey daha var: Bunlar aynı zamanda Jön-Türk hareketinin de militanlarıydılar... Daha sonra işte üç bakanlık aldılar... Biri ekonomiden sorumlu Cavit Bey; Baruşiyah Russo ailesinin bir ferdidir... Ve bu kitaptan şu tesbiti de söyleyeyim: “Türk hükümeti her ne kadar yalanlasa da, Selânik Yahudileri hiçbir baskı altında olmadan, gönüllü olarak Atatürk’ün de dönme olduğunu söylerler”...

- İdeoloji bu....

- Hakim ideolojinin arka plânı bu... Tabiî bu söylediklerimiz, yazdıklarımız hakikaten devede kulak şeyler Saka... Bu arka plânı bilemezsen, bir ideolojin yoksa; Fransız İhtilâlinin de Judaist yazımını okur öğrenirsin...

- "Aydınlanma Devrimi” filân derim...

- Diyorsun zâten... Sonra Bismark Almanyası... Nedir başarının arka plânı?... Sanâyi ve ticâretteki ilerlemelerin arka plânı nedir?... Britanya’yı filân hiç söylemiyorum... Benjamin D'Israeli kimdir?.. Bu adam "snobizm" denen züppelik akımının da öncüsü; o kılık kıyafetiyle de kendini Britanya parlamentosuna, Lordlar Kamarası’na dayatabilmiş bir isim... Hâkezâ Amerika; Abraham Linkoln!.. Müthiş bir Yahudi... Jefırsın... Sadece siyaset de değil; bilim, felsefe, sanat, ekonomi vesâire bütün bu alanların temsil ve yönetim mekanizmalarında da sürekli bir ideolojinin mensupları var...

- Bu minvâlde Yunanistan’ın bağımsızlığını ve bugünkü siyâsî-ekonomik “başarısı”nı teğet geçmek için soruyorum Doktorum; Misha Glenny, Balkanlar üzerine güzel bir araştırmasını okudum, Yunanistan bölümünde şöyle bir şey diyordu meâlen: “Büyük bir heyecanla geldiğim Yunanistan’da tam bir hayâl kırıklığı yaşadım; bütün diğer Elinofil araştırmacılar gibi...” diyordu...

- Kuşkusuz katılıyorum; çok doğru bir tesbit... Büyük hissiyatları, büyük derinlikleri, hassasiyetleri ve kaygıları olan insanların böyle birşeyi hissetmemesini bekleyemem... Biliyorsundur, Üstad’ın bir tesbiti var: “İki şey var mucize çapında” diyor, “biri Arap Dili, biri Kadim Yunan Medeniyeti”... Üstad’ın da belirttiği gibi, işte iki büyük muammâdan biri Kadim Yunan Medeniyeti... Hatta bunun Atlantis kıtasıyla, Mu kıtasıyla...Dünyadan silindiği varsayılan kültürlerle süslü bir medeniyet... Bir de bugünün Yunanına bakıyoruz; akılalmaz kopukluklar var... Ben bunları Yunan dostlarımla da çok konuştum, tartıştım; yüzlerine de bunu söylüyorum... Onlar da bunu büyük bir olgunlukla kabul ediyorlar... Zannediyorum bunun tek bir açıklaması var: Müthiş bir tarihsel yırtılma, köklerden büsbütün kopma, yeni nesillerin eski ile hiçbir irtibatının kalmaması... O Kadim Yunan’la tek bağları aynı coğrafya üzerinde oturmaktan ibaret...Bu ülkede mutlaka çok değerli, çok klas adamlar var, çok değerli ilişkilerimiz var bu insanlarla; ama en çok da onlara söylüyorum ben bunu... “Atina’ya parayı sokmayın” demişti Plâton, “ifsad edersiniz”; 2500 yıl sonraki manzara işte bu, ifsad olmuş bir Yunanistan... Aslında dünyaya teşmil edebiliriz bunu; dünyaya para girdi... Para Yahudi’yi de beraber getirdi...

["O saatte, şakirtleri İsa'ya gelip dediler: Göklerin Melekûtu'nda en büyük kimdir? İsa, yanına bir küçük çocuk çağırıp onu ortalarında durdurdu ve dedi ki: Doğrusu size derim; siz, dönmez ve küçük çocuklar gibi olmazsanız Göklerin Melekûtu'na asla giremeyeceksiniz. Bundan dolayı, kim bu küçük çocuk gibi kendini alçaltırsa, Göklerin Melekûtu'nda en büyük olur." (Matta 18. Bab, 1-4. Âyetler) Çocuk arılığına ulaşmak, militanlaşmanın doğru yönüdür... -Yevmiye Defteri’nden-]

- Sayın Doktorum; içinden geldiğin çevre, burjuva kültürü, İslâmî kökler, Sol’la temas, PKK ile buluşma ve sonunda İbdâ ile... Böyle geniş bir yelpazede... Çocukluğundan başlayalım... Özgeçmiş anlamında değil tam; biyografik bir iskelet kurup, onun üzerine giydirmek istiyorum sohbetimizi... Nereden, nasıl başladı hayat macerası? Bu alet (kasetçalar) elinden gelen gayreti gösterecek sohbetimizin tabiîliğini bozmak için; ama dün ısındık biraz... Konumuz sensin Doktorum; buyur...

- Saka; şimdi derler ya... Yeri gelmişken onu da söyleyeyim; bazen sorarlar insanlar birbirlerine; işte, “küçüklüğünü hatırlıyor musun”, “kaç yaşından sonrasını veya öncesini hatırlıyorsun” filan... Ve hep bana garip gelen bir şey vardır Hocam; yani genelde benim yakın veya uzak çevremdeki insanların hemen hemen hepsi somut yaşlar vererek, işte iki yaş, üç yaş, beş yaş vs. tesbitlerde bulunurlar... İşte “ben üş yaşımdayken şöyle yaptım, bunu hatırlıyorum” filan... Bunları ben hep yadırgarım... Yani niye?! Ya derim bu adamlar yalan söylüyor veya bende bir anormallik var... Çünkü ben hiç o kadar küçükken “şu yaşta şunu yaptım, şu yaşta şöyle oldu, şununla karşılaştım” gibi net yanıtlar veremiyorum...

- Yalan olmadığı kesin galiba Doktorum; anormallik... Benim meselâ, bir tane de olsa hatırladığım bir şey var üç yaşımdayken: Abim, babamdan izinsiz evlenmiş ve yengemi getirmiş İstanbuldan; yengemden kaçtığımı hatırlıyorum çok net... Bu hâdise olmasaydı ben de bir şey hatırlamıyor olacaktım belki...

- Benim yaş vererek hatırlayabileceğim olaylar Saka, en az altı yaş sonrasına rastgeliyor... İlkokula gitmem... Yani ondan önceki dönemleri somut verileriyle hatırlayamıyorum... Nedenini bilmiyorum... Çok flû, çok genel bir çerçeve içinde hatırlayabiliyorum... Şimdi geriye dönüyorum; benim bazen dezavantaj bazen de avantaj olarak algıladığım bir durum vardır... Ben iki çocuklu bir ailenin büyük ve erkek çocuğuyum, yani tek erkek çocuğuyum. Yani Türkiye’nin genel özelliklerinden birisi; erkek çocukların kız çocuklara tercih edilmesi... Böyle bir eğilim vardır... Aynı şey çok katı kurallara dayanmamakla birlikte bizim ailede de işleyen bir kuraldı... Erkeğe ilgi, erkek çocuğa alâka, üstüne titreme filân. Ben ilkokula başladığım zaman, ailenin de o sosyal statüsüyle ilgili olarak gerek okul idaresi, gerek öğretmenler, gerek çevreden gördüğüm muâmele ayrıcalıklı idi... Nisbeten ayrıcalıklıydı... “Bu şey çocuk” filân; benim ilkokula adım attığım ilk günden, okuldan ayrıldığım son güne kadar beş yıllık dönemde müthiş ayrıcalıklarım oldu... Bunların kimi hak edilmiş ayrıcalıklardı belki, ama bir kısmı da hak edilmemiş ayrıcalıklardı... Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar karnelerim hep “pekiyi” idi, yani hiçbir tane bile iyi yoktu... Bu meselâ hak edilmemiş bir ayrıcalıktı... Benim zamanımda “diş koruma” diye bir ders vardı ama benim dişlerim korunmuş değildi, fırçalamazdım doğru düzgün bilmem ne... Fakat buna rağmen otomatikman “pekiyi” alırdım... İşte böyle, “hayat bilgisi” konusundaki benim başarım tartışılabilir bir başarıydı; ama “pekiyi” alırdım, aldırılırdım filân... Bu ne demek? Yedi - oniki yaş dönemim müthiş bir şey dönemi oldu; hem kendisine büyük bir ilgi gösterilen aile tarafından, okul tarafından, çevre tarafından, hem benim çevremi ve kendimi tanımamda, sosyal yapıyı, dokuyu, halkı, toplumu filân anlamamda müthiş bir rol oynadı... Yani ben orda şunu gördüm: “Ayrıcalıklı olmak”! Veya “ayrıcalık şu demek”! Bunların farkına vardım... Tabiî çok iptidâî düzeyde, ama...

- Bu ülkenin büyük çoğunluğu da, bu ayrıcalığın farkına tersinden varıyor...

- İşte bu çok önemli; ülkenin çoğunluk nüfusunun bunun farkına tersinden vardığının farkına varmamıştım tabiî ben o zaman... Ben kendi cephemden... Ama en son tahlilde o yollar bir yerde birleşiyor işte...

- Örnekte görüldüğümüz gibi...

- Meselâ yani... Gerek ayrıcalıklı olarak kendinin farkına varmak, gerek aşağılanıp, ezilip, horlanıp kendinin farkına varmak; “öteki”nin farkına varmak! Ve ona göre davranma eğilimlerinin gelişmesi filân... İşte bu dönemle ilgili söylenebilecek bir sürü olaylar var; anılar filân... Fakat ben aynı dönemde şunu gördüm; meselâ evimize girip çıkan akrabadan, çevreden, eş-dosttan, yakınlardan milletvekilleri, yazan çizen insanlar vesaire... Bu insanların sık sık bizim evimize girip çıkması, ister istemez onlarla diyalog kurmana yol açıyor... Gerçi çok çocuksun, ama muhatapsın da aynı zamanda... Bu insanların bende bıraktığı ilk intibâ genel olarak, ortak özellikler olarak şöyleydi: Benim okulda yaşadığım, bana hissettirilen o ayrıcalıklı çocuk, özel çocuk imajıyla aynı bu milletvekilleri, ekâbirân, zât-ı muhteremlerin de okuldakine benzer bir yaklaşımı, davranışı olduğunu farkettim... Yani onlardan da hep önemli çocuk, iyi eğitim, aslan-kaplan vesaire... Yani hiç bir zaman eleştirel olmayan tavırlar, anlatabildim mi?.. Yani senin karşına geçip de “bak oğlum bu yanlıştır, bu doğrudur, bu çirkindir, bu güzeldir, bu kötüdür” tarzında değil... Hep ikili, sıfır-bir; aslansın-kaplansın tarzı mübalâğalı yaklaşımlar... Abartılı tarz veya yerin dibine geçirici itme kakma tarzı... Ben Allah’tan, birinci gruptaydım... Dediğin gibi Türkiye’nin öbür yüzündeki gerçeklik ise ezilen, horlanan bilmem ne... Tabiî sadece okulda değil evde, ailede, dayısı, amcası, şusu busu tarafından da “eşşek senden adam olmaz zaten”, “kalk”, işte “simit sat”, “bilmem ne yap”, “bunu okuldan alın” tarzında bir davranışlar silsilesi ve dizisine muhatap olan insanlar... İşte hayatın ilerleyen evrelerinde de bunlar insanın şeyini belirliyor. Buna mukâbil bir kızkardeş; benden çok daha başarılı bir insan... Yani emekte, çalışmada, kendini vermede, eğitimde vs. bana göre nisbeten daha az ayrıcalıklı okul içinde... Yani ayrıcalık dediğimiz şey her ne ise benim ondan aldığım nemanın onda biri kadar belki yararlanabilen bir kız kardeş... Çok başarılı, çok olumlu, çok emektar, kendini iyice veren ve çok daha zeki olduğuna inandığım bir insan ama bunun karşılığını benim düzeyimde alamayan... Ha okulda bunun karşılığını hak ederek, bileğinin hakkıyla alıyor, okul birincisi vesaire... Ama şey yok, pohpohlama noktasında bana gösterilen alakanın onda biri yok. Anlatabildim mi? Hâkezâ evde de öyle... Bana yüklenen misyon, benden beklenen bambaşka... Hâlbuki ben bu şeyi göstermiyorum... Objektif bakan biri ailenin içine bunu çok rahat görebilir aslında; der ki “bu haylaz, zaman zaman oportünist, zaman zaman üçkağıtçı”; böyle bir tip... Yani çok emektar, çok kendini veren, çok dişli, iştahlı, agresif bir tip değil; haylaz, oyunu moyunu seven, okuldan kaçmayı seven, üçkağıdı seven bir tip... Muhtemelen benim ailem de bunu görüyordu, görüyor olmalıydı, ama o korumacı yaklaşım, “olsun”, “gazla itmeyle, kakmayla yürüsün”cü yaklaşım, işte ayrıcalık olarak ifade edilebilir belki... Şimdi bütün bunların bende uyandırdığı bir şey var, olumlu taraf bu; ben bunları gözlemleyebildim: Aile içinde iki kardeşe eşit olmayan muamele... Tamam şöyle anlaşılmasın; başka ailelerdeki belirgin ve kötü davranış hakim değil... Hani kız çocuğa eğitim bile çok görülür, okutulmaz filân; öyle bir ayrımcılık değil bu... Ama yine de bir ayrımcılık... Benim daha o zaman bunun bir nebze farkına varmış olmam bende büyük bir sıkıntı oluşturdu, bir yara oldu bende; anlatabildim mi? Neden aile içinde böyle bir ayrım, okulda ayrım? Okulda da öğretmenler tarafından dövülen, itilen kakılan öğrenciler... Ve içinde benim de bulunduğum üç beş kişilik ayrıcalıklı grup... İşte bize ilişilmez, dokunulmaz, dövmek mövmek ne kelime, kötü kelâm bile edilmez... El bebek gül bebek... Toplumda böyle, çevremde böyle, ilişkilerimde böyle, ailede böyle, aile içinde kardeşle aramda böyle... Benim insiyâkî sosyalistliğim diyelim ona; sekiz - on yaşındaki çocuğun sosyalistliğinden ne olur, teorik mânâda bir ilgisi olamaz... Ama adına illâki sosyalistlik diyeceksek, veya başka bir şey; adil kişilik...

[Annem ve İrini Papa… Annem’in İrini Papa’ya benzediğini çok sonraları farkettim. İrini Papa’yı, oynadığı rollerden dolayı beğenmemin ardındaki gerçek aslında bilinçaltımdaki Anne imgesiymiş; bunu Nudem ortaya çıkardı. Annem, ailenin en küçüğü, 10 yıl aradan sonra gelen tekne kazıntısı. En çok kaplumbağalardan korkar. Şimdilerde sit alanı olan ve geçtiğimiz yıllarda restore edilen kocaman bir konakta doğmuş. Yıllar önce o konakta ben de kaldım, çok bakımsızdı. Ama büyülü bir yerdi. Annemin en eski resmi 13 yaşındayken çekilmiş olan upuzun, sapsarı, atkuyruğu saçlı olanı. Elinde de dondurma var; külâhlı. İfadesine bakarak duygularını anlamak çok zor. Resmin kenarları tırtıklı... -Yevmiye Defterinden-]

- Fıtrî adalet duygusu...

- Evet o işte; adalet duygusu... Bunun gelişimi o zamana denk gelir... Basit bir duygu değil ama, hani üzülüyorum filân... Nisbeten şuurlu bir adalet duygusu... Bir şeyler oluyor, toplumsal katmanlar var, kastlar var, karmakarışık bir işleyiş var; işte bunun farkına varıp, bunun üstünde durmak gibi bir ruh hâli... İşte bu dönemlerde iki ya da üç koldan donatıldığımı düşünüyorum... Birinci kol, babamın siyâsî kişiliği... Babam, 1950’lerden itibâren kendisini Millet Partisi’ne bağlamış, Osman Bölükbaşı’ya gönül vermiş, daha sonra Tarsus İlçe Başkanlığını yapmış Millet Partisi’nin; kendisini bu çizgide siyasete adamış bir kişi... Bilâhare, İhtilâl’den (1960) sonra CHP’ye geçmiş, Kemalist kisveye bürünmüş; ama tipik, işte bugünün milliyetçi sol dedikleri, Ecevit’in temsil ettiği ulusal sol... Ben buna sol diyemiyorum; milliyetçilik de değil... Kötü bir milliyetçilik; hem milliyetçi, hem Kemalist, hem de sosyal demokrat... Fakat bu sosyal demokrat kimliğin ardında Demokrat Parti’ye filân karşı duygusal temelde bir tavır; anti DP’ci bir CHP’lilik... Daha sonra istikrarlı bir çizgi takip ediyor; o tarihten günümüze kadar CHP, Ecevit, Baykal... Burada ideolojik bir bağlılık filân yok tabiî; tamamen duygusal, herşeyden bir parça, Türkçü arka plânı da olan, zorlama bir siyâsî kimlik... Tabiî duygusal da olsa, zorlama da olsa belirgin bir Kemâlistlik... Ve çok moda tabirlerle ifade etmek gerekirse: Modern, lâik, Batıcı, İstanbullu, İstanbul’un iyi bir semtinde oturan, ekonomik durumu iyi olan, iyi beslenen, çocuklarının iyi bir eğitim görmesini öngören ideal, iki çocuklu aile... Ve “biz sıkıntı çektik, ama çocuklarımız çekmesin”ci bir yaklaşım; bu anlamda çocuğuna kendini adama... Anne tarafından gelen damar ise; dayılar, anneanne filân Demokrat Parti geleneğinden... Bunlarda da anti CHP’cilik... Yine bir ideolojik nitelik yok; CHP dinsizdir, imansızdır, ezanı da Türkçe yaptı, komünisttir filân gibi, ideolojik değil de daha çok geleneksel kriterler... Temel kriter ezanın Türkçe yapılması; buradan hareketle “CHP komünisttir” tarzı Anti Moskof... Hatta anti Komünit değil de Anti Moskof... Bu önemli... Hani bilirsin de Anti Komünist olursun; böyle değil...

- Komünist deyince anlaşılan bu zaten Doktorum, Anadolu’da; dinsiz, imansız, ezanı Türkçe yapan, camileri kapatan, her türlü olumsuzluğun kaynağı olan, mukaddesâtımıza el uzatan namussuz bir figür... Hatta “gavat”... Bugün için, işte Kemalizm’in aslında din düşmanı olmadığı, Kemâl’in karısının da başı örtülü olduğu gibi Kemâl’i aklamaya dönen... Hâlbuki, Kemalizm’e lâf etmenin ipi boynuna geçirmek demek olduğu şartlarda, bu dinsizleştirme ameliyesinin sahiplerine karşı, Kemalizm’e karşı Komünizm üzerinden, CHP ve İsmet üzerinden geliştirilen bir halk muhalefeti, mukâvemetiydi... O gün için mâzur ve mâkul görülebilecek...

- İşte bu... Onların gözünde de CHP denilen şey bunları temsil ediyordu; hainlik, uğursuzluk, din düşmanlığı... Bu kanal da duygusal... Ana çizgi Demokrat Parti, arkasında Adalet Partisi, Süleyman Demirel... Ve tabiî partizanca; basit bir taraftarlık değil, partiyle angajmanı olan muhâfazakâr bir damar... Ama asla, tırnak içinde söylüyorum, radikal olmayan bir dindarlık... Dindar, dini bütün, geleneklere bağlı... Ve bu arada, çocuklarının eğitimine aşırı önem veren... Kendisi millîci belki, fakat çocuğunun bir yabancı okulda okumasından hiç rahatsız olmayan, aksine onur duyan bir aile tipi... Üçüncü damar, -bu özgün bir kişi- benim büyük Dayım, Annemin büyük Abisi... Bu da 35-40 yaşlarından itibaren kendini tamamen dine veren; tesbih, zikir, tarikat bağları olan çeşitli dinî çevrelerle içiçe olan,... Bu da politik düzeyde değil; tamamen saf, dinî temelde yoğunlaşıp kendini yetiştiren bir tip... Benle olan bağı kişisel... Beni örgütlemeye, angaje etmeye çalışan; kitap getirerek, anlatarak, menkıbelerle beni kavrayan, saran, kucaklayan... Üç kanal... Birinci kanal; Kemalist, klasik modern Türkiyeci, CHP’li Baba... Demokrat Partili, AP’li, Süleyman Demirelci, muhâfazakâr, milliyetçi, dindar ama modernizme açık Anne... Bir de üçüncü bir kanal; dindar, hatta daha ileri tarikat ehli ve sürekli beni örgütleyen, kavrayan, saran ve aşırı duygusal bir kişilik... Dayım... Ağlayan zaman zaman, duygulanabilen menkîbe anlatırken, gözleri dolan evliyâullahdan bahsederken... İşte bütün bunların sarmalındasın... Dayımla sürekli aynı ortamda olmamamla beraber sık sık gelip gidiyor... Anne babayla zaten berabersin... Böyle bir klima... Ve modern bir eğitim sürecindesin, iyi eğitim alıyorsun... Bir de abartılıyorsun, ayrıcalıklı bir kişiliksin... Ama şeyi de farkediyorsun bir adalet duygusuyla; “burda bir gariplik var”, “tahriş ediyor beni” de diyorsun... Fakat bir eylemlilik yok, örgütsüzsün o anlamda; duygusal düzeyde... İşte böyle bir ilkokul dönemi... Yani yeni yeni şekillenen, -tomurcuklanan diyelim- ilkel düzeyde, duygular temelinde bir siyasallaşma... Çocuk siyasallığı da denebilir buna; siyasal kimliğin ilk şekillenme evreleri... Ama zengin bir ortam; gelen giden itibariyle, giren çıkan itibariyle, eşraf-çevre ilişkileri itibariyle filân zengin bir çocuk siyasallaşması...

- Neler nelere vesile...

- Şimdi burada ilginç bir nokta var, buna değinmek lâzım... İlkokul yıllarının son iki yılı, dört ve beşinci sınıfından itibaren şeyi görüyorum, bu “eltilik” kavramını... İlk defa o zaman öğrendim... Amcalar, amca eşleri, yengelerim; bir “elti” kavramı ve kadınlar arası çekişmeler... Bende bir şey uyandırması, birşeylere karşılık gelmesi bu döneme rastlar... Mesele de şu: İlkokuldan sonra çocukların eğitim süreçleri; benim, kuzenlerimin... Bayağı kalabalık bir kuzenler topluluğu ve hepsi de hemen hemen aynı yaşta, bir iki yaş farkla akranlar... Tarih: 1972-1973... O dönemde Türkiye’de bu yabancı dille eğitim veren okul sayısı bu kadar fazla değil... Üç tane devlet lisesi; Galatasaray Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi... Biri Fransızca, biri İngilizce biri Almanca eğitim veriyor... Bunlar devletin, ama nitelikli eğitim veriyorlar... Ve özel eğitim veren, yabancı devletlerin finansındaki yedi – sekiz tane; Robert Koleji, Alman Lisesi, Saint-Benoit, Avusturya vesaire... Türkiyenin en kaymak tabakasına hitab eden, hepsi 10-15 tane okul... Şimdi bu 4.-5. Sınıftaki eltiler tartışması filân bundan; herkes çocuğunu ilkokuldan sonra bu okullardan birine göndermek gibi bir hedefin peşinde... Talep o zaman da yüksek bu okullara, ama bugünkü gibi değil... Gayrimüslim çocukların oranı yarıdan fazlaydı o zamanlar; şimdi her yerde mantar gibi... Şimdi bu eltiler arası örtülü-açık çatışmalar bize yansımaya başlıyor; “o çocuğuna hoca tutmuş”, “yok kursa göndermiş”... O zaman kolej sınavlarına filan hazırlayan en bilinen kurs, Galatasaray Lisesi’’nin açtığı kurs... Belki birkaç tane daha var, ama şey değil... Herkes akın ediyor Galatasaray’a; torpil filan da işliyor, bir sürü şeyler... İşte beni de götürdüler; kuzenler de orda... Bir taraftan bana tutulmuş bir özel hoca da var; Fehâmet Hanım... Benden beklenen; “bu kadar yatırım yapıldı, bu ata oynanır”... Fakat şöyle bir şey var; bana sağlanan bütün bu ayrıcalıklar gelip “sınav” köprüsüne takılıyor... Bir giriş sınavı var ve sınavın içinde torpil yok; burda kendini kanıtlamak zorundasın... Ve o yatırımın müthiş baskısı... Kimse sana sormuyor; SS kuralıyla sen bu sınavlara gireceksin ve kazanacaksın... Her okulun kendi sınavı var; merkezî değil... Gün geldi çattı ve garanti olsun diye beni 7-8 okulun sınavlarına soktular; Robert, Alman, Avusturya, Fransız... Ben, bütün bana gösterilen ihtimama rağmen; üçkağıtçı bir çocuk olduğum için, haylazlığa eğilimli bir öğrenci olduğum için girdiğim okul hariç diğer okulların hepsinde başarısız oldum... Kazanamadım; yedek listelerinde bile yoktum... Saint-Benoit’nın de yedek listesinde, yedeğin de sonlarındaydım... Şöyle olacak; o 90 kişilik asil listenin içinden yarısı tercih etmeyecek asil listeden kazandıkları okulu da, benim önümdeki 45 yedek yerleştirilecek de, 46. bana sıra gelecek... Olmayacak bir şey... Fakat oldu. Çağırdılar ve beklenmeyen bir şekilde ben buraya kayıt oldum... Tabiî kuzenler haklarıyla başarılı oldular; ikisi Galatasaray Lisesi’ni kazandı iyi derecelerle, bir tanesi Tarsus Amerikan Lisesi’ni, bir tanesi Üsküdar Amerikan Koleji’ni kazandı filân... Ben en başarısız tiptim, böyle kuyruğundan yakaladım...

- Bu durum, o eltiler arası rekâbeti daha da alevlendirdi tabiî...

- Evet... İşte, “benim oğlum Galatasaray Lisesi’ni kazandı, onunki burayı, şurayı kazandı”... Böyle absürd, zırva tartışmalar; ve bunun benim müstakbel eğitim hayatımda müthiş sıkıntılar uyandıran... Farkedebiliyorsun yani bu sıkıntıyı... Uzun, iki yıl hazırlık; toplam sekiz yıllık bir orta öğretim... Yepyeni bir kültür; ve “merhaba Lazarist papazlar okulu Saint-Benoit!"...

[28. 01. 2000… Sabaha karşı bir rüya. Nudem’i gördüm. Çok sevecendi. Sadece bakıştık. Mekân bütün rüyalarımda olduğu gibi yine kasvetli. Hiç konuşmadık; rüyânın kurgusu gereği ona kalacak bir yer arıyordum. PKK’de işleyiş böyle... / Ocak 1990’a kadar ortada pek birşey yoktu; ne olduysa, 5. Kat’ta cam silerken dengesini kaybedip aşağı düşerek hayatını yitiren yoksul genç kadının cesedini gördüğümde oldu. Acil servisin dışında, bir bankın üzerinde genç bir adam sessizce ağlıyordu. Evet, ölen kadının ağabeyiydi. Kısa süre sonra ayrılıp gitti. Yer Şişli Etfal Hastanesi; hava ve mekân ise hayli kasvetliydi. Seviyorum kasvetli mekânları; ama yaklaşık 10 yıldır o genç kadının cesedi beni sık sık ziyaret eder. Sebebini bilemiyorum; herhalde bilinçaltıma yerleştiği içindir deyip geçmek gerekir… mi? -Yevmiye Defteri’nden-]

- Sene 73?

- 74... Demin kanallardan bahsettik; CHP, muhafazakâr, dindar... Az çok oluşmuş bir kimlik... Şimdi bunların üzerine Hocam, dördüncü bir kanal; Fransız kanalı, Fransız kültürü... Sadece Fransız kültürü değil; üzerine, başka bir dinin mensupları olan ve çoğunluğu papaz olan hocalar...Derse giren hocalar matematik, fizik öğretmeni kimliğinin yanısıra “papaz” olan hocalar... Ortam soğuk; çok eski bir taş bina, 1273’ten kalma, 700 yıllık, kilisesi içinde, yüksek tavanlı sınıflar... Yepyeni bir atmosfer; soğuk, serin, kasvetli... Zaten benim hayatımda Saka, kasvete müptelâ olma Saint-Benoit ile başlar; o bina, o ortam... Anneannem höflü yerler derdi; irkiltici, ürpertici, cinli, perili yerler... Eğitim, hazırlık, Fransız, dil... Ve artık ordan sonra şeyden kopuş; mahallenden, çevrenden... Ben bunu bir tür... Geminin... Limandan uzaklaştıkça limandaki figürler silikleşir... Sana el sallayanlar vardır; önce bellidir Ali, Veli, onlar, bunlar... Uzaklaştıkça o figürler silikleşir ve daha sonra kaybolur; kıyı kalır uzaktan silüet halinde... En sonunda hepsi silinir; açık deniz!.. Benim durumum da öyle oldu biraz; birden bir uzaklaştırma, ayrı bir dünya...

- E büyük adam olacaksın ama...

- Tabiî... Bunun meşrulaştırılması böyle yapılıyor aile tarafından: Okuyacak, eğitilecek, büyük adam olacak; yani bıraksın çevremizi, hatta özellikle uzak olsun filân... Mecburen ayak uyduruyorsun...

- Senin yapabilecek bir şeyin yok ki...

- Yok! Çocuksun daha; "yok ben ayak uydurmayacağım” filân diyemezsin... İşte Fransız kültürü, Katolisizm, Hristiyanlıkla yüzyüze tanışma... Ama benim için geçmişten gelen o Ortaköy popülasyonunun... Benim çocukluk dönemimde Ortaköy’ün yarıdan fazlası yine gayrimüslim... Yahudi, Yunan, Ermeni; müslimler gayrimüslimlerden az sayıca... Bunun yanında, okulda Hristiyan kültürüyle yüzyüze gelme var... Orda bir kırılma var Saka!.. Şöyle... İşte ben orda Dayım için hep şöyle derim: “İyi ki vardın”! Yani beni İslam’a ısındırma eğilimleri... Hep derim işte: “Allah razı olsun”! Benim için bir kalkan oldu nisbeten... Âdeta çatışıyorsun...

- Savunmak, korumak gerektiğini hissettiğin bir nüve var...

- Evet bir nüve var! Eğitimi alıyorsun, ama bir direnç de var; “acaba burda beni Hristiyanlaştırırlar mı?” Aslında böyle bir açık yaklaşım yok; ama klima Hristiyan... Buram buram Hristiyanlık; papazlar filân... Sürekli onlarla muhatapsın, papazların rahle-i tedrisinden geçiyorsun, onların enspeksiyonundan geçiyorsun... Onlar senin üzerinde kontrol sağlıyor; seni sıraya sokan, seni yemekhâneye götüren, derste denetleyen, notunu veren adam o... Günün sekiz saati onların elindesin; mühim bir parça... Fransız eğitimi, kültürü vesâirenin yanısıra dini, yani Hristiyanlığı da öğreniyorsun... Böyle bir ders yok, ama öğreniyorsun işte... Dediğim gibi Hristiyan klima var, ruh var... Velhasıl, bu alttan gelen kanalların üzeri yeni bir kanal yeni bir kültür kazanıyorsun: Hristiyan-Fransız-Batı kültürü... Ve çelişkiler... “Ben müslümanım” diyorsun, bağlılıklarını hatırlıyorsun... İşte diğer öğrenciler, aileden böyle bir bağ kuramadan gelen İslâmla; o kadar şanslı değiller... Meselâ onların bir dayıları olamamış, onları İslâm’a bağlayan... Çok daha rahat adapte oluyorlar Fransız kültürüne... Tamam ben de adapte oluyorum, ama olurken direniyorum...

[Sarıklı mezar taşlarını çok seviyorum. Üzerlerinde Osmanlıca kitabeler, yanıbaşlarında asırlık serviler. Βοynuz güvesi kemiklerin tamamını tüketir. Tabiatın, belki de en ilginç varlıklarından biridir. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Ama adapte de oluyorsun sonuçta...

- Sancılı bir durum... Hep “Dayı” faktörü... Ama dediğin gibi çocuksun işte, transformasyon halindesin, gelişiyorsun daha; ister istemez o kültürden besleniyorsun ve yavaş yavaş Fransızlaşıyorsun Hocam... Ve kendi toplumuna yabancılaşıyorsun... Tamam toplumunla içiçesin; toplumunla, ailenle beraber yaşıyorsun, ama onlardan ayrısın, kopuksun... Senin yaşadığın gerçeklik artık Saint-Benoit gerçekliği... O isim, Saint-Benoitlı olmak; belli bir süre sonra içselleştiriyorsun... Türkiye’nin de bir gerçekliği var o dönem, özel bir konjonktürü var; 70-80... Türkiye sosyalist hareketinin Marksist-Leninist hareketinin legâl-illegâl kurumlaştığı dönem... Militanlaştığı, çatışmaya başladığı dönem, özellikle 76-77’lerden itibaren... İster istemez o toplumda yaşananlar bir sürü imbikten geçtikten sonra yansısa bile senin eğitim kurumuna da sızıyor... Diğer okullara çoktan girmiş, örgütlenmiş, eylemlilik kazanmış... Bu hareketler kamplaşmışlar, okullar paylaşılmış, Türkiye kuşatılmış, kamplaşmış, netleşmiş, çatışmalar yoğunlaşmış... Tabiî bu boyutta bir şey yok benim okulumda, ama gölgeler var... İşte benim okul içinde ilk Türkiye sosyalist hareketlerinden birine mensup bir insanla karşılaşmam, 1977... İsmini vermemde bir sakınca da yok, Murat Yıldırım isminde bir sınıf arkadaşım... Geldiği çevre itibariyle, Saint-Benoit gibi genelde burjuvazinin çocuklarının okuduğu bir okulda okuyorsa da, geldiği sosyal çevre itibariyle biraz alt sınıftan bir arkadaştı... İşte onunla, -politik tarz diyelim- örgütsüz olarak SB’ye girdi... Bir kişi, ama temas, etrafını etkilemesi... Detaylar sonra anlaşıldı, tartışıldı; ama “sosyalist retorik”... Bir bu... Yine, bizim okulda devlet okullarına nazaran hür bir eğitim var; -yani gözün açılıyor yavaş yavaş- yani ortaokulda Mao’yu öğrendim ben... Alafranga; Türkiye’de algılandığı gibi değil, Fransa’da nasıl algılanıyorsa... Mao’nun anne babasının psikolojilerine kadar, annesinin bir Çin milliyetçisi, bir vatanperver olması, buna mukabil babasının bir tefeci olması, çevresinde çok olumsuz bir kişilik olarak tanınması ve bu çatışmadan etkilenimleri ile Pekin’e gidip asker olması... Fransa böyle bakıyor, kitaplarına da böyle işliyor, öğretmenlerine de bu boyutlarıyla anlattırıyor... Yani “Maoizm şudur”, “Kültür Devrimi budur”, işte “bin çiçek açsın, bin fikir yarışsın” gibi değil... Öne çıkarılması gerekenin “anası kim, babası ne, hangi saiklerle Komünist oldu” filân, tamamen psikanalitik, Frodyen... Ve bunun altında da aslında Mao’yu tahkir etmek; yani “bak bu Mao, ama babası tefeci” filân gibi... Bu “babası da” kısmı var ya Hocam; Batı bunu kurcalayacak... Bugün nasıl Lâdin’e yapılan; eşcinselliğine kadar varan ahlâksızca ayak oyunlarıyla bel altından vurmalar filân... Aslında bu Batı’nın kültürünün mühim bir parçası; Batı Kültürünün mayası bu ...

- 28 Şubat’a hazırlık sürecinde Müslüm Hoca’ya yapılan...

- İşte bir de burdan siyaseti tanıyoruz; yani 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı, Almanya-Rusya çelişkisi, Stalin-Hitler... Ama asla ve kat’a ve ne hikmetse buralarda hiç Yahudi yok, Siyonizm yok, Judaizm yok!.. Hep Hitler var..

- "Kötü adam"!..

- Kötü adamlar; Mussolini var, Stalin var, Mao var... Ve bu figürlerin de, genelde hep psikanalitik açılımları... İşte buralardan siyaseti öğreniyoruz... Bir arakadaş daha var okulda... Ve bir de Ortaköy var; Ortaköy o zamanlar solcuların önemli merkezlerinden birisi, hatta kimilerine göre kalesi filân... Hemen hemen bütün sosyalist örgütler var... Aynı dönemde ailenin korkunç korumacı yaklaşımı var; “aman dışarı çıkma”, “aman kimseyle görüşme” “aman şöyle, böyle”... Ama görüşüyorsun işte; sokakta yürürken görüşüyorsun... Senin komşuların, semt çevresi yüzde doksan dokuz solcu zaten... Bunların bir kısmı da örgütlü, sempatizan, taraftar, sendikalı; önünde sonunda politize insanlar...

- İzmir gibi, “Gâvur Ortaköy"...

- Tabiî... Ermeni var, Yunan var arkadaş çevremizde; onlar da hep solcu... Onlar için solcu olmaktan başka çıkar yol yok zaten; solculuk onlar için bir açılım, önemli bir çıkış... Bakış açısı da toplumun; “bunlar Ermeni, Yunan gâvuru, dinsiz imansız herifler zaten”...

- Olsa olsa solcu olurlar...

- Onlar da bunu benimsemiş durumdalar... Böyle rengârenk... Her fraksiyon var; ve çok küçük bir grup da Kawacılar var, Kukcular.. Bir de Hocam, komşular arasında bir aile var; sosyal sınıf olarak burjuva, hatta burjuva üstü kapitalist bir aile, çok zengin... Hatay alevisi bunlar... Hiçbir ekonomik problemleri yok; fakat üç çocukları var, üçü de aşırı politizeler... Bir tanesi öğretmen, ikisi henüz üniversitede... Bunlarla temasım var; yaşça onlardan küçüğüm, ama beni seviyorlar, sürekli davet ediyorlar, evlerine gidiyorum, beni örgütlemeye çalışıyorlar... İlginçtir; üçü de üç ayrı örgütün elemanı... Senaryo gibi...

- Alevîlik ve solculuk, o dönem için daha fazla örtüşüyor...

- Tabiî.. Bugün nisbeten...

- O zamanlar terör kelimesi de yok, "anarşist”... Babam öyle derdi hep...

- Evet; "anarşistler geldi, anarşistler gitti”...

- Ve böyle beş - on koldan örülüyorsun

- Örülüyorsun evet; kelime bu... Ve giriyorsun Saka!.. O coşku var... Bir de o delikanlılık evresinin kaynama şeyleri... Bir haber geliyor, filanca yerde bir grup faşist sıkıştırmışlar; koşturup peşinden gitmeler... İleri konumdakiler de seni gazlıyor, “aslanlar koşun” filân... İşte bu saiklerle filân artık solun sath-ı mâiline giriyorsun... Zaten o dönemin gençliğinin bu tür saiklerle yetiştiğini söylemek mümkün... Gerçek anlamda politize olmuş çok az insan vardır...

- "Yürüyün abi, gidelim"...

- Yürüdük... Aynı dönemde baba tarafımdan birkaç akrabam İstanbul’a, üniversiteye geliyor... Üniversitede öğrenciler; üçü kız biri erkek... Yurtta kalıyorlar, ama sık sık bize yemeğe, kalmaya geliyorlar; babama emanet edilmişler açıkçası, “bunlara göz kulak ol” hesabı...Şimdi bunlarla konuşuyorum birebir; bunlar da beni örgütlemeye çalışıyorlar, bunlar da politize olmuşlar... Hatta o yedi kişinin öldüğü Hukuk Fakültesi baskınında, -16 Mart 78 olması lazım- işte bu ikisi yaralandılar, bir hafta on gün bizde yattılar... İkisi de Dev-Solcu... Diğer kızlardan biri, Behiye İGD’li, Emine TKP-ML’li... Dördü de sonuçta sıkı sosyalist... Yürüyüşler, eylemler... Gençlik dinamizmi, iç kaynamaları filân, adeta sana başka bir seçenek kalmıyor; yani sen sosyalist olacaksın... Bir de heyecan veriyor çevren, bir de okuyorsun... Nihayet benim, -uzatmayalım- sosyalist kimliğim, sosyalist imanım diyelim; işte o dönem kazanmaya başladım.

- Örgütlü olarak?

- Adını vermeyeyim; işte bir sosyalist örgütle temas, katılım... Ben bu örgütün propandasını Saint-Benoit’da yapmaya başladım Hocam, bir misyon üstlendim; 1979’da...Çok enteresandır; ilk defa değil belki, ama çok nadir bir durum Türkiye’de, Saint-Benoit gibi bir okulda Türkiye Sosyalist hareketine mensup bir bireyin "halkçılık” temelinde propaganda yapması, afişleme yapması, bildiriler... Yakalansan korkunç olumsuz bir durum doğacak; korku da var, polis molis... Ama bütün bunlara rağmen fişleme, bildiri filan eylemlerimiz oldu okulda... Bütün okul sarsıldı, çok aradılar... Ben ve öbür iki kişi; konuşmalarımız, birbirimizi gazalamalar, “devrim oluyor, yarın, öbür gün”... Tabiî hiç tutmadı; hiç...

- Öyle bir okulda...

- Ama denedik işte... Nihayet 80 ihtilâli... İhtilâlle beraber şu oldu Hocam; işte, bahsettiğim o ailevî kanallar, Ortaköy, üstüne Saint-Benoit, Katolizm, üstüne Sosyalizm... Sosyalizmi Fransa’dan görme; Marks, Lenin, Mao’ya o etkiyle bakma... Birikim anlamında müthiş bir zenginlik aslında...

- Zenginlik değil sadece...

- Tabiî müthiş bir kafa karışıklığı; Müslüman mısın, Sosyalist misin, Hristiyan mısın, muhâfazakâr mısın, Kemalist misin?! Ve Babam her ne kadar CHP’li olsa da MTTB ve MHP’lilik de var kökeninde; İlhan Dârendelioğlu arkadaşı... Sağın, Ülkücü hareketin mühim kellelerinden biri; Toprak diye bir dergi çıkarıyor... O zaman bizim eve Toprak dergileri de geliyor; Toprakları da okuyorum... Bir tane başlık atmış meselâ... Yedi-sekiz tane baykuş koymuş; Marks, Lenin, Stalin, Mao, Enver Hoca filân... Bu baykuşlar işte karanlıkta bir ağaca tünemişler filân... Bol slogan, gaz... İşte bir de böyle bir şey var... 1979’da galiba öldürüldü Dârendelioğlu... Sonra Kaddâfi var...

- Yeşil Kitab...

- Kırmızı, yeşil; her yandan müthiş bir donanım, etkilenim var böyle... Öte yandan korkunç bir kopuşma, kopukluk; paramparçasın... Herşeysin, hiçbir şey değilsin; böyle bir şey... O insandaki temel adalet duygusu var ya Saka, o duygu seni bunlardan biri olmaya doğru taşıyor... Beni Sosyalizme taşıdı.

- Ve 80 ihtilâli...

- Müthiş bir çöküntü... 10. Sınıftaydım; “fen”den başarısız olup, “edebiyat”a geçtim o sene, edebiyata gömüldüm Saka... Çok iyi bir başarıyla 11’e geçtim, son sınıfa... Fakat o 81-82 Saka; müthiş bir savrulma, serserilik... Büyük bir boşluğa düşüş; postmodern bir yaşam tarzı... Uzun saç, kirli sakal, yırtık kot; böyle şekle müteallik tezahürleri olan bir edebî-felsefî... İçe dönüş aslında... İşte bu dönemde “Çile” ile karşılaştım birgün, Sahaflar’da... Necip Fazıl ismini duymuştum, ama... Çile, o günkü psikolojimi kavrıyor; mumlar, cinler, periler, gökler, gölgeler... Düşmüşüm bir yere, bu düştüğüm yerde her şey var... Ve aile ile çatıştığım, babama tavır koyduğum, rest çektiğim dönem... Asi çocuk... O dönem, Ortaköy’de bu entel-dantel modasının başlaması; kafeler, barakiler... Toplumsal boşluk oralarda dolmaya başlıyor...

- Sistemli bir şekilde...

- Tabiî; depolitizasyon... Üniversite ile beraber, o üniversiter değil de kantin havası; yozlaşmanın devamı... Üniversite bir yükseliş değil, bir gerileme benim için... Yine demoralizasyon... Ailede bir sevinç; “bak serseri merseri ama üniversiteyi kazandı”... Farkımda değil... İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi... Ama üç kuzen de tıbbiyeyi kazanmışlar... Ailede o ilk sevincin peşinden bu şey başladı tekrar; “bak onlar tıbbiyeyi kazandılar”... Beni, o döneme kadar aklımın ucundan bile geçmeyen gereksiz bir tahrik, hırs bastı, gaza geldim... Seneye tıbbiyeyi kazandım... Gereksiz, sanal bir yarış aslında; ama piyasam arttı tabiî, “bak Hakkı da tıbbiyeyi kazandı” bilmem ne... Saint-Benoit Edebiyat’tan çıkıp da tıbbiyeye giren iki kişi var tüm okul tarihinde, biri benim işte... Bu dönem tam bir depolitizasyon dönemi Türkiye’de; ben 12 Eylülün ilk denekler grubunda ben de varım...

- 84’te PKK çıkıyor; senin...

- Çıkmış ama bize gelmemiş daha; gazetelerde üç beş cümlelik şeyler okuyorsun, “çapulcular” filân... O depolitizasyon sürecini besleyici şeyler çıkıyor o dönem; gizem konuları... Kurgubilim; Tanrıların Arabaları...

- Pornografiyle bulaşık...

- Ve bunalım edebiyatı, bunalım sineması, bunalımlı yazarlar... Oğuz Atay...

- "Tutunamayanlar"...

- "Tutunamayanlar"... Erich Fromm; "Sevmek Sanatı”... Desmond Morris; “Sevmek Dokunmaktır”... Böyle, dediğin gibi pornografiyle bulaşık; Fromm, Freud, sevmek, okşamak, sevişme, coitus filân... Ve gizem konuları; Peru’daki Ant dağları, uzaydan gelenler... “Sızıntı” da o dönemde çıkmaya başladı; onu da okuyoruz...

- "Zafer"...

- Sızıntı, Zafer; bunların bir rolü daha var o zamanlar... Bilim yapan tek dergi devletin, TÜBİTAK’ın Bilim Teknik dergisi; Sızıntı, Zafer bunun bir İslâmî alternatifi gibi çıktı... Bir de her resme tasma takarlar...

- Sûret haram ya Doktorum; boyunlarına bir çizgi atarak sûret bütünlüğünü bozup... Bugün televizyonlarında her nane var; ama o dönem bu kadar takvâ ehliydi beyler...

- Neyse, işte o dönem bunları da okuyoruz... Ve ruhçu yayınlar Saka; Bedri Ruhselman okuyoruz... Epey de ruh çağırdık bu arada, seans yaptık... Ve fikren tekrar “Dayı”ya dönüş...

- İslâm’a dönüş...

- Dönüş; ama bu çerçevede... Apolitik bir dönem; seni besleyen politik bir şey yok... İşte bu dönemde Ahmet Hulûsi; 86-87... “Dua” kitabıydı galiba... “Modern, dindar” filân... “Saçın da açık olabilir”, mini etek bile giyebilirsin, elinde de tesbih olabilir”...

[Babamla bir konu üzerine tartışıyoruz. Yer, bir spor salonu ve UV ışınlarıyla aydınlatılmış. Tartışma çatışmaya dönüşüyor, karşılıklı restleşip küfürleşiyoruz. Annemle, fındık taban fiyatları üzerine tartışıyoruz. O, bunun bir devlet meselesi olduğunu ve benim ilgilenmemem gerektiğini söylüyor. Ben ise bunun ulusal bir sorun olduğunu iddia ediyorum ve fiyatların düşüklüğünün bir köylü hareketine neden olabileceğini ve bunun da Doğu Karadeniz bölgesinden uç vereceğini söylüyorum. O, Karadeniz insanının mütedeyyin olduğunu ve böyle şeylere tevessül etmeyeceğini savunuyor. Dışarı çıkıp balıkçıya uğruyorum ve ona Cumhuriyet gazetesi satıp satmadığını soruyorum. O, bana yan tarafı işaret ediyor. Yandaki gazete bayiînden bir Cumhuriyet alıp çıkıyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Üniversite, depolitizasyon, "savaşma seviş”, ruhçuluk, Sızıntı, Ahmet Hulûsi... Bunları konuşmuştuk Doktorum en son...

- Üniversiteden beklenen... Hele Türkiye gibi bir ülke için daha büyük bir ehemmiyet arzetmesi lâzım; gerek akademik formasyon, gerek teknik eğitim, beyin yetiştirme bakımından... Türkiye’de üniversite sınavları büyük bir maraton, büyük bir strese sebep oluyor, hayat memat meselesi oluyor... Bu yarıştan sıyrılıp bir üniversiteye kaydolabilenler, kendilerince geleceklerini kurtardıklarını zannediyorlar... Toplumun her kesiminden insanlar bu üniversiter kurumlarda buluşuyorlar...

- Şunu sorayım Doktorum; “mutlu azınlık” dediğimiz kesimden bir ailenin, yabancı eğitim de almış bir çocuğu olarak, üniversitede fakir fukara çocularıyla...

- Zenginlik tek başına belirleyici değil; devlet liselerinden mezun bujuva çocukları ile yabancı dille eğitim yapan ve batı ülkelerinin kültür ve özelliklerini taşıyan yabancı okullardan gelenlerin durumu da farklı...

- Tıbbiye ile devrimcilik arasında bir yatay geçiş mi var Doktorum? Türkiye’den, dünyadan epey örnek var; Che, Kıvılcımlı, Üsâme bin Lâdin’in hemen yanındaki...

- "Tıbbiye’den her şey çıkar; ara sıra da hekim çıkar”... Böyle bir şey de var... Bu her ne kadar mübalâğalı bir yaklaşım da olsa, bütün dünyada, ulusların kurtuluş mücâdelelerinde hekimlerin ciddi bir katılımlarının, katkılarının olduğu, hatta zaman zaman öncü rollerinin olduğu da bir gerçek... Bunların en uç örneklerinden birisi Ernesto Che Guevera’dır. Che, Arjantin’de tanınan, bilinen bir ailenin çocuğudur; De la Serna ailesinin... Ekonomik bir sorunu yoktur... Tabâbet eğitimini tamamladıktan sonra, kendisinin astım problemi olmasına rağmen aşağı yukarı yedi sekiz bin kilometrelik bir yol katederek, Arjantin’den Bolivya’ya kadar gidiyor... Ve kafasında ciddi altüst oluşlar gerçekleştirmek, devrimci gelişmelere yol açmak gibi bir hedef var... Sonrasını anlatmaya gerek yok... Ernesta de le Serna, bilinen ismiyle Che Guevera dünya devriminin ve dünya devrimci gençliğinin adeta idolü hâline geliyor ve dünyanın bir çok yerindeki devrimci hareketler ondan bağımsız düşünülemiyor... Nerede bir yürüyüş, bir eylem varsa; Marks’ın, Lenin’in yanında, belki onlardan daha fazla, çok daha önde Che’nin fotoğrafları, sloganları görülüyor.. Öyle ki Che’nin Bolivya’da öldürülmesinden sonra, halkın Che’ye adeta Mesih gibi bakmaya başlaması... Tüm uluslararası platformlarda tartışılması... Pratikçi, enternasyonalist kişi olarak ortaya çıkması en azından; doktor devrimci olarak... Bunun dışında ulusal süreçlere baktığımızda ilk aklımıza gelen figür, sosyalist figür: Dr. Hikmet Kıvılcımlı... Bugün TKP-Kıvılcım adıyla andığımız organizasyonun kurucusu... Türkiye’de sosyalist anlayışa yeni bir katkı, belirleyici bir istikâmet vermiş olması açısından önemli bir isimdir... Hikmet Kıvılcımlı’nın bana göre şanssızlığı, kendisini takip eden neslin o kadar başarılı, sonuç alıcı olamamasıdır... Siyâset dışında, tabiblerin sanattan edebiyâta, kültüre çok geniş bir spectrumda Türkiye’de katkıları olmuştur... Bir Adnan Adıvar, Refik Saydam, Fahreddin Kerim Gökay, Hüsrev Hatemî, bir Ayhan Songar, Halûk Nurbâki, benim de hocam olan Prof. Dr. Ahmet Saltık... Saymaya kalksak, Türkiye’de ve dünya tarihinde kuşkusuz daha birçok hekimden bahsedilebilir... Fakat demin verdiğin örnek çok önemli; Üsâme bin Lâdin’in yanındaki, sağ kolu konumundaki Dr. El Zevâhirî... Hipokrat’a atfedilen bir lâf vardır; derler ki: “Hekim, Allah’ın dünyadaki elidir”... Burdan, sadece tanı koyucu ve tedavi edici meslekî-profesyonel bir mânâdan ziyâde, daha kapsamlı ve tabâbetin sadece dar anlamda bir hekimlik mesleği değil, bir sanat, bir sosyolojik, kültürel, edebî, devrimci süreçler silsilesi, bütünü olduğu...

[Che Guevara’nın kızı Dr. Aleida, 1997 yılında Atina’da bir söyleşiye katıldı. Dr. Aleida pediatri uzmanı ve Küba Komünist Partisi’nin üyesi. Birisi şöyle bir soru sordu. “Yüzünüzün hangi bölümü babanıza benziyor?” Dr. Aleida sağ elini burnunun uç kısmına koydu ve diğer eliyle “buradan yukarısı” der gibi bir işaret yaptı. Tam bu sırada içeri iki polis girdi; bomba ihbarı yapıldığını ve salonun boşaltılması gerektiğini söylediler. Organizasyonu üstlenen belediye başkanı salonun boşaltılmasına izin vermedi ve sorumluluğu üstüne alarak polisleri geri yolladı. Dr. Aleida’nın eli hâlâ burnunun ucundaydı. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Siyâsetten sosyal hayata, dinden felsefî düşünceye, cerrahlıktan devrimciliğe kadar...

- Evet, çok kapsayıcı, çok zengin bir ilim... Hatta eski Yunan’da, Mezopotamya’da ve bütün eski medeniyetlerde filozofların ve ilim erbâbının aynı zamanda tıp erbâbı olması... Yine tersinden bakıldığında tıp erbâbının aynı zamanda ilim erbabı olması, sanatçı olması... İşte bir İbn-i Sinâ örneği var; İbn-i Sinâ bir hekimdir, ama aynı zamanda bir matematikçidir, filozoftur... Hâkezâ Batı’da Galene de; bizim tıbbın, anatominin babalarından kabul edilen Galenos da şair, edebiyatçı ve felsefî notları olan bir büyük şahsiyet...

- Hekimlik ve akademik kariyerin ınkıtaya uğramış durumda; mültecisin şimdi...

- Ben... Söylemiştim, benim amacım hekimlik değildi aslında; edebî, felsefî bir temâyülüm vardı... Mâlûm saikler beni tıbbiyeye taşıdı... Fakat ben tıbbiyeye -meslekî anlamda olsun, ilişkileri, kavrayıcılığı anlamında olsun- tıbbiyeye çok kısa sürede adapte olduğumu düşünüyorum... Hiç zorluk çekmedim; teknik eğitim-öğretim anlamında... Bunda bana şunun yardımı oldu tabiî; tabâbetin terminolojisi % 50-60 oranında Grekçe, % 30-40 oranında Lâtince ve Batı dillerinden geldiği için, özellikle Fransızca başta olmak üzere bu dillerden birine hâkim olan için Tıp terminolojisi çok kolaylaşıyor... Hatta bazen hiç çalışmadan, kavram bilgisiyle sınavlardan başarıyla geçmenizi sağlayabiliyor...

- Az önce bunu da kastederek sormuştum; bu avantajlarla üniversiteye gelen o mutlu azınlık dediğimiz kesimin çocukları ile Anadolu çocukları açısından üniversite paradigmasını... İyi bir yabancı dil avantajı olmayan bu insanlar ezbere mecbûren...

- Evet şimdi bu avantajı olmayanların hem ezberlemek gibi bir dezavantajları var... Dezavantaj, çünkü ezberlemekle kalıcı olacak gibi değil; tıpta mekanizmayı, işleyişi bilmeden ezberci bir eğitim ve böyle diploma alan bir hekim, %80 oranında tıbba yeniden başlamak durumunda... İşlevden, mekanizmadan kasıt da, tıbbiyelerin 1.-2. Sınıflarında okutulan ve temel tıp bilimlerinden olan fizyoloji... Fizyolojisini bilmeyen, tıbbın mekanizmalarına da yabancıdır; ve ezbercilikle... Tekrar konumuza dönersek; benim tabâbete adapte olmam hiç zor olmadı, kolay uyum sağladım... Ancak benim tabâbet eğitimim içinde, genel yaşam karakterimin bir parçası olarak çok sayıda altüst oluş oldu. Bu altüst oluşların bir kısmı şahsî ve içtimâî hayata dâir... Diğer kısmı, tıbbiyenin ikinci yarısından, 86-87’den itibaren apolitik buzlar çözülmeye, iklim ısınmaya başladı... Bir öğrenci olarak bu havanın bize de yansımaması imkânsızdı; biz de bu yeniden şekillenmeye başlayan politik çevrelerle ilişkilenmeye başladık, alâkalarımızı kurmaya başladık...Tabiî 80 öncesine nazaran oldukça soğuk, kuru, kifâyetsiz; ama başlangıç olması hasebiyle önemli... Politize olmaya başlayan bir gençliğin emeklemeleri, kendini yeniden üretmeleri temelinde yadsımamak, küçümsememek lâzım, doğru algılamak lâzım...

- Doğru anlamanın bir bedeli oldu sana; akademik kariyerin, parlak geleceğin...

- Tamam... Şimdi ben tıbbiyeyi bitirdikten sonra yine bir ikileme düştüm; yani tıbbiyeyi bitir, hekim ol, mecburi hizmete git, sonra bir muayenehâne aç gibi önümde kuru, beni tatmin etmeyen hedefler vardı... Tıbbiyeyi bitirdikten sonra böyle birkaç aylık bir bocalama yaşadım; ne yapayım, ne edeyim?.. Biraz da tepkisel, bir mecburi hizmet kurası çektim ve 1990 yılının 5 Aralığında Afyon’un bir ilçesinde mecburi hizmete başladım... Fakat kesinlikle büyük sorun yaşadım, hiç adapte olamadım...

- Aradaki mesâfe mi?

- Aradaki mesafenin derin olmasına bağlı muhtemelen; toplumsal ilişkilerde büyük bir kırılma, meslekî anlamda da büyük bir tatminsizlik... Bütün bunlarla beraber 91 Nisanı’na kadar gidebilen beş aylık -bunun bir kısmı da izinlerle- bir mecburi hizmet süreci; benim sabrımın taştığı, dayanma noktamın kırıldığı evre oldu... İstifa ettim... Yeni bir kararla yurtdışına gitmek, yurt dışında ihtisası devam ettirmek... Bu yurtdışı seçeneklerden en belki bana uzak olanı Macaristan’dı; fakat bir furyaydı o dönemde, Türk hekimleri özellikle uzmanlık sınavından sıyrılmak için Macaristan’a ihtisasa gidiyorlardı... Macaristan’ın da böyle bir politikası vardı, ihtisas alanları açılıyordu... Ben de bu furya ile 1991 yılının Mayıs ayında Macaristan’a gittim; Peç şehrinde, Peç Üniversitesinde beyin ve sinir cerrahisi bölümünde ihtisasa başladım...

- Şimdi burada küçük bir parantez açılabilir; niye beyin ve sinir cerrahisi?

- Tıpta ilginç bir espri daha vardır; “hekimin aptalı cerrah, cerrahın aptalı da beyin cerrahı olur”; “ama en aptalı da beyin cerrahlarının eşleridir” derler... Böyle bir espri vardır... Gerçekten de beyin cerrahlığı hem meşakkatli, hem de hastalarının zor olması hasebiyle stresli, hem süresi daha uzun bir ihtisas alanı olması, hem de müthiş bir mesuliyet gerektiren bir ihtisas alanı olması... Fakat ben, insan sinir sistemine meraklıydım... Bu insan sinir sisteminin mekanizmaları, hâla bile, başta beyin olmak üzere, gizemleri diyelim, ilmî anlamda çözülememiştir, teknolojinin vardığı aşamaya rağmen...

- İnsan sinir sistemiyle, toplumun sinir sistemleri, devrimin sosyal mekanizmaları; bunun ortak gizemleri... Mi?

- Şu bir yıllık bir Macaristan macerasını bitireyim... Bu bir yıllık dilimde ben yine iç altüst oluşlar ve yalpalamalar yaşadım; ve Türkiye’ye dönüp yasaların da izin verdiği ölçüde ihtisasa devam etmek istedim... Fakat tam o sırada bazı ailevî, özel olaylar nedeniyle bundan vazgeçtim; 1992’nin 26 Ağustosuna kadar... Sonra Trakya Üniversitesi Anatomi bilim dalı... Burada biraz geri dönüş yaparak 1990’a... 1990’ın yaz aylarında Marmaris’te tatil yaparken, bir gazete bayiinden gazete alırken dikkatimi bir dergi çekti; Ak-Doğuş dergisi...

[08.05.00, sabaha karşı... Hangi şehirde olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Orta büyüklükteki Türkiye şehirlerden biri. Üniversite kampüsünün önünde bekliyorum, hava yağmurlu. Garip bir derinlik duygusu var. Sanki kampüs sonsuza ulaşıyor gibi duruyor. Otobüs ya da dolmuş bekliyorum. Muhtemelen tatil günlerinden biri zira benden başka bir kişi daha var. Etrafta kimseler yok ve vakit akşama yakın ve muhtemelen kış başlangıcı. Beklediğim yerin hemen yanında markete benzer bir yer var ve kapalı. Yakınımda da orta yaşlı, yaprakları tamamen dökülmüş bir ağaç var. Benimle birlikte bekleyen kişi bir kadın, 35-40 yaşlarında. Koyu yeşil renkli bir serçe marka araba geliyor ve şehre doğru gittiğini söylüyor. Kadın arabaya biniyor ve araba hemen uzaklaşıyor. Yalnız başıma beklemeye koyuluyorum. Cep telefonum çalıyor, telefonda S.M. “Selâm Kumandan!” diyorum. O da beni selâmlıyor. Hemen konuya giriyor. “Yakınındaki ağaca bak, kurumuş dallarda ne görüyorsun?” diyor. Daha biraz önce ağaca baktığımı ve hiçbir şey göremediğimi söylemek saygısızlığına düşmemek için ağaca tekrar bakıyorum ve hayretten dilimi yutacak gibi oluyorum. Ağaçta, 3 ayrı dalda 3 ayrı imge görüyorum ve bunlar canlı üstelik. Sağda, orta dallardan birinde emsallerine göre küçük sayılabilecek bir baykuş, hareketsiz bir durumda ve bana bakıyor. Biraz daha aşağıda ve gövdeye daha yakın dallardan birinde bir iskorpit, o da hareketsiz duruyor ve nihayet soldaki dallardan birinde sarışın bukleli saçları olan bir kadın yüzü ve aynı zamanda hareketli, bana sürekli göz kırpıyor. Gördüklerimi, biraz da heyecanlı bir biçimde K’a anlatıyorum. Bana, “Sakın onlara aldanma, onlar türdeşimiz değil!” diyor. Bu cümlelerden onların “cin” olabileceğini düşünüyorum. Teşekkür ediyorum ve telefonu kapatıyorum. İçimi bir sıkıntı kaplıyor. Ağaca tekrar bakıyorum fakat hiçbir şey göremiyorum. Bütün imgeler yokolmuş. Bir anda, anî bir hareketle ve sebebsiz bir biçimde kampüse doğru yürümeye başlıyorum, hava kararmış durumda ve yağmur çiselemeye devam ediyor. Ortalıkta kimseler yok. Her yer kapalı. Uzunca bir yürüyüşten sonra kampüse ulaşıyorum ve bir yolunu bulup içeri giriyorum. Kimseler yok. İleride bir koridordan ışık sızdığını görüyorum ve oraya doğru yöneliyorum. O da ne, 40-50 tane erkekli kızlı öğrenci şamata yapıyorlar. Beni görüyorlar ve hepsi koşarak yanıma geliyorlar, etrafımı kuşatıp dil çıkarıyor ve benimle eğlenmeye başlıyorlar. Kimi kolumdan çekiyor, kimi gıdıklamaya çalışıyor ve beni amfilerden birine davet ediyorlar. İte kaka ilerliyoruz ve beni bir yere sokuyorlar, aynı at ahırı gibi bir yer. Kafamı çıkarıp bakıyorum ve yüksek sesle bağırmaya ve tepinmeye devam ediyorlar. Birden K’ın telefonda söyledikleri aklıma geliyor ve bağırmaya başlıyorum, “Orospu çocukları, siz cinsiniz!”. Önce şaşırıyorlar ve birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. Bu arada, beyaz önlüklü, gözlüklü, ciddi tavırlı bir kişi yanıma geliyor ve “Benimle gelin lütfen” diyor. Onu tâkip ediyorum. Bir odaya giriyoruz, içeride hayli gelişkin bir teknolojik donanım göze çarpıyor. Bilgisayar ekranında bir göz eskizi var ve altında “Bu göz herşeyi görür” yazıyor. Telefonum yine çalıyor ve yine K. “Bulunduğun yerin neresi olduğunu biliyor musun?” diye soruyor. Birşeyler hissettiğimi fakat tam olarak bilemediğimi söylüyorum. Cevâben, “Cinlerin askerî eğitim alanındasın” diyor. Tekrar teşekkür ediyorum. Koşarak oradan ayrılıyorum ve şehre ulaşıyorum. Bir börekçiye giriyorum. Cebimde param yok. Sağa sola bakınıyorum ve dükkândan çıkıyorum. Yolda yürürken kimliğimin olmadığını farkediyorum. Börekçiye geri dönüp “Pasaport almak için nereye başvurmam gerekiyor?” diye soruyorum. Bana boş gözlerle bakıyor. Tekrar dışarı çıkıyorum ve yürümeye başlıyorum. Yolda Sedef Adası’na gitmem gerektiğini fakat bu adaya gitmek için pasaport gerekli olup olmadığını hatırlayamadığımı düşünüyorum. Her ihtimale karşı denizden ve “yürüyerek” gitmenin daha güvenli olduğuna hükmediyorum. Su çok sığ ve etrafta kepçelerle midye çıkaran bir sürü insan var. Adaya vardığımda aslında burasının Mersin olduğunu ve günlerden de Pazar olduğunu düşünüyorum. Yollar bomboş. Zeki dayımla (Büyük dayım) karşılaşıyorum. Bu arada onun Arnavutluk devlet başkanlığına aday olduğunu, hatırı sayılır bir oy aldığını ancak seçimi kaybettiğini öğreniyorum. S.M. üzerine konuşuyoruz. Onu kısaca tanıtıyorum. Dayım tereddütlü yaklaşıyor. “Mesleği nedir?” diye soruyor. “Fikir Adamı” diyorum. Garipsiyor. “Böbrek problemi var mı?” diye soruyor. “Bilmiyorum” diye yanıtlıyorum. Ortaçağ Tarihi’yle ilgili el yazması bir kitap gösteriyor ve yazarları arasında K’ın isminin de olduğunu belirtiyor. Kitaba göz gezdirmeye başlıyoruz… Okumakta olduğum kitaplar: Orthodox Psychotherapy / Nafpaktos Hierotheos, Tilki Günlüğü 5.Cilt / Salih Mirzabeyoğlu, PKK 5. Kongre Kararları, Eski Ahid... -Yevmiye Defteri’nden-]

- Marmaris ve Ak-Doğuş?!..

- Evet bu çok orijinal... Normalde Ak-Doğuş gibi bir dergiyle ve başka İslâmî içerikli bir dergiyle İstanbul’da karşılaşmak tamam da; İslâmî şeyi olmayan insanların tatil yaptıkları Marmaris gibi bir beldede, bir gazete bayiinde Ak-Doğuş’la karşılaşıyorum ve bir solukta okuyorum... Büyük bir heyecan... Derler ya hani; “bir kitap okudum hayatım değişti”... O kadar olmamakla birlikte, hakikaten bir dergi okudum ve hayatımda ciddi bir... Büyük bir empati yakaladım... Benim endirekt olarak İbda fikriyâtıyla tanışmam Ak-Doğuş’u okumamladır... Tabiî geçmişte Necip Fazıl’ı, “Çile”sini 80’lerde okumam filan da etkili; ama Büyük Doğu – İbda ilgisini yakalamam, İbda’yı tanımam Ak-Doğuş’la oldu...

- Bir geri dönüş daha yapalım burada Doktorum... Bir de tiyatro maceran var senin; “Bir Adam Yaratmak”...

- Aslında bu bir geri dönüş değil; bu tiyatro macerasının iki aşaması var... Ben tiyatroya katılma noktasında, 1988 yılında, kulakları çınlasın Türkiye’de amatör tiyatronun ciddi bir emektârı olarak kabul ettiğim Doktor Ertuğrul Tanrıkulu’yla tanışarak tiyatroya adım attım; O’nun tiyatro grubunun bir üyesi olarak tiyatroya başladım... 1989 yılında da Hroşima’nın işlendiği bir oyunda Enola Gay'in pilotu, Richard Waverly rolünü oynadım; mahkeme sürecinde... Ana rollerinden biriydi... Tekrar ismini anmak istiyorum; Doktor Ertuğrul Tanrıkulu’nun kulakları çınlasın... Tıbbiye’yi bitirdikten sonra araştırma görevlisi olarak tekrar Üniversite’ye dönünce; 92’nin Ağustos’unda... Tabiî bendeki o tiyatro alâkası hiç eksilmedi, fakat bu kez tiyatroyu oyuncu olarak değil de yönetmen olarak yapmak istedim... 93’te, “alternatif” kelimesinin kısaltılmışı olan “Alterna” ismiyle bir tiyatro grubu kurduk; Alterna Tiyatrosu... Yeni, amatör bir gruptu; aramızda deneyimli sayılabilecek bir kişi vardı, -onun da kulaklarını çınlatmadan geçemiyorum- Doktor Hamza Kaşıkoğlu...

- Yakın akrabası olsa gerek, 3 Kasım’da Düzce’den AK Parti milletvekili seçilen Metin Kaşıkoğlu...

- Bilemiyorum; fakat ona da başarılar diliyorum... Bu tiyatro grubunun, benim bu kez hedefim; tiyatroyu salt sanat olsun diye değil, Artaud’un dediği gibi- tiyatroyu bir siyâsî, toplumsal kürsüye dönüştürmek, mümkün mertebe politize etmek, ideolojik bir kimlik kazandırmak gibi, tırnak içinde bir “gizli” hedefim vardı... Bu nedenle de ilk seçeceğim oyun üzerinde epey düşündüm; sonuçta, o benim yıllardır içimde yer eden “Çile”yi, içimi kaynatan bir Necip Fazıl klasiği sahnelemek istedim... Dr. Hamza Kaşıkoğlu’yla da teâtide bulunduk bu konuda; ve onun da onayı ve önerisiyle “Bir Adam Yaratmak” üzerinde karar kıldık... Ve hummalı bir faaliyete giriştik; müthiş bir ruh, müthiş bir çalışma ve süratle oyuna hazırlandık... Tabiî bunun bir ideolojik eser olduğu üzerine epey spekülâsyon yapıldı; üniversite yönetimi ciddi ikilemler, ciddi karşı oluşlar yaşadı... Fakat bu eserin psikodrama olduğunu dayatmak yoluyla bütün kontrol mekanizmalarına, yönetime ben kabul ettirdim. Uğraştım, didindim, eserin oynanmasına engel olunmasına engel oldum... Ve neticede bir Necip Fazıl eseri sahnelendi... Ve abartısız söylüyorum, müthiş bir alâka gördü; yakın uzak, taraflı tarafsız bütün çevrelerden büyük bir teveccüh oldu... Bir veya iki kez temsil edilmesi beklenen oyun dört kere, daha sonra iki kere daha temsil edildi... Daha sonra ODTÜ şenliklerine, Çukurova Üniversitesi şenliklerine, İstanbul’da bazı tiyatroların toplu gösterilerine kadar katılım sergiledi... Oyun sırasında ve sonrasında ciddi bazı olaylar ve tartışmalar yaşandı... Özellikle Kemalist, gerek öğrenci, gerek öğretim üyesi çevrelerden yoğunluklu eleştiriler aldık... Fakat en nihayetinde, gerek eserin niteliği ve klası ve gerekse sahne kalitesi açısından kabullenildi ve büyük bir sükse yaptı... Edirne gibi bir yerde bile meselâ beklenmedik çalkalanmalar oldu, beklemediğimiz tebrikler aldık; yardım, destek sunmayı talep ettiler... İstediğim ideolojik-politik mesajı verebildim mi veya seyirciler bunu algılayabildiler mi? Ama coşku anlamında amacımıza ulaştığımızı söyleyebiliyorum... Böyle bir eserin üniversite camiasında, bildiğim kadarıyla bir ilk olduğunu sanıyorum... Varsa başka örnek, bu benim eksikliğimdir, bilmemem; bunu da kabul ediyorum. Son olarak şunu da söyleyeyim; dünyanın önde gelen amatör tiyatro festivallerinde biri olan Lizbon Amatör Tiyatro Festivali’nden de davet aldık... Fakat üniversitenin maddî destek vermemesi, başka bir sponsor da bulamamamız üzerine katılamadık maalesef oraya...

- Siyâsî sebeplerle mi?

- Üniversitelerin bütçeleri çok fakir bu tür faaliyetler için, ama bunun arkasında müellifin kimliği, kişiliği de ciddi bir rol oynamıştır... Eserin beklenmeyen bir başarı elde etmesi bile belli mahfilleri rahatsız etti; kesin biliyorum bunu. Yine de bu desteğin verilmemesinin politik olup olmadığı konusunda kesin bir bilgim yok... Neyse, böyle bir süreç de yaşadık...

[27. 03. 00… Bugünün "Dünya Tiyatrolar Günü" olduğunu unutmadım. Tiyatro denen zehirle tanışmam 1988 yılına rastlar. Beni tiyatro müptelâsı yapan adamın ismi Dr. Ertuğrul Tanrıkulu’dur. Tanıdığım en kaliteli tiyatro insanlarından biridir. Amatör anlamda oyunculuğunu unutamadığım adam ise Dr. Hamza Kaşıkoğlu’dur. Her iki ismi de saygıyla anıyorum... -Yevmiye Defteri’nden-]

- Sen "Bir Adam Yaratmak"ı yönettin, Ak-Doğuş’la tanıştın; biz de Coyotte’la tanıştık bu dönemde...

- Bu ilginçtir... Ak-Doğuş’la tanışmamı takip eden dönemde, periyodik olmasa da İbda etrafındaki dergileri takip etmeye çalıştım...

- Zaten sık sık kapanmalar, dergi isimlerinin değişmesi...

- Gibi bir takım handikaplar... Hemen aklıma gelen Taraf, Akzuhur, Akın Yolu, Kararlı Genç Adam gibi bir döneme damgasını vuran dergileri büyük bir iştahla okuyordum; artık bir bağlısı, adeta müptelâsı olmuştum... Tahkim... 94 olması lâzım; şimdi tam hatırımda yok ama... Ve Tahkim’e artık uzaktan bir okuyucusu, müptelâsı olarak değil de, bir sahiplenme düzeyinde bağlanma... Ve yine bununla birlikte bir rezonans olarak benim de onun bir parçası olma temayülüm süreci daha da netleştirdi... Bir deneme yazısı gönderdim ilk defa; Mustafa Yaşar’a gönderdim hatta...

- Kulakları çınlasın, çok emektar bir arkadaştı; Yazı İşleri Müdürümüzdü...

- Bu yazıyı illâ yayınlansın diye de değil, bir okur katkısı olarak... Başlık olarak da “Silâhlı Peygamber Gerçeği” başlığını kullanmıştım... Ve bir sonraki sayıda bunun bir makale olarak yayınlandığını gördükten sonra... Mustafa Yaşar’ın da bir teşekkür, takdir mektubunu aldıktan sonra; “Yazın, devam edin”... Coyotte müstearıyla yazmaya başladım...

- Buradan PKK’ya nasıl bir geçiş oldu Doktorum; iltihakın... İltihak doğru bir kavram mı?

- Entegre olma... 1993 yılında tiyatro faaliyetleri yürürken bir yandan... Sevimli bir tesadüf diyebiliriz; ben 1993 yılının 23 Şubat’ında, daha sonra eşim olacak Meryem Erdoğan Hanımefendi ile tanıştım. Aynı zamanda Tıbbiye’nin öğrencisiydi... Bir diyalog gelişti; ve bu uzadı, heyecan verici hâle geldi, derinleşti... Yani magazinel tabirle bir elektrik yaşanmaya başladı... Meryem Hanım mezhebî kimlik olarak Alevîdir, etnik kimlik olarak da Kürt’tür...

- Sen bir Sünnî ve bir Türk olarak...

- Ayrıca bu teatral faaliyetlerim münasebetiyle ideolojik rengim de belli olduğu hâlde, bana bakışında bir soğukluk olmaması benim hayatımın çok ciddi dönüm noktalarından birisidir... Çok derinlikli, çok kaliteli bir insan olması da benim seçiciliğime cevap oluşturdu ve çok ciddi paylaşımlar yaşadık... Tiyatro sürecinde, Necip Fazıl’ın eserinin sahnelenmesi sırasında bana en büyük yardımı veren insanlardan birisidir kendisi; teorik anlamda, mizansen bakımından çok destek oldu, müthiş bir coşku ve heyecan yaşadık... Ve 1993’ün Nisan ayında, yani iki ay gibi kısa bir dönemde evlilik sürecine girdik... 93’ün 13 Ağustos’unda, onun evinden habersiz bir biçimde Tarsus Evlendirme Dairesi’ne gidip evlendik... Ailesi büyük şok yaşadı, evlatlıktan reddetmeye kadar varan bir tepki gösterdiler... Daha sonra tedricen yumuşadılar ve 11 Eylül’de bir düğünle geleneğe de uyduk... 93 başından ta 95 sonuna, benim anatomi ihtisasını tamamladığım zamana kadar hayatımın belki de en zengin evrelerinden biri olarak kabul ediyorum... İşte bu en zengin; Necip Fazıl’lı, Tahkim’li, tiyatrolu, evlenmeli sürece bir de Kürt gerçekliği, Kürtler, Kürt Ulusal Mücadelesi...

- Yani, adını da verelim: PKK...

- Tabiî bu Kürt realitesinin benim hayatıma girmesi yeni değil, ben 1984’e, PKK’nın gerilla faaliyetine başlamasına kadar giden bir izleyicilik evresi geçirdim; gazetelerinden, yayın organlarından... Sadece PKK’yı değil, Türk ve Kürt sosyalist hareketlerini takip eden, yabancısı olmayan bir insandım... Hatta Tahkim’de de bir keresinde bununla ilgili bir makale yazdığımı hatırlıyorum... Önceki alâkam biraz daha şekillenerek, eşimin de Kürt olmasının etkisiyle biraz daha netleşti ve Kürdistan ulusal mücadelesine ilgim biraz daha ete kemiğe bürünmeye başladı... Biraz daha ilişkiler yakınlaşmaya başladı; örtülü temaslar, ilişkiler, tartışmalar, münazaralar, münakaşalar... Olayı izleyicilikten ileri evreye taşıdım... Tabiî bu evrede, Kürt yurtseverleriyle olan ilişkimde, onlar benim Tahkimci kimliğimi de bildiler; saklamadım... Çoğuna ben dergi de verirdim; bana beş altı tane Tahkim geliyordu... Aynı biçimde onların da özellikle İbda’ya bir teveccühleri olduğunu gözlerdim... Çünkü PKK ile Türkiye sosyalist hareketleri arasında muhtelif nedenlerden dolayı bir sıkıntı olduğunu, PKK’lilerin Türk sosyalist harekelerine bakışlarının İslâmî çevrelere bakışından daha soğuk olduğunu gözlemliyordum zaten... Bu şuna yol açtı, Kürt ulusalcılarının İslâmî çevrelere bu sıcak bakışı bana da sıcak davranmalarına yol açtı... Kısacası böyle yeni bir ilişki süreci... Kimi zaman konjonktürel nedenlerle gerilese bile hiçbir zaman kopmadı, canlılığından bir şey kaybetmedi...

- Daha sonraki hayatını ciddi biçimde, geri dönüşsüz biçimde etkileyecek bir beraberlik süreci...

- Bir hekim arkadaş şöyle diyordu; evliliğim ve bu PKK ile... “Böyle bir şey olamaz; kızılla yeşil bir araya gelemez” gibi...

- Sadece sosyalistle müslüman değil; Alevî ile Sünnî, Kürt ile Türk...

- Asla anlaşılamadı, ama işin içyüzünü bilen birkaç kişi, bunun özel bir durum olduğunu takdir ettiler tabiî... Aslında tam da sürece uygundu; cuk oturuyordu...

- Bugün burada olman, çok da kolay anlaşılacak bir şey değil gibi duruyor aslında! Çok parlak da bir yoldaydın; iyi bir eğitim, yurtdışında ihtisaslar, doçentliğe kadar gelen bir akademik kariyer, uluslararası platformlarda ilmî tebliğler, makaleler... Bugün, bu genç yaşında kesin isim sahibi proftun...

- Ben şöyle bir lüksüm olamayacağını anladım Saka; ben hem mesleğimi yapayım, hekimlik ihtiyaçlarımı tatmin edeyim, kariyerimi sürdüreyim, yükseleyim... Türkiye’de akademik kariyeri sürdürmek için, uzman olduktan sonra bir üniversitede devam edebilmek için iki koşul vardır; birinci koşul askerliğini yapmış olmak, 32 yaşına kadar, ikincisi de yabancı dil sınavını vermiş olmak... Ben bu yabancı dil sınavını daha önce vermiştim zaten, önümde bir tek askerlik vardı; askerliğimi hallettikten sonra herhangi bir üniversiteye Yardımcı Doçent olarak gidebiliyordum... Ama dedim ya Saka; bir yandan akademik kariyer yapacaksın, bir yandan Türkiye’de çok ince çizgiler üzerinde yürüyeceksin...

- Hem devlet memuru olup hem siyaset yapmak...

- Hele bir devrimci kimlik edinmek, siyasete aktif olarak katılmak; yok böyle bir şey Saka... Ben burada da bir şey yaşadım; hemen yurtdışına mı çıkayım, askerliğimi yapıp ondan sonra mı bazı arayışlar içine gireyim? Askerliği aradan çıkarmaya karar verdim; 1996’nın Nisan’ında askere gittim, Samsun’a... Hekimler oraya gider; Sıhhiye orda... İki aylık hazırlık döneminden sonra Şırnak’a düştüm...

- Aramışsın gibi Şırnak; Kürt...

- Hem de Şırnak’ta Özel Harekat, Komandonun hekimi; sürekli operasyona giden bir grubun hekim asteğmeni olarak... Gider gitmez de operasyonlar vesâire başladı... Tabiî Kürdistan gerçeğini, o trajediyi orada, yerinde görüyorsun... Sadece Kürt halkının, Kürtlüğün trajedisi değil; aksine, çocuk denebilecek 19-20 yaşında orduya gelen çocukların trajedisi olarak da algılıyorum... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarafında veya karşısında olmak gibi çok dar, çok çatışmacı bir bakışla değil; bir bütün olarak, bir sosyal yara, sosyal bir kanama olarak fiilen içinde yaşadım... İnsanlardaki büyük psikolojik problemler, müthiş bir umutsuzluk, azap, aşırı fukaralık ve aşırı bilenme-kinlenme karşılıklı... Kısaca insana ait bütün uç duygular spectrumunu orada yaşamak mümkün... İki aylık bir süre, benim bu işi bir gün daha fazla yapamayacağımı, geçici bir süre de olsa bu kadar trajedinin altından kalkamayacağımı öğrenmeme yetti... Siyasi kimliğim açısından da bu siyaseti kabul edemeyeceğime karar verdim... Bu durumda Türkiye’de yaşama hakkım da olamazdı; çıkmalıydım... Ve eşimle birlikte 1996’nın 2 Eylül’ünde Türkiye’den ayrıldım; ve ilk durak Bükreş oldu... Bükreş’te ilk tanıştığımız çevre de... Buna yarı şuurlu yarı tesadüfî diyebiliriz, yani özellikle gidip elimizle koymuş gibi bulmak şeklinde olmadı, fakat bir ilgi ve o birikimin paylaşılma ihtiyacı...

- PKK ile organik temas...

- Artık vücut teması; okuma tartışma değil, içindesin olayın... Türkiye’den gelen bir Türk, hekim, Tıbbiyeli, kariyer yapmış filân bir insan; ve yine yanında hekim bir kadın... Tabiî bu, benim bir Yunan dostumun bir sözü vardı, kulakları çınlasın “egzotik Türk” diye tabir ettiği bir kişilik... Benim PKK tarafından da algılanma biçimim bu; nadir, zor bulunan, uç bir egzotik meyve... Böyle görülmek bende bir sıkıntı doğurmuyordu, ama bir miktar kuşkulu bakıldığını da hissedebiliyordum; “Türkiye içimize mi sızdırdı bu adamı” filân gibi... Bunu daha sonra teyid eden, itiraf eden arkadaşlar da oldu... Sonra eşimden ayrıldık... PKK’nin genel prensiplerinden bir tanesi de; dernektir, kültür merkezidir , temsilciliktir gibi ortak mekânlar dışında kadın erkek ilişkilerini uygun bulmuyordu...

- Ya çocuk olsaydı peki?

- Bunun da örnekleri vardı ortamda; evli, çocuklu olanlar vardı, ama sonuç değişmiyordu... Erkekle kadının ortak çocukları olmasına rağmen bir araya gelmesi, aynı özel mekânda bulunması yasaktı.

[Mustafa Saka’nın bir şiirini Nudem’e ithaf edesim geldi... “Yarım birşeyler biliyorum adın meselâ / biraz da esmerliğin ve som siyah gözlerin / hangi gerçek benzemez ki bir yerden masala / Ne çok renge müptelâ oldum dilâra diye / revnâk içre gönlüme bir gölge esmer düştü / gönlümü içti gölgesi beni ara diye / Varlık yokluk temposunda kayboldukça doğru / kafiyesiz bir hasretin peşinde çok gece / yıldırımlar düşüyor göğsümden göğe doğru / Kalbimin en şah vuruşuyla çatlatıyorum / güneşin ve ayın zorlandığı bulutları / göğsümü değil gökleri rahatlatıyorum / Anlık bir şimşek aydınlığında siluetim / ve sesim ürkütüyor şehri ve beni bile / evet o şımarık çocuk benim felâketim / Yarım birşeyler biliyorum adın meselâ / adını söylemeye çalıştıkça ra diye / bütün bir gerçeklik dönüyor kadîm masala”... Saka’nın şu şiirini de kendime ithaf ettim gitti... “Oturup şerhetsem ruhunu / korkarım elimden kan çıkar / seninle oynadığım oyunu / kazanıncaya dek, bu can çıkar / Şehvet aynasında kırıldı / döndü beni yaktı o ışık / zannetme ki sona varıldı / artık herşey karmakarışık”... -Yevmiye Defteri’nden-]

- Peki çocuklar?

- Genelde hanımlar bakıyordu çocuklara; ve sadece ortak mekânlarda bir araya gelip görüşebiliyorlardı... Bunun adını koyalım: Kadınla erkeğin cinsel teması yasaklanmıştı PKK’da... Sebepleri ayrı bir tartışma... Apo’nun 86 yılından ta 98 yılının sonuna kadar, 12-13 yıllık dilimde yaptığı uzun ve kapsamlı çözümlemelerde okumak, görmek mümkün... Yalnız temel bir şey olarak şunu söyleyebilirim: Kürt kişiliğine ve Kürt kimliğine atıfta bulunarak Abdullah Öcalan, bu kişiliğin büyük travmalar yaşamış olduğunu, bu travma ve tahribatların Kürt kişiliğini çok ciddi biçimde düşürdüğünü, insanlıktan çıkardığını vurgulayarak; Kürt’ü öldüğü, kaldığı yerden kaldırıp yüceltmek temelindeki hedefinin bir parçası olarak açıklıyor... Kürt insanının, Kürt kadınının, Kürt erkeğinin PKK ideolojisi, politikaları çerçevesinde yeniden şekillendirilmesi, yeniden üretilmesi ve yepyeni bir kimlikle yeniden ortaya konması hedefi çerçevesinde kadın - erkek ilişkilerinin belli bir süre için dondurulması... Eğer böyle bir ilişkiye müsade edilirse işin yozlaşacağını, Kürt kişiliğinin buna müsâit olmadığını ve çatışılan gücün bundan istifade edip, bunu kullanacağını öngörüyorlardı...

- Bu yasak sadece "kadrolar" için, değil mi? Sempatizanlar için...

- Tabiî. Zira kadrolar kendi iradelerini örgüte teslim etmiş insanlardır. Örgütün kurallarına, talimatlarına kayıtsız şartsız uymak durumunda olan insanlardır. En fazla, uygun plâtformlarda eleştirilerini dile getirebilirler... Ama önce talimata uymak...

- Meryem Hanım kadro olarak katıldı PKK’ya, ama sen...

- Şimdi bu ayrılığımız süresince aslında bir deneme evresi yaşandı... Yani sizi hemen kadro yapmıyorlar, bir deneme evresi yaşıyorsunuz; bakıyorlar... Biz bu evrenin sonunda bir araya geldik, buluşup konuştuk ve uzun uzun değerlendirdik süreci... Meryem Hanım bu süreçte bir yığın ızdırap, sıkıntı, çelişki de yaşamasına rağmen, yani bunu böyle ifade etmesine rağmen; özde ve ruhta kendisinin ikna olduğunu, PKK’ya katılma eğilimi içinde olduğunu ve bu yönde katılım göstereceğini bana açıkça ifade etti... Bana sordu... Ben, “böyle bir kararım yoktur” dedim... Zaten ben başlangıçta, burdaki arkadaşlarla konuşmamda, bir alış veriş için geldiğimi ve burada kalıcı olamayacağımı zannettiğimi ifade etmiştim... Fakat arkadaşların çok sempatik, çok olumlu, zaman zaman ısrarlı taleplerine; “gel aramızda bulun, katıl, katılmasan da bir konumda dur, bize destek ol”... Ben şunu kabul ettim: “Elimden gelen bütün yardımı yapabilirim; hekimlik anlamında, tercüme, siyasî mülâhaza; ama irâdeyi teslim anlamında kendimi bağlamam!”

- İrâdeyi teslim ettikten sonra bunun yaptırımları da var...

- Gâyet tabiî... Meselâ teorik olarak örgütten ayrılabilirsin, ama ayrılamıyorsun kolay kolay; bir sürü evreden geçip partiden ihrac edilmene bağlı bir duruma kadar varıyor iş... Prosedürün teorisinden ziyade pratiği beni alâkadar ettiği için, ben böyle bir âidiyetin benim için sözkonusu olamayacağını... Artı, benim ideolojik olarak başka bir fikriyatla bağım olduğunu ortaya koydum... Yani İbda ile bağımı, örgütlülüğümü biliyorlardı; PKK beni buna rağmen kabullendi, buna rağmen dışlamadı, buna rağmen çok sıcak yaklaştı, çok olumlu yaklaştı ve çok sabırlı yaklaştı...

- Sabırlılıklarından kastın? Nelere sabrettiler meselâ?..

- Şu: Örgütün bir mensubu olmamama rağmen, dışardan biri olmama rağmen, ikinci çemberde olmama rağmen en alttaki kadrodan en üst düzeydeki sorumlularına kadar hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan sanki onlardan biriymişim gibi, sanki onların müfettişiymişim gibi açık ve net eleştiriler getirebiliyordum, tartışabiliyordum, müdahale edebiliyordum... Kimse de bana... “Sen örgütün mensubu bile değilsin, niye müdahale ediyorsun” tarzında en ufak bir serzeniş bile almadım... Bu bakımdan ben PKK’nin kadrolarının, -hangi düzeyde olursa olsun- olgun insanlar olduklarını gördüm; bu konuda da onlara duygularımı ifade ettim, bu olgunluklarını takdir ve tebrik ettim... Bu bakımdan büyük bir saygı duydum, ama eleştirilerime de hiç ara vermedim... Hatta zaman zaman kendimi aşan düzeyde eleştirilerim de oldu.

- Meryem Hanım’la son görüşmeniz o buluşma mı oldu?

- Eşimle bu tartışmadan sonra ta 1997 yılının Haziranı’na kadar; 96 Ekimi’nden 97 Haziranı’na kadar sekiz-dokuz aylık bir dilimde hiç karşılaşmadık, görüşmedik. Haber de alamadım... Katılma kararı aldıktan sonra artık eşim; Bükreş’ten daha nitelikli bir alan olan, ideolojik eğitim alanı olan Yunanistan’a gittiğini öğrendim... Ama hiçbir temasımız olmadı; ta ki 97 Haziranı’na kadar... Çünkü, bilâhere 97’nin Ocak ayında da ben gönderildim Yunanistan’a... Fakat bu da enteresan; normal koşullarda, Yunanistan’a gönderilen kadro adayları gelecek vadeden adaylardır... Ya partiye katılmayı kabul etmiş, yani örgüte kendi iradesini teslim etmiş veya çok ciddi bir temâyülü olan insanlardır... İşte bu ideolojik eğitim safhasında bunlar elenirler; kimileri kadro olur, kimilerine “altı ay daha eğitime gir; gelişmen gerekiyor” derler... Ya da derler: “Sen pasif bir konumda kal”; bunlara, yetenekleri ölçüsünde geri hizmetler verirler... Ama her hâlükârda ortak payda şudur: PKK’ya katılma, irâdesini teslim etme temâyülünde olan insanlara bu şans verilir; ve Yunanistan alanına gönderilir bu insanlar... Oysa ben Yunanistan’a gönderildiğim güne kadar, altı aylık bir dilimde dolu dolu tartışmışım; ve defalarca demişim ki: “Ben irâdesini asla teslim etmeyecek olan biriyim”... Bu konumdayken, beni Yunanistan’a gönderme konusundaki ısrarları enteresan...

- Belki de, "bu durum bizi aşıyor, gönderelim de orası karar versin, iknâ etmeye çalışsın” diye mi düşündüler?

- Belki de... Netice: 97 Ocak, Atina; burdayız... Ben buraya geldikten sonra ilginç bir şey de oldu: Buraya geldiğimde benimle ilk muhatap olanlardan bir tanesi, daha sonra, muhtevası hâlâ bilinmeyen bir şekilde teslim oldu Türkiye’ye... Mahir kod adıyla bilinen Fethi Demir isimli şahıs... O zamanlar Balkanlar ve Yunanistan sorumlusu... Önü açık olan ve teorik birikimi haylice olan bir kişinin benimle muhatap olması, uzun uzun konuşmamız... Ve bana ne düşündüğümü sorması... Ben yine, örgüte katılım dışında herhangi bir yardıma hazır olduğumu ifâde etmem; ve benim “Kürt Kızılayı” olarak adlandırılan Heyvasore Kürdistan’da görev almam...

[Eğer bir insan, İlâhiyat ve Ruh üzerine meselâ 1200 kadar kitap okumuş olsa ve hiçbir şeyin çözümünü bulamadığından şikâyet etse; bu insan için nasıl bir yargıda bulunurdunuz? Bu sorunun tek bir cevabı var: “Nefsâniyetten sıyrılmaksızın okunan hiçbir kitap bu hususlarda öğretici olamaz”! Yevmiye Defteri’nden-]

- Abdullah Öcalan’ın dine ve İslâm’a bakışı neydi Doktorum?

- Abdullah Öcalan sıklıkla din mevzuuna değinen bir lider... Bunun bir nedeni: Dünyanın çeşitli yerlerinden Şam’a gelen grupların arasında İslâmî cemaatlerin de olması ve mülâhazalarda bulunulması... Şam’a gelip kalırlardı bir süre ve uzun tahliller yapılırdı... Abdullah Öcalan’ın din mevzuu ile ilgili belli başlı çözümlemeleri olmakla birlikte, referans eseri: “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım”... Orada çeşitli dinlere bakışını, kendi siyâsî-ideolojik görüşü ile dinler arasında kurduğu ilişkiyi açıklıyor... Meselâ Türkiye’deki Sosyalist hareketlerin ilk dönemlerini, Apo eleştirir... Dine küfür edildiğini söyler. Aşırı formel ve aşırı Leninist bir çizgi takip edildiğinden bahseder... Bunun çok yanlış bir tavır olduğunu söyler...

- Dine küfreden bir devrimci hareket; ve buna mukabil kahhar ekseriyeti dindar olan bir halk...

- Tabiî daha başlangıçta bu halk ister istemez bu hareketlere karşı şartlanmışlardı... Yani Apo bunu görmüştü... Bu, işte “dinsiz, imansız, vicdansız, kansız kavat insanlar”... Bu bakış toplumda çok geniş bir mâkes buldu ve Türkiye’de sosyalistlerin halk nezdinde imajı bu şekilde oluştu... Apo’nun o anlamdaki değerlendirmesi, sosyolojik tahlil anlamında en azından, doğrudur bence de... Apo bunlardan, TKP pratiğinden dersler çıkarılmasını ister; bunun öğretici, ibret verici bir süreç olduğunu, bu hataya tekrar düşülmemesini ve dinin hayatî bir mevzu olduğunu kabul eder... Arap toplumlarında da komünist partilerin olduğunu, fakat etkinlik açısından bakıldığında müthiş zayıf kaldıklarını, halk tabanını bulamadıklarını ve bu komünist kadrolar üzerinde bile İslâmî değerlerin etkin olduğunu, belirleyici olduğunu Apo’nun gördüğünü biliyoruz... Bunun yanısıra, özellikle “bilimsel sosyalizm”e vurgu yapan bir partinin başkanı olarak Apo’nun, “din realitesi”nin değerlendirilmeden, üstünden atlanarak bir siyaset yapılmasının sonuç alıcı olmayacağını, çözümsüz olduğunu açık açık ifade ettiğini biliyoruz...

- Said Aykut’un bir çevirisi yayınlandı, Yapı Kredi’nin bir dergisinde; Arap sosyalistleri de İslâm’a avdet ediyorlar şimdi...

- Şimdi aklıma geldi... Bu, PKK'nın koyu Leninist kadroları, "Allah" kelimesi yerine "İsmail" kelimesini kullanırlardı... Bu kelime, onlar bilinçsizce, kulaktan dolma kullanıyorlardı, aslında bir Yahudi tarzını gösterir; zira İsmail, aslında Samail'in yani kara meleğin yani Azazil'in yani Şeytan’ın ifadesidir Yahudilikte; ki Allah'a şirk ve reddiye ihtiva eder... Bunu söyledim o zaman; Müslüman hassasiyetlerini yüreklerinde taşıdıkları için bıraktılar ve hatta ürperenler oldu... Bu hassasiyeti maalesef büsbütün kaybetmiş birkaç kişi devam ettiler... Cehalet kötü şey Saka!

[Τarih; Ekim 1997… Serxwebun gazetesi, sayı 190. PKK genel başkanı Abdullah Öcalan şöyle diyor: “Eskiden ‘Osmanlı’da oyun bitmez derlerdi’, şimdi de TC’de oyun bitmiyor. Seçenekler de kolay kolay bitmez. En sağcısından en solcusuna, en İslâmcı’sından en Yahudisi’ne kadar bütün alternatifler hazır ve gerektiğinde kullanıyorlar. Daha önceki hükümet Erbakan’ın yeşil kravatlı ve renkli hükümetiydi, ama yanıbaşındaki kadın Amerikan ajanıydı. Bu özel savaş hükümetiyle bir yıl kurtarıldı. Ardından bir Alman renklisiyle birlikte Siyonist dayanaklı ve en radikal Kemalist’i de işin ortasına oturtarak yeni dönem politikalarına taze kan vermek istiyorlar. Biraz da demokrat çeşni havasıyla sürece giriş yaptılar. Ecevit, meşhur klasik taktiklerini devreye sokarak; 8 yıllık eğitim ve köy-kent politikaları ile bütünüyle Kürt çocuklarını asimilasyondan geçirmek istiyor. Yine daha önceden, devleti kendi içinde zorlayan kurumlara çeki-düzen vermek ve bunları daha ciddi devlet kurumları haline getirerek, yeni ordu kurumunu sağlam, temiz hale getirme planı sözkonusudur. Kirli savaş ile biçimlenen çete oluşumlarında biraz temizlik yaparak, daha başarılı bir ordu kurumuna ve onun bütün güçlü savaş kurumlarına ulaşmak isteniyor. Bütün bunları da Siyonist destekli dışişleri yoluyla götürmeye dikkat etmektedir. Yeşil renk Erbakan tayfasının o külâhlarına değil, Yahudi külâhlarına daha fazla gerek duymuşlardır”. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Bu arada Yahudilikle ilgili değerlendirmeleri nasıl Abdullah Öcalan’ın?

- Yahudilikle ilgili değerlendirmelerinde; Yahudiliğin, bir ulusun dini olarak özgün bir konumu olduğunu görüyor... Ve dünyada tek örnek olarak koyuyor, ki doğrudur... Hem milliyet hem din mensubudur; “Yahudi” dediğimiz zaman bu ikisini birden anlarız... Burdan yaklaştığında Öcalan, bunun çok riskli bir şey olduğunu söyler; “milliyetçi bir din anlayışı”... Yahudiler dinî anlamda gelişmeden evvel, yahudilerin bir ulusal kimlikleri yok, bir topluluk düzeyindeler...

- Ben biraz bize benzetiyorum; olumlu anlamıyla tabiî... Türk, uluslaşmak için güya İslâm’dan uzaklaştıkça millî kimliğini de kaybediyor aslında... Batı’da özellikle, “Türk” deyince “müslüman” anlaşılıyor hâlâ; 80 yıllık dinsizlik denemesine rağmen... Araplar için kesinlikle bu derece net bir indirgeme yapılmıyor; “Müslüman mısın, Hristiyan mısın, Yahudi mi?” diye sorulabiliyor bir Arab’a... Ve şunu hissedebiliyorum ben, kendi üzerimdeki bakışlardan bile; “bu tehlikeli madde”... Bir parantezdi Doktorum; buyur...

- İslâm’la Türkler’den daha önce Araplar vasıtasıyla tanıştı aslında Batı; savaştı da... Fakat aynı şey değil Yahudi’yle; Türk ulusu bir dinin potasında erimiş, İslâm’ın olmuş diyelim, Yahudilik ise bir ırkın...

- Demek istediğim buydu; bu söylediğin çok önemli Doktorum...

- Yani "Yahudi" deyince; hem dinci, hem şövenist... Abdullah Öcalan nisbeten farkındaydı bunun... “Musevîlik herşeyi Yahudi için öngörür, tüm dünyayı Yahudi merkezli anlar” derdi... “Bunlar dışında herkes köle durumundadır”... Bunun, “dinde şövenizmin en ileri aşaması olduğunu” söylerdi...

- PKK’nın yanlışları diye sormak istemiyorum, ideolojik olarak yanlışlıyoruz zaten; temel zaafları neydi, ideolojik yetmezlikleri nelerdi peki PKK’nın? Ki bugün, bu kadar savruluyor...

- PKK, ortaya çıktığı dönem itibariyle iki hatta yürüyen bir parti... Birincisi: “Ulusal” temelde, “özgür bir Kürdistan”... İkinci hattı ise: Sınıfsal; bilimsel sosyalizmi önüne ideoloji olarak koyan ve bu temelde bir Kürdistan öngören bir parti... Bu evsafta, önüne bu hedefleri koyan partiler enderdir; ya ulusalcıdır, milliyetçidir veya sınıf mücadelesi yürüten partilerdir... Ama bunun ikisini birden önüne koyan parti çok nadirdir. Yani PKK çok güç bir iddia ile ortaya çıktı. Bu iddianın eylemlilik aşamasına gelindiğinde, her ne kadar teoride iki koldan yürüme esas alındıysa da, çok tabiî olarak bir ulus olma yolundaki ilerleme sınıf mücadelesi hattına hakim oldu... Teoride bu böyle olmamakla birlikte; öne geçti... Hâl böyle olunca; engellemeye çalışılsa bile, parti içinde ulusal hissiyat öne çıktı... İstenildiği kadar ideolojik eğitimden geçirilsin, tabanın ulusalcı yanı öne çıkıyordu... Ki bunu da ben çok tabiî karşılıyorum...

- Genelde, şuurlu katılımdan, neyin ne olduğunu bilerek, konjonktürü doğru takip ederek, siyasal bakış sahibi olarak, sosyalist ideolojiyi özümsemiş olarak katılım gösteren insanlardan ziyâde, senin gibi meselâ Doktorum; ezilmiş, acı çekmiş, işkence görmüş, dışlanmış, itilip kakılmış, ikinci sınıf insan muamelesi görmüş bir halkın insanları..

- Bu insanlar PKK’da kendilerini buluyorlardı Saka; yani onların eviydi orası, onların partisiydi, onların kurtarıcısıydı... Buna kendilerini inanılmaz derecede yatırıyorlardı, büyük bir savaşçı kişilik gelişiyordu... Fakat bu savaşçı kişiliğin ideolojik, politik, sosyal, kültürel ayakları zaman zaman aksıyordu; her ne kadar teoride bunun da kapatılması öngörülüyorsa da..

- PKK muhaliflerinin ve daha sonra PKK’den ayrılanların en temel eleştirileri: Apoizm...

- Zaten 1077-78’lerde... 84’teki ilk gerilla eylemine kadarki zamanda... Buna Ankara merkezli çekirdek kadrolaşma da denilebilir... Burda bazı açıklamalarda bulunmak lâzım Saka... Apo şöyle değerlendiriyor 72-78 dönemini; yani Ankara Siyasal’a geliş, Mahir Çayanlarla, devrimcilerle tanışma...

- Biraz da şahsî...

- Evet doğrudur... Şunu vurgulamak için söylüyorum: 72-78, ideolojik öğrenim dönemi; Apo okuyor, sosyalizmi öğreniyor... 78-84; grup, örgütlenme, teoriyi yazma evresi... İşte bu 72-84 evresine “Apoist” süreç veya “Apocular” dönemi diyebiliyoruz... Çünkü bu adlandırma zaten kullanılıyor; “Apocular”... PKK, gerilla evresine 84’te geçse de, ilk eylemi PKK’nin 1976’da Dersim’de gerçekleştirilmiştir... Bu ilk eylemi yapan da Aydın Gül isimli bir militandır... Yani tarihi buraya koymak lâzım. 84’te kadar, 80 darbesiyle sıkıntı yaşamış olsalar da yine eylemleri var Apocuların... Bucak Aşireti’ne karşı eylemleri var, Siverek-Silvan pratikleri var... Bunlar detay tabiî... Ama şu... Apoculuk’tan girdiğimiz için; “Apoculuk”, kavram olarak daha işin başında var... Ve benim, 95’lerden sonra, ilk jenerasyon diyebileceğim insanlar sürekli serzenişte bulunurlardı bana; işte “teknoloji girdi, diplomasi girdi, Avrupa cepheleri girdi; PKK diplomatize oldu, Avrupalılaştı ve Apoculuk geriledi”... “Apoculuk” neydi? Şimdi onu çok özet olarak söylemek lâzım. “Apoculuk”; taviz verilemeyeceği, esnek tartışmaların kabul edilemeyeceği, dönemin özel olduğu ve buna göre faaliyetlerin yapılacağı ve kademelerin hiyerarşiye büyük saygısı olması gerektiğini öngören bir devreydi...

- Apoculuğu eleştirenler bunu değil; tam tersine, “Apoizm” demekle, eski anlamıyla Apocu olmamayı eleştiriyorlar...

- Tamam; ben önce adlandırmayı doğru yapmak için bunları söylüyorum... Yani “Apoculuk”, bugün ortaya atılan bir kavram değil, daha başından PKK’nin, var olan fakat öz değiştiren birşey... PKK ismini aldıktan sonra da örgüt, “önderlik kurumu” diye bir kurumun ihdas edilmesi Abdullah Öcalan tarafından; Apo’nun kimliği, PKK’deki yeri ve üstünlüğü hiç tartışılmaz... Apo’nun çözümlemelerinde, konuşmalarında, tâlimatlarında, örgütün bütününde tek hâkim olarak, birinci derecede müdâhil olarak bulunması; PKK’da insanlar bunu bir büyük baskı olarak görmüyorlardı...

["Doğruların Diktatörlüğü”nü doğru anlamak lâzım! "Dikta" terimi Latince, "Dico" (Dicere) teriminden köken alır. Bu terimin: Söylemek, belirlemek, anlatmak, yönlendirmek, açıklamak gibi anlamları vardır. Fransızca'daki "Dire" (Söylemek, Demek) fiili de bu kelimeden orijin alır. Diktatorya kavramı ise: "Yönetim yetkilerini elinde tutmak " anlamına gelir. Yine Fransızca'daki "Dictée" (yazdırma), “Diction” (sözü doğru söyleme) kelimeleri de aynı kökenlidir. Birçok dilde olduğu gibi Türkçe'ye de giren "Dikte Etmek" (Yazdırmak, talimat vermek) deyimi de aynı kökenden gelir. Siyâsî diktatörlük ikiye ayrılır : 1-Gerici diktatorya. Meselâ Kemalist Diktatorya. 2-Devrimci (Revolutioniste) diktatorya; ki bu ilericidir. Bir önderliğin kitlelerle ve nihâyet örgüt kadrolarıyla arasındaki devâsa uçurum, göreli olarak onun öngördüğü doğruların ve müstâkbel gelişmelerin çok daha geridekiler tarafından, farklı nedenlerle görülemeyişi tabiî olarak bir "dikte" yi gerektirir. Bu dikte gerici ya da bastırmacı değil, ilerici ve değiştiricidir. Bu nedenle, sıradan liderlerle önderleri birbirine karıştırmamak gerekir. Meselâ: M. Kemal bir liderdir, ama bir önder değildir. Onun, sürüklediği kitlelerle olan mesafesi birkaç yılla sınırlıdır. Önderlik müessesesi ise apayrıdır. Önder hem liderdir, hem komutandır, hem de görünmeyen yarınların öngörücüsüdür. Bu yönüyle peygamberâne ve fazıl bir makâmı temsil eder. Böyle bir önder, hâliyle "dikte eder"; etmesi gerekir. O bir seçkindir, çoklar arasından seçilendir; ve seçkinliğinin pratiğini yerine getirmesinden daha tabiî bir şey olamaz. İşte bu, "Doğruların Diktatörlüğü"dür. İdrâk'ı olmayan, Üst Bilinç boyutuna uzak düşmüş olan, çaba inceliği ve öngörüsü bulunmayanlar bunu kavrayamazlar; ve Horace' ın şu sözünün öznesi olurlar : "Quid Aeternis Consiliis Minorem Animam Fatigas?" Yani, küçücük beyin kapasiteleri devâsâ idrâkleri yorar durur." Ave Caesar, Martyri te salutant" (Ey Sezar; Şehitler seni selâmlıyor!) -Yevmiye Defteri’nden-]

- Orijinal bir durum değil mi bu? Bir partinin zaten bir önderi olur; bir de "önderlik kurumu"?!

- Fakat Saka, bana çok da yanlış gelmiyor... Tamam, bütün örgütlerde önder en tepedeki kişidir, kurum değildir; ama meselâ ben Kumandan’a bakıyorum, Kumandan’ın bir “kurum” olduğunu görüyorum, ben öyle kabul ediyorum... Tabiî bunu PKK ile kıyaslamak için söylemiyorum; benim açımdan Kumandanlık bir kurumdur, bunu söylemek istiyorum... Fakat PKK’da, 1993 ateşkesinden itibaren ideolojik-politik problemler görüyoruz; stratejinin taktikleşmesi ve taktiğin stratejileşmesi... Artık o noktalara gelinmeye başladı ki, strateji diye bir şey kalmadı... Taktikler de mukayyet değil, uzun vâdeli bir stratejiye dönüştü... Hele son 99 komplosundan sonra, Apo’nun tutsak edilmesinden sonra bu gerçeği biraz daha fazla görüyoruz...

- Örgütte onun koltuğu hâlâ doluymuş gibi, hâlâ o konuşuyormuş gibi, hâlâ o yönlendiriyormuş gibi...

- Bu, İmralı ilişkileri açısından doğru... Bir başkanlık konseyi ihdas edildi ve bu konseyin bir başkanı olmadığını gördük... İşte burada soru işâretleri başlıyor... İşte Apoizm denen olgunun aslında bir ideoloji değil, bir sentez olduğunu görüyoruz; muhtelif ideolojilerin bir sentezi... Ve bana göre Marksist-Leninist ideolojinin, sosyalizmin, burjuva demokrasisinin, Hristiyanlığın ve kısmen de İslâmî değerlerin bir toplamı gibi...

- Buna gerek sosyolojik gerek felsefî anlamda "köylülük" de dahil mi?

- "Köylülük" belki müstakil bir başlık oluşturabilir, ama PKK’nın ideolojik şemsiyenin belki de harcıdır “köylülük”...

- Feodalizm, kendi jargonlarıyla...

- Orada feodal yapının bu zeminde; baba-oğul, ağa-maraba ilişkileri, bu tür arayışlar... İşte Apo’nun sadece bir önder olarak değil bir ağa, bir baba olarak algılanması... Bir koruyucu adam... Tutsak edilmesinden sonra ağanın, babanın ölüp gitmesi gibi...

- Ve ailenin dağılması... Veya dağılmamak için Apo’nun mânevî şahsiyetine, İmralı’ya yönelmeleri...

- Birçok dostum, hatta bir tanesi çok üzerine basarak söylüyordu, o imanlı bir sosyalistti; “Apoizm bir dindir, bu dinin peygamberi veya ilâhı da Apo’dur” diyordu...

- Benim de bu soruyu sormaktaki asıl maksadım şuydu, PKK’yı dışardan okuyarak, anlamaya çalışarak takip eden biri olarak... Apo, İmralı konuşmalarında, savunmalarında kendi kurduğu ideolojiyi ve o güne kadar verilmiş olan mücadeleyi, pratiği eleştiren bir tavır sergiledi... Geçmişini, ideolojisini ve pratiğini reddetti açıkça, “yanlış yapmışız” dedi... Bir U dönüşü yaptı... Bağlıları ise PKK ideolojisinin peşinden değil, Apo’nun peşinden gitmeyi yeğlediler... “İdeoloji” değil, “lider” ağır bastı; zaten “Apoizm” nitelemesiyle yöneltilen eleştiriler de bu temelde...

- Bir örnek vereyim burda... 1997 yılında Atina’da, benim de içinde bulunduğum bir toplantıda bir tartışma yaşandı... Abdullah Öcalan bir konuşmasında, bazı HADEP’lileri mahkum etmek temelinde, -bunlar Apo’dan habersiz olarak Güney’deki Kürt liderleriyle, Barzânî, Talabânî filan bir takım angajmanlara giriyorlar- bunların ağır bir eleştirisini yapıyor, ÜNİTA terimini kullanıyor... Bu terimi kullandıktan itibaren de PKK’nin bütün kademelerinde Apo’nun ne demek istediği hararetle tartışılmaya başlandı; Apo ÜNİTA’dan ne kasdetti? Bana da sordular Atina’daki sorumlu arkadaşlar; ve oturduk, “ÜNİTA nedir?” ÜNİTA, Angola’da, çok özet olarak “paramiliter bir güç”tür... Amerika’yı arkasına alan ve o dönemin ırkçı Güney Afrika rejiminin desteğini de alan, merkezî hükümete, sosyalist hükümete karşı yıllardır mücadele eden, 1966’da kurulmuş olan bir örgüt... Şimdi bu ÜNİTA’nın öncesinde şu var Angola’da; MPLA denen, 1954’te kurulmuş ilk komünist, silahlı işçi hareketi... Ta ki 1991’de, MPLA, yaptığı kongrede Marksist-Leninist ilkelerden vazgeçtiğini, konjöktürün değiştiğini, ideolojisini “sosyal demokrasi”ye dönüştürdüğünü ilân ediyor... Bu ilânla birlikte Amerika çok kısa bir süre içinde MPLA hükümetini tanıyor... İşte bilâhare seçimler yapılıyor, seçimleri tekrar kazanıyor... ÜNİTA üzerinde bir baskı kuruluyor Amerika tarafından; “artık silâhları bırak, biz bu hükümeti tanıyoruz” şeklinde... Bir dönem silâhlar bırakılıyor, ÜNİTA meclise giriyor filân... Daha sonra merkezî hükümetle çatışmalar yine başlıyor... Özetle: ÜNİTA, Angola’da merkez sosyalist ve daha sonra sosyal demokrat hükümeti reddeden, sabote eden ve buna karşı silâhlı mücadeleyi sürdüren bir örgüt...Tabiî şu anda BM müdâhale etti; son durumu bilmiyorum... Ama ÜNİTA’nın gerçekliği bu; hükümeti tanımayan, rahatsız edici güç... Geçmişte Amerika tarafından büyütülen, palazlandırılan; 60-70 bin civarında silahlı gücü olan...

- HADEP’le nasıl örtüştürdü bu örneği?

- Apo, HADEP’in içinde bir klik için bu örneği verdi; bunların bir klik olduğunu, kendinden habersiz olarak belli mahfillerle, kapalı kapılar ardında angajmanlara girdiğini izah ederken... Yani “HADEP’in içinde benim istemediğim, bana rağmen birşeyler yapmaya çalışan birileri var; bunlar ÜNİTA’laşanlardır”... Dönem itibariyle baktığımızda bu, şu demek: Bunlar Türkiye Cumhuriyeti demek, Genelkurmay demek, Özel Harekat demek, aklına ne gelirse o demek... PKK ile savaşan kimse, onlarla angaje olan, işbirliği yapan kişiler, klikler... Şimdi o dönemde ÜNİTA’ya projektör tutulduğu için, bir türlü öbür taraf, yani MPLA hiç gündeme gelmedi, kimse bunu merak etmedi, sorgulamadı, araştırmadı, bilmedi... Ama ben o dönemde bunu yazdım ve ordaki arkadaşlara da verdim; muhtemelen Şam’a da ulaştı...

- Apo’ya?

- Evet... Şunu gördüm, daha doğrusu şundan rahatsızlandım, huylandım: Örneği doğru koymak lâzım; örnek ÜNİTA ise, Angola gerçeğini bir bütün olarak düşünmek lâzım...

- MPLA kim yani?

- Evet... ÜNİTA varsa, bir de MPLA var; ona da bakalım o zaman... 91’de yapılan kongrede ideolojinin reddedilmesi var; ML’den çıkış, onun yerine sosyal demokrasinin benimsenmesi var... Eğer ÜNİTA, yapı içindeki paramiliter güçlerse, o zaman MPLA da HADEP oluyor...

- Şimdi KADEK oluyor...

- ÜNİTA’yı ağzından çıkardığı andan Apo, o zaman ben bunun muhatabını da irdelemeye başlıyorum; MPLA ne? İşte özellikle 7. Kongre kararları PKK’da; isim değişikliğiyle birlikte KADEK proğramı... KADEK proğramı okunduğunda, bu çok daha açık görülüyor... Ve artık onun devamında serî olark gelen “Sümer Râhip Devletinden Günümüze” başlıklı yazıdan tut, Apo’nun savunmasına, İmralı’dan gönderdiği mesajlara, mektuplara kadar bir değişim var... Soruyoruz: Burada ayan beyan bir ideoloji değiştirme var mı, yok mu? Sen “bilimsel sosyalizm”den yola çıktın; peki geldiği aşama demokrasiyse, “Demokratik Cumhuriyet”se...

- "DC", Demokratik Kürt Cumhuriyeti" de değil üstelik...

- Ve bunu biraz daha açalım... “Burjuva Demokrasisi”; Avrupa gibi bir Türkiye, Amerika gibi bir Türkiye “ideal” bir Türkiye olabilir... “Demokratik Cumhuriyet” de bunun adıdır... E hâlâ daha “ideolojimiz devam ediyor” demenin bir mânâsı yok; ideolojin devam etmiyor! Bir başka tartışma da şu: “İdeoloji zaten baştan beri yoktu” diyen de var... Tamam proğramına yazabilirsin bunu, “bilimsel sosyalizm” diyebilirsin; bunu demekle öyle olmak... “Bu, özde, bugün değişti değil” iddiası vardı... Neticede, her iki iddia bakımından da PKK’da birşeyler değişmiştir... Bunu kendileri reddetse bile...

- PKK’dan ayrılışın, bütün bu konuştuklarımız dışında başka gerekçelere de dayanıyor mu?

- Başta da söylediğim gibi, benim PKK ile kadro düzeyinde bir bağım olmadı; cephe faaliyeti yürütmede profesyonel olarak görev aldım... İlk adım attığım günden ayrıldığım güne kadar ben PKK içinde her zaman geliştirici tartışmaları tercih ettim... Yani hiçbir zaman “eyvallah, kabul edelim, boyun eğelim” değil, aksine tartışmayı geliştirmeye çalıştım... Bu benim keyfî bir arzum, müdahalem değil; PKK’nın mevcut kongre kararları, proğramı, tüzüğü ve burda belirtilen prensipleri doğrultusunda bazı şeylerin yerli yerine oturtulması... Bu kadar teorik birikimi varken, savaşan bir güçken bazı şeylerin örtülmesi veya es geçilmesi anlamlı değil... Ben buna çaba gösterdim...Fakat benim örgüt içinde şöyle bir şanssızlığım vardı; işte o geldiğim sosyal sınıf, kültürel çevre açık veya örtülü olarak bazı yönetici arkadaşlarda kimi zaman haklı kimi zaman haksız değerlendirme ve tepkilere neden oluyordu; “bu burjuva, bu aydın üst bakışı, bu kariyerist” filân... Sana bu gözlerle bakılınca senin tekliflerin, senin argümanların hakkıyla ciddiye alınmıyor... Fakat bütün bunlara rağmen çok olgun, çok terbiyeli, çok düzeyli, asla saygısızlığa, terbiyesizliğe varmayan bir resepsiyon...Belli bir aşamadan sonra pratiğe yansımıyorsa öneriler, aşınıyorsa; mesela toplantı kurumu, eleştiri-özeleştiri kurumu, rapor kurumu... PKK’da en sağlam kurumlardan biriydi rapor kurumu; yerel teşkilâtlardan başlayıp merkez komiteye ve en nihâyet Apo’ya kadar giden... Niteliğini kaybediyor... Benim dönemimde, şanssızlığımdan mıdır nedir, şâyiası olan ama kesinleştiremediğim bir durum; raporların yırtılıp atılması meselâ…

- Başına böyle birşey geldiğini, yırtılıp atıldığını düşündüğün bir raporun oldu mu?

- İtalya’dayken Abdullah Öcalan, benim 12-13 günlük bir Atina Bürosu dönemim var; o dönemde üç dört ay olmuştu ben ayrılalı ama yardım etmek için gelmiştim Büro’ya... Bu sırada bir rapor yazdım, fikrimi beyan ettim... O günlerde benim yakından tanık olduğum bir tartışma süreci vardı; işte, Apo’nun İtalya’dan nerelere gidebileceği konusunda... Ben Rozerin’le konuşuyorum...

- Rozerin, Türk basınında “Apo’nun sevgilisi” diye bahsedilen Atina sorumlusu kız...

- Yardımcı sorumluydu, fakat fiilen sorumlu gibiydi... Uzun süredir Yunanistan’da bulunan bir arkadaş... Apo’ya da sürekli refâkat ediyordu o son döneminde... O dönemde çeşitli tartışmalar oluyor, Apo’yu kabul edebilecek ülkeler üzerine... Söylentiler dolaşıyor; “Kuzey Kore olabilir, Libya olabilir, Güney Afrika Cumhuriyeti olabilir” vesaire... Afrika ülkelerinden de bahsediliyor... Şunu yazmayı bir mecburiyet addettim artık ben; -rapor diyebileceğimiz bir şeyler yazdım- özellikle Kenya, Etyopya ve Tanzanya gibi üç ülkeden birine gitmemesini önerdim, bunların özelliklerini tanımladım... Kenya gerçekliğini; devlet başkanı Daniel Arap Moi’nin yahudiliğini, Kenya’nın Siyonizmin-İsrail’in arka bahçesi olduğunu, büyük bir istasyonu olduğunu; buranın kesin ölüm olduğunu, buralara gitmemesinin hayırlı olacağını ifade ettim... Sadece bu raporda değil, çevremizdeki insanlara da bunu ifade ettim... Bunun yanında, benim Judaizm kitabındaki belli başlı konuları da hem yazılı olarak, hem de bir disket hâlinde Apo’ya ulaştırması için Avukatına verdim; Faylos Kranidiotis’e... İtalya’ya gidiyordu; kendisine özellikle rica ettim: “Bunlar ulaşsın; mümkünse direkt kendi eline!” Sonrasını takip edemedim, ancak şunu biliyorum; Roma’da, Apo’nun etrafında danışmanların çalıştığını, seçici olduklarını, Apo’nun herşeyi okumadığını... Zannediyorum önce onlar tarafından değerlendirildi... Kesin bir bilgim yok. Ama şunu biliyordum; rapor kurumunun ciddi bir biçimde aşındığını, bazı raporların Apo’ya ulaştırılmadan yırtılıp atıldığını... Netice-i kelâm: Benim aşağı yukarı iki yıllık PKK sürecim bitti... Özellikle son dönemde Atina yönetimi ile ciddi sorunlarım oldu; fikirlerdeki uyumsuzluklar, birbirimizi anlayamama, farklı bantlarda konuşmalar... Tabiî burda ben kendimi de dışta tutmuyorum; benim de onları doğru anlayamamam gibi bir gerçeklik de vardır... Ama en nihâyetinde bir karşılıklı anlaşamama ve biraz da dönemin ilginç bir hâl alması... Bütün bunların sonunda benim 1998 ortalarında çantamı alıp selamlaşmam, ayrılmam... Bir birlikteğimiz yok şimdi, ama hâlâ daha diyalog düzeyinde bir dostluğumuz, telefonlaşmalarımız devam ediyor... Ama şey bitmiştir; birliktelik...

[APO’dan NUDEM’e: Çok zayıfsın, soyut kalıyorsun… Yörüngemize giren bir göktaşısın…Bana Kürt pastası olduğumu söylüyorsun, doğrudur…Senin şu adam… O asistanmış sen öğrencisiymişsin filan…Ben 20 yıldır buradayım Arapça öğrenemedim, sen nereden öğrendin Arapça’yı?.. Kendi kendine mi öğrendin?.. Hem Alevî bir aileye mensupsun hem de böyle kitaplar okuyorsun… O bir sihirbaz… Bizans-Osmanlı-Kemalizm sentezi… Senin 50 yıl önünde… Nasıl güveniyorsun bu adama?.. Burada olsa ne yapardı; hangi deliğe kaçardı, yerin dibine mi geçerdi, tavana mı çarpardı, uçar mıydı?.. Güç getiremezdi… Ne işin var o adamla? O kontranın içinde… Ben bilirim bu İstanbul çocuklarını; korkunçtur onlar… Neyse; sana onu aştırırız, sorun değil… Unut gitsin, geçmişte takılıp kalma… Bırak bu dincilerin kavramlarını, ben inanmıyorum onlara... Yani Türkiye’deki dincilere… Fihi Mafih’i okudun mu?.. İlginç; bu Muhiddin-i Arabî, İslâm tasavvufunun en soyutçu isimlerinden biri… İşte ben senin yanına geldim…Evliya gibi köşeye çekilmek olmaz…” -Yevmiye Defteri’nden-]

- Bu rapor kurumunun erozyona uğraması sadece yazılanların yerine ulaştırılmaması şeklinde değil de; “yönlendiri” bazı şeylerin yazılıp gönderilmesi şeklinde de oluyor muydu? Apo’nun senin hakkında, gıyabında olumsuz şeyler söylemesi...

- Bu 1998 Eylül çözümlemelerini ben hasbelkader okuma fırsatı buldum... Tabiî bu olay benim partiden ayrılmamdan sonra... Bunlar en son çözümlemelerdir... Bu 98 çözümlemelerinde Meryem Hanım’la, benim eşimle bir diyaloğu var; 35-40 sayfalık bir diyalog...Muhtelif konular değerlendirilirken, arada gıyâbımda benden de bahsediliyor... Genelde menfî değerlendirmeler... Bunların tabiî ben... Benim hakkımda giden raporların, bilgilerin dezenforme ettiğini düşünüyorum... Yani Apo’nun benimle hiç teması olmadığı hâlde benim hakkımda böyle kesin lâflar etmesi, değerlendirmelerde bulunması pek şey değil... Muhtemelen kendisine giden raporlardan böyle bir çıkarımda bulunuyor... O diyaloğun içinde benimle ilgili birçok şey söylüyor, ama bunlardan en çarpıcı olanı, öfkelendiği bir anda: “Bu adam şeytanın tekidir” diyor... “Bu” diyor “Bizans’ın, Osmanlı’nın ve Kemalizm’in bir sentezidir; çok tehlikelidir!” Meâlen böyle... Beni olumsuz bir varlık olarak, menfi bir tipoloji olarak, bir iblis olarak görme eğilimi var...

- İlginç; bu kadar sert...

- Bu çok ilginç bir durum... Belki Meryem Hanım’ın özgün durumundan kaynaklanıyor... Normalde, PKK’ye irâdesini teslim edenler bütün herşeyi unuturlar, unutmak durumundadırlar... Onlar için yegâne değer PKK’dır, ideoloji PKK ideolojisidir, hedef PKK hedefleridir...Bunun dışında en ufak bir ikilem; PKK’nın yanına öbürünü, aile, eş, akraba her neyse koymak doğru karşılanmaz... Kadro’nun PKK’dan başka birşey görmemelidir gözü; espri budur... Aksi takdirde rahatsızlıklar doğar, çözülmeler olabilir falan...

- Meryem Hanım Apo’nun karşısında savunuyor gibi sanki seni...

- Bu Meryem Hanım’ın kişiliğiyle ilişkili; özgün bir kişilik... Bir türlü bu çizgiye yatmama özellikleriyle tavsif edilmesi, onu Karargâhta, Apo’nun yanındaki kadrolar arasında farklı kılıyor... Hatta bana PKK’nın en önemli isimlerinden, efsâne isimlerinden biri olarak kabul edilen Sâkine Cansız şöyle birşey söyledi; Apo’nun Meryem Erdoğan’a: “Seni anlayamıyorum, ama bu tavırların da hoşuma gidiyor” dediğini... Bu böyle uç, zaman zaman çıkışlar yapan, hiç de kadro yapısında görülmeyen, itaatkâr olmayan tavırlarından dolayı söylediği bir lâf... Bu kişilik, PKK’nın o kadro yapısının arzu edilen kıvama gelmiş özelliklerini taşımıyor; ve epey de bir zaman da geçtiği hâlde taşımıyor... Düşün; bir PKK kadrosu mücerretlerden bahsediyor, tasavvuftan bahsediyor...

[NUDEM’den APO’ya: "Tanışmamız daha önceydi… İnsan-ı Kâmil diye bir kitaptan… Ben iki yönlü araştırıyorum… Zahirî ve Batınî yanları var… O bir arayış içinde… Oportünist bir tarz… Ben, iyi veya kötü olarak değerlendirmedim… Meselâ, eskiden sözümün kesilmesine kızardım…Toplumcu olmayan evliyaya evliya denmez…” -Yevmiye Defteri’nden-]

- Apo’ya hitâben...

- Tabiî... Muhiddin-i Arabi Hazretlerinden, Richard Bah’tan söz ediyor, Niçe’den söz ediyor, farklı bir sürü şeyler söylüyor, yorumlar yapıyor... Ve zaman zaman mistikleşebiliyor... İşte bütün bunlar, kadro yapısında rastlanmayan şeyler; bir PKK kadrosunun Parti yapısı içinde, hele Apo’nun karşısında yapmadığı şeyler...

- Yapamadığı şeyler...

- Yapamadığı, evet; ben kibarca yapmadığı diyorum... Ve bir kara koyun çıkıyor ortaya; koskoca komutanlar, yöneticiler, sorumlular vs. el pençe divan dururken, “Ağam, Paşam” derken o hiyerarşi gereği... Bir kişi çıkıyor farklı birşeyler anlatıyor... Benden de bahsetmesi, benimle ilgili hatıralar anlatması, yorumlar yapması, bana iltifatlarda bulunması gıyâbımda... “Kürt kişiliği”ni mahkûm eden bir ideoloji; “Kürt kişiliği” mahkûm edilirken, kadroların akrabaları da dahil buna... Bu kişiliği temelden yıkmak ve bir “Kürt yaratmak”; iddiası bu PKK’nın...

- Böyleyken, sen tut kocandan bahset; hem de Türk bir koca...

- İşte bu “çözümleme”nin konusu olmaya kadar götürüyor; ve bunun için de Apo böyle bir değerlendirme yapıyor, Meryem Erdoğan’ın bu tavrına, bu kişiliğine karşı beni eleştirerek... Bana karşı Abdullah Öcalan’da özel bir hassâsiyet, özel bir huzursuzluk görüyorum... Bunu da çözümlemenin bir bölümünden anlıyorum; benden bahisle şöyle söylüyor: “Meselâ” diyor, “senin o kocan olacak adam” diyor, “şimdi bu ortamda olsaydı acaba neyapardı? Ya havaya zıplardı, uçmaya kalkardı, tavana çarpardı, ya yerin dibine geçerdi, ya kaçmaya çalışırdı; böyle bir reaksiyon gösterirdi herhâlde!” gibi bir ifade kullanıyor meâlen... Yani ben menfî bir kimlik bile olsam, bu tesbitli bile olsa; hiç tanışmıyorken bu kadar keskin ifâdelerle bahsetmesini başka türlü izah edemiyorum ben açıkçası... Yani ne olabilir bunun sebebi; benim Parti’nin içinde olmamam mı? Yok böyle birşey...Tamam, başkaları tarafından benimle ilgili bir ton rapor gönderildiğini ben biliyorum, ama bunların çok basmakalıp değerlendirmeler olduğunu zannediyorum; “burjuva demokrat, aydın, kariyerist” vesâire gibi sınıf özelliklerine dayalı... Ama Apo’nun çok tecrübeli ve müthiş sezgili bir insan olduğunu da biliyorum; bunlardan yola çıkarak çok kesin bir kanıya varmayacağını, daha yakından, daha net bilgiler arayacağını düşünüyorum... Apo’yu büyük oranda anlayabildiğimi sanıyorum, bildiğim kadarıyla böyle bir insan değil; o zaman neden bu kadar katı, bu kadar reaksiyoner davranıyor?

- Seni alamadığı için... Meryem Hanım’ı tamamen senden kesip alamadığını gördüğü için...

- Ama bütün silâhlar, bütün kozlar onun elinde zâten! Bunu bir hakâret olarak söylemiyorum da; bu kadar acemi bir reaksiyonla mı? Beni bir insanın zihninden silmek, yok etmek, imhâ etmek; bunun yolu bir çözümlemede böyle analiz etmek mi beni? “Bu adam iblistir! Burda olsa ne halt yerdi? Bizans, Osmanlı, Kemalist sentezidir” filân gibi aşırı sloganvâri eleştiriler acaba karşısındaki insanda ne kadar mâkes bulabilir? Bunları hesaplayamaması mümkün mü?

- Ben daha rahat konuşabiliyorum Doktorum; Bizans neyse de, Osmanlı’yı ve Kemalizm’i aşamamış bir hâlet-i rûhiyenin eseri sanki...

- Şimdi şahıslara indik; dar bir alanda...

- Amacımız bu değil tabiî...

- Fakat konunun özgünlüğü itibâriyle indik... İşin ideolojik tarafına gelince: Apo’nun “Erkeği Öldürmek” kitabında Kemalizm ve Osmanlı ile Cumhuriyet uzun uzun tahlil edildi; zannediyorum sen de okudun bunu, bu konuda yeterince fikir sahibisin... Diğer kaynaklarda ve çözümlemelerde de sıklıkla vurgulanan... Meselâ “Cumhuriyet Kirli ve Kanlıdır”da da bu değerlendirilir; Me. Kemâl’in bir Osmanlı paşası olduğu, Osmanlı paşalığının bütün prestijini kullanarak Anadolu’da faaliyet yürüttüğü ve Anadolu’yu angaje edebildiği, Anadolu’nun Me. Kemal’in kaşına gözüne değil omzundaki Osmanlı apoletine riâyet ettiği, onda Osmanlı Devleti’ni gördüğü ve buradan yola çıkarak ince bir takım taktiklerle neticeye ulaştığı çok açık bir biçimde ortaya konuyor... Ve Apo Me. Kemal’i “büyük bir taktisyen” olarak görür, ama “ideolojisi olmayan, stratejisi olmayan bir adam” olarak tanımlar... “Fakat o taktisyenliği ona büyük kazandırmıştır” der... Me. Kemal ve Cumhuriyet üzerine yaptığı bu tesbitleri ben doğru bulurum; Me. Kemal’in bir Osmanlı paşası olduğu, Osmanlı’nın bütün prestijini kullandığı, rantını yediği doğrudur... Ve başarılarının arkasında Osmanlı’nın var olduğu doğrudur... Ama bütün bu doğruların yanısıra Osmanlı’yı ve Kemalizm’i aşamamış olması konusunda ben bir kısa tahlil yapabilirim... Bilinç altında, her ne kadar savaştığı, düşman olduğu bir ideoloji olsa da Abdullah Öcalan’ın Kemalizm’e karşı duyduğu nefretin ardında, çok klasik olacak belki ama, bir özlem de var veya bir alâka da var...

- Öykünme...

- Evet, "öykünme" daha doğru bir kelime; öykünme de var, bir Me. Kemal’e benzeme ihtiyacı da var Apo’da... Şunu söylüyorum; Kemalizm’i tanımlamada, ona karşı bir mücadeleyi ortaya koymada ve gelinen aşamada, İmralı sürecinde Me. Kemal’i yüceltir düzeyde laflar etmesi, Nutuk’tan alıntılar yapması, “Cumhuriyet’i Türkler ve Kürtler beraber kurduk” demesi... Hatta Me. Kemal’in Kürdistan’a yönelik saldırılarını, bu Dersim katliâmını, Şeyh Saidleri katletmesinin bir haklılık içerdiğini söylemesi... Bunu KADEK proğramında görmek mümkün; Şeyh Said’in gerici olduğunu vurgulaması; bu çıkışın Me. Kemal’i bu katliâmı yapmaya icbâr ettiğini söylemesi... Aslında böyle ayaklanmalar olmasaydı Me. Kemal’in çok daha ılımlı, çok daha demokrat yaklaşacağını filân söylemesi kesinlikle, geçmiş çözümlemelerle yüzde bir milyon çelişiyor... 20-25 yıllık süreçte Apo’yu takip etmiş olanlar, onun Kemalizm’e ve Cumhuriyet’e yaklaşımının çok net olduğunu bilirler; inanılmaz bir çelişki bu...

- Bugün inkâr ettiği, “yanlış yapmışız” dediği PKK ideolojisinde, eski çözümlemelerinde Kemalizm tahlili ne kadar doğruysa Apo’nun; Osmanlı tahlili... Tamam, Osmanlı’ya reddiyesi “ideolojik” olabilir ve kendi içinde tutarlı olduğu söylenebilir; ama İdris-i Bitlisî’ye eleştirisi çok haksız... Bütün Kürt beyleriyle beraber Yavuz’la anlaşıyor; Kürtlerin bugün hayâl bile edemeyecekleri, TC’den bir tekini bile alamayacakları haklar ve imtiyazlar elde ediyor... Üstelik din birliği, fikir birliği, ideâl birliği var Yavuz’la Bitlisî’nin; bir düşmanla yapılmış anlaşma değil yani... İdris-i Bitlisî Hazretlerini ideolojisine “vatan haini” diye yazanlar; bugün, olmayan bir Demokratik Cumhuriyet’e razı olmuş durumdalar... Bir kazanım saysak bile bu De Ce’yi; onu da vermiyor zaten Te Ce...

- Başka birçok şey de var ama İdrisî Bitlisî çok belirleyici bir örnek Saka... Diğer Kürt beyleriyle bir konsensus geliştiriyor dediğin gibi; ve Yavuz’la anlaşıyor... Bu çok şiddetli mahkûm edilirdi PKK’da... Kürt vatanına ihanet, Kürt mücâdelesine darbe olarak algılanır... İdris-i Bitlisî de “işbirlikçi”, “uzlaşmacı” ve “hain” ilan edilir, lânetlenir... Hâlbuki İdris-i Bitlisî’nin bir İslâmî kimliği var...

- Osmanlı’yla böyle bir kardeşlikleri var...

- Artı tasavvuf boyutu var... Bu birlikteliğin adına “işbirlikçilik” diyebilirsin, “uzlaşmacılık” diyebilirsin, ama ben “gönül birliği” diyorum buna... Doğru olan budur; işin Türk-Kürt tarafında değil, İslâmî temelde bir gönül birliği... Bu birlik sayesinde Yavuz Sultan Selim’in hem giriş, hem çıkış kapısının oluşturulması, lojistiğinin oluşturulması, askerinin oluşturulması anlamında büyük bir katkı...

- Düşmana ve ayrılıkçılara karşı; ve “İslâm Birliği” için...

- Dediğin gibi, günümüze bakalım!.. Dün İdris-i Bitlisî’yi, onun politikalarını, onun Kürdistan açısından bakıldığında kazanımlarını mahkûm eden, yerden yere vuran, ihânetle ithâm eden PKK’nin bugün geldiği çizgi İdris-i Bitlisî’yi destekleyen bir çizgidir... Zaten bugün, süreç itibâriyle Bitlisî’nin mümkün olan azamî kazanımları elde ettiğiyle değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar... Bu belki ileri bir adım sayılabilir; düne ilişkin görüşlerindeki hataları tesbit etmesi bakımından...

- "Doğruyu yanlışta kullanmak” gibi bir durum...

- Tabiî... Keşke zamanında bu doğru değerlendirilseydi de, yorum bu şekilde geliştirilmeseydi... Dediğin gibi orda bir kardeşlik var zaten; ve kazanım var... Apo şunu söylüyor şimdi: “En azından bir Alpaslan, bir Yavuz Sultan Selim veya bir Me. Kemal çözümü bâri yapın!” diyor... Bu üç figür tarihte... Şimdi tarihin bu üç figürüne karşı... Alpaslan’ın Anadolu’ya girişinde Kürtlerle karşılaşması... Hâlbuki daha sonra Kürtlerle ortak hareket ettiği genel kabul görmeye başladı... Apo’nun bu üç figürü öne sürmesi mânidar; üçüyle de, hele sonuncusuyla ölümüne çatışırken... Nihâyetinde “en az Me. Kemâl kadar çözüm!"... Nedir Me Kemal’in çözümü?!

[Anneannem Zehra hanımefendinin “iktidar” üzerine değerlendirmeleri: Türkiye denince insanın aklına ilk gelen kısa ve klasik tanım belki de şu oluyor: “Kan ve acıyla beslenen; gizli, soyut, hak edilmemiş bir dokunulmazlığın rahatlığı içinde hüküm süren; değişmeyen, gelişmeyen, yenilmeyen; zaafa uğradıkça, yüzyıllar öncesinden kalan "Mutlak devlet"normlarına gerileyerek, sertleşip katılaşan bir iktidar!” Hayatın her alanına bulaşan moral kirliliğin, çürümenin (corruption), zehirlenmenin (intoxication) temelinde, o “iktidar” anlayışının ve tabiî ki, onun hukukunun bulunduğuna dikkat çekiyor birçok eli kalem tutan adam. Yengeç kıskacındaki insanın, herşeye karşın gösterdiği direnç, verdiği mücadele varoluş umudundan kaynaklanıyor. Evrende ışık hızıyla akan, devinen (dynamis) ve dönüşen (evolued) realitenin kara mizahtan da öte olan görüntüsü, Aristotelis’in işaret ettiği, halk yönetiminin (demokrasi) kolaylıkla ayaktakımı egemenliğine dönüşebileceği savını haklı çıkarırken, bazıları kozmik bir bakış içinde hâlâ umutlarını koruyabiliyorlar. Batı’daki birçok yazar ve düşünür, umudun değil umutsuzluğun edebiyatını ve resmini yapıyor / yazıyor. Klasik trajediler döneminde, oyunların özünü oluşturan doğa-insan-toplum parçalanmasının (refraction, division, rupture), çağımız dünyasındaki izdüşümü (reflection) artık, iktidar-birey-kitle (power-individu-mass) ilişkilerindeki mekanik dinamikler, çözümsüzlüklerdi. Bu nedenle 20. Yüzyıl san’atı, dünyanın gelip dayandığı bu noktadaki inanç yitimini, nihilist imgelerle, metaforlarla (iğretilemelerle) açımlamaya çalıştı. İfâde edilemez olanı ifâde etmenin yollarını aradı. Modern edebiyatın öncülerinden Franz Kafka, döneminin koşullarının kıskacındaki yabancılaşmış (aliéné), kuşkulu (suspicious), güvensiz insanın dış gerçekliği (external reality) ile parçalanmış iç gerçekliğini (internal reality) özdeşleştirerek (identify), dünyanın düzmece (artificial) uyumunun (adaptation) altındaki uyumsuzluğu aktardı. Gerçek ile sanrının (hallucination), saçma (absurde) ile mantıklının (logique) içiçe girdiği bir evren (cosmos) kurdu. Metamorfosis’te (Başkalaşım), böceğe (entomos) dönüşen oğulun hikâyesinde babanın (iktidarın) tehdit edici (menaçant) gözlerinden gizleniş için “böcek” (entomos) imgesini (image) kullandı. Şato ve Dava adlı eserlerinde ise, kurulu düzene (official ideology) kuşku (suspicion) ile bakan bir karşı kahraman’ın (Anti-Christ!), düzen tarafından yokedilişini yazdı. Babanın (İktidar / Power) sevgisiz, tehditkâr gözleri, amorf-grottesk bir iktidarın, suçlayan (accusant) ve mahkûm eden gözlerine dönüştü. Psikolojik iç gerçek, negatif bir çizgide süregiden politik, sosyal, etik gerçekle buluşarak dışa açıldı ve bir karabasanı (efialtis, nightmare, cauchemar) yansıttı. Şu şiirden ne anladığınız sizin kalitenizi de belirleyecektir: // La Apasionada vs. Armaggedon... Fushsia bir kuyruk acısıdır bu dem, bir karakoncolos fırtınası / Nemli bir örümcek ensesi, hasıraltı edilmiş kâhin oltalarının ucunda / “Conquistadores marşını çalıyor, Costa Rica parklarının kimsesiz sahipleri, / tütsü kokulu seyyal bedenlerde. / Afyon yutmuş martılar, Tik ağaçlarının altında, alınlarını sığaşlıyor Yacklar’ın. / Kavimler, “Vira Mayna” sesleriyle geçiyor feleğin çemberinden. / Kadük olmuş haritalar arasında, nezih bir yere sahip olan, / “El Hayy’il Kayyum” şiarıyla yola çıkıyor, haram aylarında. / Herşey aynıyla vâki kalıyor, Kır Kurdu mağarasında. / Belli davalar görülüyor kameriyelerde, Feridun’un izniyle. / Üçüzler’in annesi, telkin veriyor mevtaya, / Yaşam canına kıyıyor Rif Atlasları’nda. // Tennessee Williams, “Corruption World” (Çürüme Dünyası) olarak betimlediği yeryüzü düzeninde, bireyin hayatını, bir varoluş (éxistence) değil, varkalış (éxpérience de survit) dürütüsüne kadar indirger. Çürümüş sistemin hücrelerine dek parçladığı kaçak kahramanlarını (fugitive heros) özdeşleştirdiği en başat imge, yağmur rüzgârlarının önünde sürüklenen “ayaksız kuşlar” dı. Williams, imgeleminde, bu ürkek, acılı kuşların yeryüzüne konup, çürümeye bulaşmalarına engel olmaya çalıştı. Williams’ın bahsettiği çürüme, Foucault’nun “Magma yığını” olarak tanımladığı, modern toplumun iktidar biçiminin özündeki ahlâkî çürümeydi. Başlangıçta liberal ekonominin kurumlaşma serüveniyle birlikte ortaya çıkan ve emek-sermaye çelişkisinden doğan özellikle özel mülkiyete yönelen tehditleri önlemek amacıyla geliştirilen “normalizasyon” yöntemleri giderek normların diktatörlüğündeki bir disiplin anlayışına dönüşmüştü. Bu modern iktidar, insan hayatının tüm alanlarını, koyduğu normlar aracılığıyla denetlerken esnek olduğu izlenimi yaratıyor ve toplumu oluşturan bireylere potansiyel suçlu önyargısı ile yaklaşıyordu. İnsanın kişi (persona) olmaktan çıkarılıp özünü yok sayan, yok eden bir bireyleştirme metodu izlenerek nesneleştirildiği bu düzende bireyler, sistemin öngördüğü rekâbet ilişkileri çerçevesinde birbirlerini görerek, birbirleri üzerinde baskı stratejisi oluşturuyorlardı. Bu yönüyle insanlararası ilişki, obje-obje ilişkisine, toplum ise “Ruhsuz” bir kitleye (mass) indirgeniyordu. Bu, bir tür “modern engizisyon” stratejisiydi. Buna, sistemin bireyler üzerindeki ölümcül yansımalarını, alternatif bir ekonomi-politik ile çözümlenebilir, sosyal-ahlâkî bir problemden çok, çözümsüz bir kısırdöngüler ağı olarak da ele almak mümkündür. Kimi filozoflar ve yazarlar, barışın, binlerce yıldır evrensel sürgünlüğü bir yazgı gibi yaşayan, zulme uğramış, acılı etnik bir topluluğun bilinçaltında nasıl tehdit edici, paranoyak bir metafora dönüşebileceğini dile getirdiler. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Dersim’in, Kürdistan’ın dağının taşının bombalanması, yakılıp yıkılması mı?! Yani Alparslan’ın ve Yavuz’un, ideolojik olarak reddetsen bile, “çözüm” diyebileceğimiz bir pratikleri var ortada; Kemâl’in çözüm politikası neydi?

- Çok önemli bir şeye temas ettin Saka! Herkes şöyle anlıyor; “şu konuşmasında Me Kemal şöyle dedi, burdaki konuşmasında böyle dedi” filân gibi... Kürt beylerinden birinin kızıyla evlenerek Kürtlerle akraba olmak gibi bir eğilim taşıdığı...

- İktidarı eline geçirene kadar...

- PKK bunu bilmiyor değil! Diyap Ağa örneği var; Ankara’ya davet edip de kellesini almak... “Yerel kıyafetinle gel Ankara’ya” deyip de, kellesinin götürülmesi var... Diyap Ağa büyük bir paradigma... Başka Kürt beylerinin başına gelenler var, Türklerin başına gelenler var!.. 1925’lerde Şeyh Sait isyânı var! Ha, bunun İslâmî boyutu ön plândadır, ama Kürttür... Varto var, Ağrı isyanları var ve en sonunda tabiî Dersim var!.. Burda şöyle bir tercih olamaz; “efendim onlar Sünnîydi, gericiydi, bilmem neydi, İngiliz ajanıydı” deyip çıkamazsın...

- Bu da Kemâlizm’in jargonu...

- Gayet tabiî... Peki, hadi o Şeyh Sait, Ağrı, Varto isyanları diyelim Sünnî karakterliydi, gericiydi, bilmem neydi; peki Dersim neydi, Koçgiri isyânı neydi? Seyit Rıza kimdi? O da Alevînin önde gideniydi; onlara da aynı muâmele yapıldı... Daha beteri yapıldı... Kemal Alevî-Sünnî ayrımı gözetmemiş ki; önüne geleni kesmiş! Me. Kemâl realitesi bu! Peki, ben şimdi “Me. Kemal çözümü”nden ne anlayayım; dediğin gibi Dersim’i mi anlayayım? Yoksa retorik düzeyinde kalan... Kandırmaya ve konjonktüre yönelik bir iki taktik lâfa mı itibar edelim? Veya benim bilmediğim, Me Kemal’in Kürtlerle ilgili attığı çok pozitif bir adım mı vardı; ve bir kara delikte kayıp mı oldu? Varsa böyle birşey çıkıp söylesinler; ben de bileyim! Benim bilgilerim arasında bunun tam tersi var; kıyım var, yıkım var, tehcir var... Sünnîsine de, Alevîsine de, demokratına da... Doktor Nuri Dersimî’ye, -Suriye’ye kaçmak zorunda kaldı- “Kürt Gençliğine Hitâbe”yi yazdıran gerçek nedir? “Ey Kürt Gençliği! Ey civanmert milletin oğlu beni dinle!” diye başlıyor... Coşturucu uzun bir girişten sonra asıl “intikam” bölümü müthiş Saka: “İntikam; Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için intikam! Süngülenen yüzbinlerce Kürt yavrularının feryâdını dindirmek için intikam! Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan âfâkında uğuldayan enînlerini teskin için intikâm! Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, “yaşasın hür ve müstakil Kürdistan” diye haykırarak şehâdet tâcını giyen binlerce vatan kurbanlarının gâyelerini tahakkuk ettirmek için intikam! Kürt diyârında uluyan çakallar ve sırtlanların mülevves vücutlarını yok etmek için intikam! Medeniyet denilen kahpenin peşine sığınarak bize uluyan köpekleri susturmak için intikam! İntikam! İntikam! İntikam!”...

[Βugün 27 Ocak 2000… Bandırma ve Metris cezaevlerinde isyan. 2 İBDA eri daha şehid edildi; Sancar ve Hasan Meriç. 3 gün önce Konya’da polis tarafından yapılan ev baskınında ise 18 yaşında bir masum, Hakan Kilimci şehid edildi. Devletin, kendi kurduğu Hizb-ul Kontra’ya malettiği 39 cinayet ortaya çıkarıldı. Yanımda 3 tane 3 aylık kedi yavrusu var; biri zifiri siyah, biri clon, üçüncüsü ise tekir-beyaz. Yunanistan, Türkiye’yle teröristlerin iadeleri konusunda neredeyse anlaştı. Bilindiği gibi ben de o “terörist(!)”lerden biriyim. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Nasıl soracağımı bilemiyorum Doktorum... Her kelimeyi bir cümle içinde kullanmak mümkün de; “mültecilik” kelimesiyle bir soru cümlesi kurmak şu şartlarda...

- Vallahi bu... Şey derler ya, “yumuşak karnı insanın”; öyle... Veya “bir dokun bin âh işit kâse-i fağfurîden”... Hakikaten, “mültecîlik” zor zenâat... O bildik lâfları söylemiyoruz; işte vatandan ayrıyız, eşten dosttan, nostalji, hasret, sıla vesâire...

- "Yoksunluk, yoksulluk"... Yakınmak serbest Doktorum... Birbirimizi bunaltıyoruz hep; okuyucularımızı bunaltalım biraz da...

- Yok, ben faydalarından bahsedeceğim mültecîliğin... Hoş, “mültecîliğin faydası olur mu?” diye sorulabilir...

- Sordum bile...

- Var Saka, mülteciliğin de faydaları var; bir mihenk taşı, bir miyar, bir ölçü, bir belirteç... Yani senin eşinin, dostunun, akrabanın, çevrenin, yakınlarının miyara vurulduğu, sana bu imkânı sağlayan bir süreç... En yakınından, kardeşinden, anandan, babandan, ailenden tut; gerçekten arkadaş, dost kabul ettiğin insanların nasıl insanlar olduğunu görüyorsun... Bu çok mânidar... İnsan doğduğu günden öldüğü güne kadar bu insanlarla beraberdir, âdeta onlarsız düşünemez hayatı, herşey onlarla birlikte vardır, onlarla birlikte varolur... Ve asla bunlardan vazgeçebileceğini geçiremez aklından... Belki ağır gelecek, ama bir “şartlanma” bazı şeyler... Biri ölünce arkasından ağlama biraz buna bağlıdır; hâlbuki o vefat eden insan ebedî hayata intikâl etmiştir, ruhu bâkîdir, cennetmekândır... Bunu bilirsin, fakat onun arkasından ağlamanın sebebi maddîdir biraz... Bu da çok sağlıklı bir bağlılık ifâdesi değil, sakat biraz; cesede bağlılık, figüre bağlılık, şekle şemâle bağlılık... Rûhâniyeti ikinci plâna atma... Yanyana yaşadığımız dönemlerde, yakın ve uzak çevremizle temaslarımızın bizi perdelediği bir gerçektir... Bizim çok yakın olduğunu bildiğimiz, çok sevdiğimizi zannettiğimiz, onsuz edemeyeceğimizi düşündüğümüz insanın gözümüzden kaçan veya görmeye yanaşmadığımız olumsuz yanlarının da olduğunu ve olabileceğini mültecilik sürecinde daha objektif olarak görebiliyorsun... Hani derler ya, “gözden ırak olan gönülden de ırak olur”... Bu veciz sözün bir hakikati olduğunu düşünüyorum ben... Kısa dilimlerde belki büyük bir azap, ama ıraklığı hissettikten sonra daha objektif olabiliyorsun... Bir telefonunu bekliyorsun ya... Sen arıyorsun bütün bu olumsuz şartlar altında, fakat o hiç arama eğiliminde değil... Bir mektup yazmıyor... Bütün bunları yapmak istemiyor şeklinde değerlendirmek istemiyorum, ama yapmıyor... O zaman başka bir şey var... İnsan bir şeyi yapmak istediği hâlde yapmıyorsa, bunun bir açıklaması olmalı... Ben bu sebebi kişisel kaygı ve korkuya bağlı kendini koruma içgüdüsü olarak değerlendiriyorum... İşte tam bu noktada, benim birinci derecede akrabam olmayan, eşim dostum olmayan, hiç yüzünü görmediğim, ama bana sahip çıkma noktasında bu birinci derecede yakınlarımdan çok daha iştahlı yaklaşan, alâkadar olarak yaklaşan insanların varlığını görüyorsun... Bütün o duygusal fenomenler boşa düşüyor; ulan diyorsun “yanlışmış”, “yanlışmışız”!.. Duygular önümüzü kapatmış, karartmış gözümüzü...

- Alışkanlıklar...

- Evet alışkanlıklar, şartlanmalar vesaire... İşte mülteciliğin faydası bu... Ben burda somut bir örnek de vereyim: Bana Türkiye’den bir keresinde bir miktar para gelecekti; bu parayı bana gönderecek olan insan direkt olarak göndermek istemedi... Bunu ben ifâdelerinden anladım... Ve işte (...) Hanımefendi vasıtasıyla geldi... Para göndermekte bile müşküle düşen birinci derecede akraba... İşte insan buralarda afallıyor, buralarda büyük bir sıkıntıya düşüyor; geçmişte büyük bir sevgi, bağlılık, büyük bir paylaşım, birbiri olmadan yapamama düşüncesi varken...

- Yaranı daha derin deşeyim müsâdenle Doktorum: “Kadın”!..

- Aa evet... Şimdi... Benim en cahil olduğum konulardan bir tanesi, kadın... Hiç... Bu kadar etrafımda gerek arkadaş düzeyinde, gerek meslekî alanımızda, gerek çeşitli derecelerde ilişkiler düzeyinde birçok kadın tanımama rağmen; bunlarla felsefeden ideolojiye, sanattan tiyatroya, şiirden edebiyata, meslektaşlıktan hasta-doktor beraberliğine, hoca-talebe ilişkisine, arkadaşlığa, sevgiye, aşka, herşeye kadar birlikteliğim olmuş olmasına rağmen ben bu değer üzerinde hâlâ büyük bir cehâlet arzediyorum... Bunu söyleyebilirim... O yüzden kadın hakkında belki Üstad’ın “Aynadaki Yalan”ına başvurmak lâzım... Belki... Bu arada şunu da söyleyeyim, ben teorik anlamda “feminizm”i de irdelemiş biriyim... J. Paul Sartre’ın karısı Simone de Beauvoir okumuş biriyim... Kadın hareketinin önemli figürlerinden biri... Bunun yanısıra “Kadınların Izdırap Tarihi” adlı büyük volümlü bir kitabı karıştırmış bir insanım... Yani teorik düzeyde kadın olgusunu, feminizm olgusunu kurcalamama rağmen; Sofokles gibi büyük bir ustanın Oedipus Kompleksi ve diğer eserlerini vs okuyup irdelememe, “mitolojide kadın”, “tarihte kadın”, “felsefede kadın”, “savaşta kadın”, bütün bunları kitâbî mânâda kurcalamama rağmen; bir Âsur Kraliçesi, Süryâni bir kraliçe olan Şamram yani “Semiramis”in bir kadın komutan olarak taa oralardan kalkıp İstanbul kapılarına kadar on bin atlıyla gelişini hayret ve ilgiyle öğrenen biri olmama rağmen; bir Afrodit, bir Artemis, benim herzaman ilgimi çeken bir İra yani Hera’daki sadâkat, kıskançlık ve Zeus’u sahiplenme tavrını heyecanla izlememe rağmen...

- Sözünü balla kesiyorum Doktorum; seni tanıyorsam biraz, sadede gelmemek için bütün bir mitolojyayı anlatabilirsin...

- Aslında şöyle... Ben Hera örneğini üzerine basa basa veriyorum; Hera’yı hatasız bir örnek olarak gördüğümden değil... Onu idolleştirmek gibi bir hedefim yok; ama kabul etmek gerekir ki, kendi açımdan söylüyorum, benim hayatımda her ne kadar esâtir boyutunda olsa da çok ileri bir yere sahip... Mitolojiden çıkarak, yırtarak perdeleri, hicapları gelen, ete kemiğe bürünen bir varlık gibi... Yine Yunan Mitolojisinde bir Ekidna gerçeği var. Ekidna, geceleri ortaya çıkan, türlü hayaletlerle ve türlü zulmet varlıklarıyla birlikte dağların, taşların, kentlerin üzerinde tahakkümde ve tasarrufta bulunan ürkütücü ama müthiş yalnız -işte bu çok önemli-, müthiş yalnız ve müthiş tepkili bir kadın; karanlıklar varlığı... Zaten bu özelliklerinden dolayıdır ki bugün oklu kirpi adını verdiğimiz hayvanın bilimdeki ismi de “ekidna”dır... Ekidna’nın da, böyle bir kimlikle bende yeri var... Hera’daki sadâkatli ve kıskanç kadın figürü ve hemen yanında Ekidna’daki karanlıklarda yaşayan, zaman zaman çok saldırgan, zaman zaman gizlenen, ama illâ ki yalnız... “Yalnız”! Bunun altını çiziyorum ısrarla... Bu ikisinin bende oluşturduğu imaj, benim hayatıma ciddi girdi... Ben bu iki özelliğin, benim kişiliğimle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum... Ben Türkiye’deyken de yalnızdım; kalabalıklar içinde yalnızdım, ruhta yalnızdım ve hep mitolojik varlıklarla... Bir Hekate ile bir İris’le... Hatırlar mısın bilmiyorum; Galip Tekin vardır Hıbır’ın, Leman’ın filân çizeri; tam olarak benzememekle birlikte biraz onun karekterleri gibiyim...

[Meryem’e Mektup... Ne âlemdesin? 6 Ağustos 1997’den bu yana seni göremiyorum. Bütün bebeklere binlerce iğne batırdım lâkin bir yararı olmadı. Tedricî bir regresyon, manevî bir zafiyet, şiddetli bir umutsuzluk ve umarsızlık hüküm sürüyor serde. Hiçbir kitap, gazete, dergi seni yazmıyor, teknolojiyle de sana ulaşamıyorum. Büyüyle, sihirle, telepatiyle…Hepsini denedim ama olamıyor. Kimi zaman sana çok kızıyorum, hattâ bu kızgınlık bazen garaz, kin hatta nefrete de tahvil olabiliyor. Ama ne yaparsın, yine de… Senin Apo’yla olan diyaloglarını okudum. Yo yo; o kişi sen değilsin, olamazsın…Sen o denli kedi, o denli süt olamazsın aşkım. Allah’a karşı gelmek olur bu. Yakışmaz, uymaz, sırıtır. Seni vareden en belirleyici özellik hırçınlığın, agresifliğin, ısırganlığın, köpekliğindir. Bunlar olmazsa sen olmazsın; hiç Kangal kedisi diye bir şey duydun mu? Var mı öyle bir şey? Eğer “var” demeye kalkarsan seni yalancılıkla hatta küffarlıkla suçlarım. Yok canım, sen bu olamazsın ve üstelik böyle bir sen hiç mi hiç hoş değil. Ben seni böyle istemem; dişleri sökülmüş, aşırı kuralcı, her söylenene “he” diyen, içindeki altüstoluşları dışına mutlaka ama mutlaka, bir şekilde vurmayan bir Sen, sen olamazsın. Benim için ne dersen de, o çok önemli değil; zaten ben bunların hiçbirine inanmıyorum, yani senin paşa gönlün böyle olamaz aşkım!.. Hoş, senin için bir yararı olacaksa oportünizmin âlâsını, kontralığın önde gidenini, sahtekârlığın, Kemalistliğin, Bizansçılığın envaî çeşidini kotarırım; yeter ki senin keyfin yerine gelsin. Tasmalı çekirge olup kıran girerim; anırırım, ulurum, kişnerim, her haltı yer, her kılığa girerim... Ama, senin kardia’n böyle demez, diyemez. Heyhat, konjonktür… Dünya etme bulma dünyası. Senin için kim kem bir söz söylemişse başına bir hâl gelmiş; ondan ki senden korkmayanın vay hâline. Allah’ın sevgili kulu…Var soyut ol! Somuttan ne kârımız oldu ki? Varsın eloğlu seni kıskansın; âlâ…Bir de senin kim olduğunu bilseler? Kimler tavanlara sıçrar, kimlerin aklı uçar; orasını Allah bilir. Senin arkandaki kuvvetten ürkmeyen Allahsızdır, imânsızdır, vicdansızdır. Seni herkese anlatıyorum, göklere çıkarıyorum; yine yetmiyor. Başını arşa değdiriyorum, biraz olsun rahatlıyorum. Bir sürü kedi edinip hepsinin ismini Meryem koyuyorum; hepsi figür… Kuşları Meryem diye sesliyorum; nâfile, hiçbiri anlamıyor… Bırak şu belâyı, at başından kurtul diyorum; muhâl…Hazan geliyor, kurşunî baharlar, kara koncolozlar, hanımelleri, hele hele cânım leylâklar, hercümerçler, bandolar, oruç, yortu, sevi, hamursuz, boyalı yumurtalar resm-i geçit yapıyorlar; ve aralarında bir sen yoksun… Artık Çin takvimini tâkip ediyorum; aylarım, günlerim, yıllarım, lahzalarım, herşeylerim birbiri içre Çin işkencesi gibi… Tatminsizim… Kibirli Siyam kedileri gibi camlarda oturuyor, herkesi tırmalıyorum. Kimsenin kucağına gitmiyorum. Hep camda, hep yolda… Mart’lar gelip geçiyor, ıııh…Deprem olmuş, dünya yıkılmış; varsın yıkılsın! Yıkılsın da altında kalalım…Sen ne zâlim bir insansın, ne vicdansız ve ne imânsızsın. Kuzum allasen neyin nesisin? Kara turp misâli hep toprak altlarındasın. Allâme kadrolar seni anlayamıyor; anlayamayınca da suçu senin üzerine atıyorlar. İşin kolayı bu. Hiç kimse üç ayaklı topal köpeğin şiirini okumamış ve dinlememiş. Sahralarda kimler bıçaklanıyor, kaç beyaz akrep kaç masumu sokuyor, kimler sürekli beddua ediyor; bunu bilen yok. Diyor ya şair, “Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar / Ne de Şeytan bir günâhı / Seni beklediğim kadar”... Ben mektup yazmayı hiç beceremem; hele uzun yazmayı hiç! Kilolarından arınmış, darası alınmış şeyler yazabilirim; hepsi bu. Zaten, yukarıdaki dörtlüğün üzerine daha ne yazılabilir ki? Kendine mukayyet ol; benden başka hiçbir şey düşmesin zihnine, fikrimden geceler yatabilme, aklın hep bende olsun… Şu aralar kumsaldaki ayak izleri hayli derinleşmiş… 27 Mayıs 2000, C.tesi, saat 10:00 -Yevmiye Defteri’nden-]

- Temel cinayetten yargılanıyormuş Doktorum İstanbul’da... Hâkim: “Anlat evlâdım!” demiş, Temel başlamış anlatmaya; Trabzondan çıkmış yola, uzatıyor da uzatıyor... Hakim: “Evlâdım, İstanbul’a gel!” deyince, “Geleyim de beni as değil mi!” demiş... Biraz öyle yapıyorsun galiba Doktorum...

- Peki; kadınsızlık!.. Şöyle soralım o zaman: “Kadınlılık ne demek?”... Bundan ne anlıyoruz? Benim açımdan, kadınla olmak; onunla beraber olmaktan daha öte birşeyler ifâde ediyor... O bütün benim gençliğimi süsleyen, ama asla var olmayan ideal kadınlar... Atilla İlhan der ya: “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular"...

- Kadın sadece kendi doğurgan değil; erkeğine de doğurganlık sağlıyor... Bu demek belki “kadınlılık”...

- Tabiî öyle bakmakta fayda var; öbür türlü içinden çıkamayız... Bu biraz da şey Saka; mükemmeli arayış... Ha bu arada onu söylemeyi unuttum; İmâm-ı Şiblî’nin bir eseri vardır: Cinler... Zannediyorum bu konunun en bilenlerinden Şiblî... Bu mevzuya da meraklıyım; bazen bu cinlerle evlilikten bahsediliyor... Benim hayatımın bir dönemini de bunlar işgal etmiştir; mitolojik kadınlar yanında cin bir kadınla evlenmeyi çok düşünmüşümdür meselâ... Aynı zamanda inanılmaz riskli, ama çok cezbeden... Ayakları yere basmayan kadın; ben hep böyle bir kadın hayâl ettim...

- Bir gölge varlık... Arzu ettiğin zaman ete kemiğe bürünüp yanına geliveren, kendine döndüğün anda buharlaşmasını bilen kadın...

- Tam ifadesi bu Saka; sen benim sıkıntıma tercüman oldun... Kelimesi bu; görünmeyi de, yok olmayı da bilen... Görünerek coşku veren; kaybolarak kendini taze tutan, aratan bir kadın... Her iki hâlde de olmayan bir kadın aslında... Bu nasıl olabilir? Bunun paramitik olduğunu herkes bilir... Böyle vakalarda, gerçeğe dönmeyi tavsiye eder hekimler... Ama bu duygu olmasa... Ben altı yıldır eşinden ayrı olan bir insanım... Bu pencereden -dar belki- baktığım zaman kadınsızlık, kadın ilgisi, ihtiyacı filân maddî plânda tartışılabilir... Benim belki de şansım şuydu; benim çok eskiden beri sahip olduğum bir güvenlik, koruma alanım var... Ben hep, demin bahsettiğim bir karşı cins tahayyül ederek, oralarda gezerek yaşadığım için başkalarına göre, öyle sanıyorum, daha az ızdırap çektiğimi sanıyorum... Tabiî natürümden gelen ihtiyaçlar yok demiyorum, o kadar da aşmış değilim, transandantal bir yeteneğim de yok... O noktada bir reddiyem filân da yok; ihtiyaçlar ihtiyaçtır, bu bir realite.. Ama daha üst mânâda, tahayyül ettiğim evsaftaki kadın profili açısından baktığımda büyük bir sıkıntı çekmiyorum... Yani bir kadın bulsam da, onunla ihtiyaçlarımı görsem, idare etsem gibi bir arayışı da bir kâbus gibi görüyorum; bunu bir gerileme olarak kabul ediyorum, bu kadar zengin bir âlemden çok fakir bir maddî plâna düşüş gibi kabul ediyorum...

- Bir romanın sayfaları gibi konuşmayı tercih ediyorsun Doktorum... Kusura bakma, zorladım seni biraz... Kadın konusundan romana geçelim o hâlde... Akademya’da, bayılmıştım o roman üzerine yazdığın tesbitlere...

- Belki de hayatımın en -eğer böyle birşey olabilse- en şâheser ürünü, en önemli dönemi olarak kabul ettiğim, edeceğim bir arayış roman... Roman deyince, öyle bir mevzu üzerinde yoğunlaşan, dar, belli kalıplara oturan bildik bir roman değil... Beni, hayâllerimi dahî zorlayan... Ben o yazımda Apo örneğini vermiştim; meselâ Apo diyordu ki: “Kürt romanı yazılmalı”... Yazılamadığı için de işte tam olarak inkişaf edemedi... Roman müthiş bir alan; çok müthiş bir hürriyet alanı sunuyor... Burda, kadından yola çıktık ya az önce; kadın ve roman...

- Kadın da, roman da tabiî, kalıplara sığmayan bir zenginliği olan adama sunuyor bu hürriyeti...

- Elbette... Hatta ben roman için "avlak" diyorum; sınırsız bir avlak, uçsuz bucaksız bir alan... Eğer kuralları varsa dahî özgün; sen belirliyorsun... İşte benim “megali ideam” da bu...

[Atina’da, Hayvanat Bahçesi’yle Edebiyat Felsefesi Yüksek Okulu adında bir okulun yanyana olduğunu görüyorum. Okulun bahçesi çok kasvetli. Sınıflardan birine giriyorum. 35 yaşlarında, sarışın, bıyıklı ve köylü suratlı bir adam ders anlatıyor. Dersin konusu, İdeoloji-Edebiyat ilişkilerinde kadının rolü. Çok sıkıcı ve tekdüze bir anlatım tarzı var. Buna karşın öğrenciler ilgiyle izliyorlar. Bir süre sonra sonra ayağa kalkıp, hocanın yanına gidiyorum. Ona kimliğimi göstererek, “bir zamanlar bende ders anlatırdım, ama senin kadar kötü değildim” gibilerinden birşeyler söylüyorum. Şaşırıyor, bir şey söyleyemiyor. “Sus! Hiç bir şey söyleme sakın!” diyorum ve sınıfı terkediyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Bir roman yazmak...

- Bir roman yazmak; fakat bu çok da korkutuyor beni... Birincisi, benim yetkinlik sorunumu tartışıyorum kendi kendimle...

- Tilki günlüğü bu noktada ne gibi ipuçları sunuyor sana?

- Tilki Günlüğü üzerine benim çok fazla kelâm etmem doğru değil, ama illâ ki kendime ait bir iki şey söylemem lâzım gelirse... Tilki Günlüğü sayısız kapılarla dolu... Ama bu kapıların şöyle bir risk getirdiğini düşünüyorum: Her açtığın kapı başka bir kapıya çıkıyor; ve bu kapılar lâbirentlere ve hatta dehlizlere zaman zaman dönüşüyor... Zannediyorum mârifet, bu açtığın kapıları, yürüdüğün lâbirentleri ve geçtiğin dehlizleri doğru hareketlerle takip edebilmek ve ilelebet kaybolmamak oralarda... Çok ince, çok rafine bir denge; kapılardan geçip bir daha hiç geriye dönememek de var, o dehlizlerde kaybolup gitmek de var... Ama öte yandan o lâbirentlerde müthiş hazlar yaşamak da var... Hani derler ya: “Vehim kötü bir şeydir”... Ben diyorum ki, bu doğrudur; vehim pek hayra alâmet değildir... Ama “vehim bir vahşi at gibidir” derler; “ona binmesini bilenleri, yelelerinden kavrayabilenleri çok ileri noktalara da götürür”... Yani vehim vehimlikten çıkar, yeni dünyalar kurarsın... İşte Tilki Günlüğü de vehim gibi bir vahşi ata benziyor... Vehim ne diyor bana; “bu kitap anlaşılmazdır, bâtının bâtını vardır, kaç kat olduğu bilinmeyen bir merkeze doğru, belki arzın merkezine, belki bilemeyeceğimiz bir kara deliğe”...

- Oradan ak deliğe...

- Tilki Günlüğü bence tamamlanmış da değil... Isaac Newton’un tâbiriyle ifade edecek olursak: “Ben kainat ve insanı tanımlarken, kendimi bir ummanın kıyısında çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuk gibi hissediyorum”... Belki de biraz böyle; Tilki Günlüğü gibi devâsa bir kitaba girmek, bir ummana dalmak gibi birşey... Bu nedenle korkuyorum, ürperiyorum... Bir de benim Tilki Günlüğü’ne bu bakışımın dışında, haddim olmayarak söyleyebilirim ki: Tilki Günlüğü fenomeni de, süreci de zannediyorum tamamlanmadı... Altı cilt yayınlandı; ama muhtemelen bir devamlılık arzediyor... Bu bir roman olmaktan öteye, arzla arş arasında bir köprü gibi geliyor bana... Hani Yahudiler iki Kudüs’ten bahsederler; bir tanesi bildiğimiz şehir, bir tanesi de mânâ âlemindeki Kudüs... İlâhî makam, “makom” dedikleri alan; orayı da Kudüs görürler ve sürekli, gökteki Kudüs’le yerdeki Kudüs arasında bir mânâ köprüsü olduğunu... Tenezzül ve urûç, tasavvufî terminolojiyle söylersek... Müteşâbihen, ben Tilki Günlüğü’nde de bir urûc gözlüyorum; tabiî “tenezzül” boyutu ben çok aşan bir hâdise, onu irdelemiyorum, ama “urûc” boyutunun olduğunu gözlüyorum, arzdan arşa doğru çok karmaşık bir mânâ köprüsünün kurulduğunu... Fakat bu köprünün üzerinde nasıl yürünebileceği konusunda ciddi yetmezliklerimin olduğunu, eksikliklerimin olduğunu görebiliyorum... Âdeta... Bazı çok zor felsefe kitapları ve romanlar için Avrupa’da bir de “okuma kılavuzu” verirler; meselâ Ulyssis’i Yunanistan’da dağıtırken, yanında iki tane de kılavuz kitap verildi... Bu bir tür... Tâbiri câizse “modern dönemlerin miraç arayışı” gibi algılıyorum ben; benim kendi miracım, eğer böyle bir şey varsa... Ha, nereye kadar giderim? Bu mânâ köprüsü üzerinde yürüyebilir miyim, yürüyemez miyim, başaşağı devrilir miyim, aşağıların aşağısına mı indirilirim, yoksa kendimce karıncavârî bir seyahat mı gerçekleştirebilirim?! Bütün bunlar için şimdi bir şey diyemem; fakat müthiş heyecanlandırıyor beni Tilki Günlüğü...

- Alev Alatlı’yı nasıl buluyorsun?

- Alev Alatlı’nın özellikle son eseri (Schroedinger ‘in Kedisi- Kâbus ve Rüya)... Ben "Rüya"yı biraz kurcaladım, ama “Kâbus”u büyük oranda irdeledim... Alev Alatlı tabiî en iyi kendisi tanımlayabilir kendi romanını; kendisine sorulduğu zaman da, bunun bir kurgu-bilim eseri olmadığını söylüyor... Gürselgil Usta, hakettiği biçimde değerlendirmiş Alatlı’yı... Bu tür kitaplar için, gerçekten de uluslar arası edebiyat câmiâlarında çok açık tanımlamalar yok, ama ağırlıklı olarak bu eserlere “ütopik roman” tanımı getiriliyor... James Joyce meselâ; ütopik, anlaşılmaz, zor ve içinde binbir çeşit kavramı, tanımı filân barındıran ve dili de oldukça karmaşık bir tür...

- Kendince bazı kavramlaştırmalar var, ama dili çok yalın Alatlı’nın...

- Tam onu söylecektim; Alatlı’nın dili karmaşık değil... Fakat bu yalınlığı içinde zaman zaman zorlamalara varan ifadeleri, tanımlamaları var, yeni ürettiği kavramlar var, yeni mânâlar yüklediği kavramlar var... “Onarımcılar” meselâ; belli bir sosyal-siyasî-ideolojik statü, bir dünya yönetimi kurgulamış; “vasıllar”, onların yardımcıları vesâire... Tabiî yalın olmakla birlikte, kavramlar tanınır olmakla birlikte yorucu, zorlama ifadeler var... Zaman zaman bende sıkıntı uyandıran kendine özgü teknik tahliller var... Rüya’da bu çok fazla; o şemalar, arz-gök ilişkileri, Japon mitolojisi, Orta Asya Türk illeri vesaire... Ha, bu eserin içinde kullanılan bazı kavramlar da ilgi çekici tabiî; bunlardan bir tanesi “afazi” konusu... Afazi tıbbî bir terim, bir hastalığı ifade ediyor... Yunanca bir kavram; bunu biz yazdık... İşte, çok özet olarak “ifade yitimi”, “konuşma yitimi” diyebiliriz... Burdan yola çıkarak Alev Alatlı, “afazi”nin lezyonsuz da olabileceğini ortaya koyuyor, ilmî verilerden yola çıkarak... Normalde afazinin “posttravmatik” bir beyin lezyonundan mütevellit olduğunu ve bunun dışında da bir afazinin olabileceğini söylüyor... Bunun da lezyon, yara olmadan nasıl olabileceğini tartışıyor... İşte ordan da, dışardan gelen impülslerle, duyularla veya uygulamalarla husûle gelebileceğine varıyor... Kısaca şunu söyleyebiliriz: İnsan beyninde bir hasar olmadan, yara olmadan da afaziye maruz kalabilir; daha ileri aşamasında demans dediğimiz bunamayla, presenil demans dediğimiz erken bunamayla, amnizyayla, yani hafıza yitimiyle karşı karşıya gelebilir ve bütün bunları açıklamada travmasız afaziyi kullanabiliriz... Burdan da işte şeye geçebiliriz, o meşhur “Freedom Project" var ya; Amerika Birleşik Devletleri’nin uygulamaya koyduğu kabul edilen ve kuvvetli kanıtları olan, çeşitli dalga boylarında impülslerin gönderilmesi ve insan zihninin altüst edilmesi, fizikî bulgulara varan rahatsızlıklar uyandırması... Alev Alatlı, derinleşerek, bu Freedom Project meselesine gelerek değil, ama bir ipucu mahiyetinde afazinin yeni bir hâlini ortaya koyuyor... Ve ilginç bir konu daha var; afazi veya fuzzy mantık dediğimiz, Türkçeye “saçaklı mantık” diye çevirebileceğimiz, Aristotelyan mantıktan farklı.... Aristo’da “ya o, ya bu” şeklindeki mantık anlayışına mukabil “hem o, hem bu” diyebilen bir mantık anlayışı... Bunun Kuantum Fiziği’nde netleşmesi... Bunu da, bu fiziğin babalarından olan Erwin Schroedinger’in, -Avusturyalı bir ustadır- bir kedi üzerinde yaptığı kuant deneyi; iki delikli bir levhadan ve aynı kaynaktan çıkan bir ışık hüzmesinin, fotonların bir silahın tetiğini harekete geçirerek kediyi vurması imkânının tartışılması, araştırılması temelinde... İşte buradan “ışık nedir?”, “madde nedir”; “enerjimidir, dalga mıdır, parça mıdır?”... Bu tartışmaların en son varılan aşamada “hem dalga hem parça, hem madde hem enerji” gibi değerlendirmeyle zenginleştirilmesi...

- Oradan hologram...

- İşte o enteresan... Hologramla ilgili çok çalışma var, ama özet olarak söylenecek şey şu, yine o kuantumdaki espri: Hem dalga hem parça; ama daha ileri aşamada bütün cismânî yapıların, bütün fizikî varlıkların aslında hologram olduğu... Bunu da şuna dayandırıyorlar: Beyin, nasıl oluyor da sonsuz sayıda görüntüyü arşivleyebiliyor? Bugün en gelişmiş bilgisayarların bile kat be kat üzerinde bir kapasite... Bu ne tür bir şey? Diyorlar ki: Aslında beyin cismi değil; çok karmaşık ve içiçe geçmiş elektromanyetik dalgalar bütünü olarak algılıyor cismi... Ve bu dalgaların beyinde karşılık bulmasıyla o dalga formunun, o elektromantyetik yapının neye tekâbül ettiğinin ifade kazanması... Yani şu kadar dalga boyunda, şu özellikteki elektromanyetik yapılar eşittir kedi... Yani beyin kediyi kedi olarak değil bu şekilde arşivliyor... Hologramın özünde şu var: Varsaydığımız gibi, bu cisimdir dediğimiz şeyler aslında cismânî varlıklar değil... Aynı şey bir köpek veya kedi için de geçerli; onlar da cismânî olarak gördükleri varlıkları bu şekilde algılıyorlar... Çok kaba olacak belki, ama şöyle bir örnek verebiliriz: Eğer elimizde şöyle bir teknoloji olabilseydi, devâsâ bir mikroskop yapabilseydik, bununla uzayda bir yerlerden dünyaya veya dünyada insana bakabilseydik veya bir apartmana; insanı böyle görmeyecektik... İnsanı; mikroskobun büyütme kapasitesine göre önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hüclerimizi ve sonra hücrelerimizin elemanlarına kadar inen bir şekilde görecektik... Daha da ileri gidebilseydik eğer, hücrenin elemanlarını da analiz edebilseydik, parçalayabilseydik; bu kez kimyevî elementleri, bileşikleri, molekülleri, atomları görebilecektik... Daha da ileri gidebilseydik, topu topu temel, natür elementleri görecektik ve garip bir şekilde apartmanın, insanın, kedinin, kuşun meselâ hidrojen, meselâ karbon, meselâ azot, meselâ sodyum, sülfür gibi elementlerden oluştuğunu ve bu mikroskobun altında apartman, insan, kedi, kuş yokmuş da sadece atomlar ve moleküller varmış gibi görebilecektik...

[28.02.00... Teodoros izine geldi. İsmaros radar üssünde askerliğini yapıyor. Benimle birşey konuşmak istediğini söyledi. Dinledim. Dünyadaki müslümanların sayısı arttı! Tarih bunu yazacaktır diye düşünüyorum. -Yevmiye Defteri’nden-]

- Hologramı siyasete tatbik edersek; dünyayı tanımak ve yeniden yapılandırabilmek için...

- Kumandan’ın yeni bir eseri çıkacak; “Sefîne / Suver-i Hayâl” isimli... Bu kitaptan bir bölümünü paylaşmak sûretiyle beni şereflendirdiğini de burada ifade etmek isterim.... Esere ilişkin, mektupta çok önemli bilgiler var... Bunlardan bir kısmı dil üzerine... Kur’anî kavramlar, “ratk” ve “fatk” gibi... Yeni bir perspektif veriyor... Bizim bir dostumuz, artık gönüldaşımız diyebileceğimiz Isus Teodorus; bunun dil teorileri üzerine çalışmaları var... Şimdi bir sürü dil teorisi var, en çok kabul gören Hint-Avrupa... Bunların hepsi maddî, epeyce de Marksist bir görüştür, biraz Chomsky katkılıdır... Ama bizim, İbda fikriyatının bakışı; dilin, -üst dil diyelim buna- Allah katından olduğu, yaratılmış olduğu... İşte Theodoros’un buradan hareketle Arapça ve Yunanca arasında bulduğu ciddî bağlar diğer teorileri de sarsacak... Tam da bu dilimde Sefîne’den böyle bir bölümün bize takdim edilmesi çok enteresan... Bunu bir parantez içinde söylemek ihtiyacı hissettim... Şimdi hologramın politik süreçlere nasıl yansıdığına geldiğimizde... Mektupta hologram üzerine... Sanırım daha doğru olan, kitabın çıkmasını beklemek; oradan nerelere varılabileceğini Kumandan’dan öğrenmek daha doğru olacak... Ama politik bağlamda bundan böyle şunu tartışabiliriz: Bir bütün sistemin, bir bütün beynin, bu İbda beyninin ve İbda sinir sisteminin hologramik olarak tüm varlık süreçlerini, tüm fenomenleri, olay ve olguları beyninde hangi imajı oluşturarak tanımlayıp cevap vereceğini ve nasıl müdâhil olacağını... İşte bu bir yenilik...

- "Beşer zekâsının sekreteri!”; külliyatta böyle tanımlıyor kendini...

- Öyle; "beşer zekâsının sekreteri”... Zannediyorum ki artık adını koyacak; ilmi, felsefî, ideolojik, politik... İşte Tilki Günlüğü’nün devamı bu; “Suver-i Hayâl”... Nasip meselesi tabiî; ne kadarsa nasibimiz, o kadar alabiliyoruz... Kişinin nasibine, kalitesine, kapasitesine, niteliğine, ilgisine, alâkasına, ama çok daha önemlisi derinleşme ve yoğunlaşmasına bağlı gibi geliyor bana...

[İbda Apologétique'i... Kimileri Tarih'in bittiğini, kimileri devam ettiğini ve sonsuza kadar süreceğini söylüyor. Bu önermeler çok büyük bir anlam taşımaz. Bu konularda değerlendirme yapmak, 5. Boyut olan "Bilinç" ve 4. Boyut olan "Zaman"a hükmedebilenlerin işidir. Bizce her ikisi de doğrudur: Tarih bitmiştir, çünkü "Suya düşen tai, zemine varmıştır”... Tarih işte bu dilimdir. Ve Tarih devam etmektedir, çünkü "Taşın, Su yüzeyinde oluşturduğu dalgalar yayılarak genişlemekte ve devam etmektedir”... İşte bizim tarihimiz budur! Böyle dediğimizde, 4. ve 5. Boyutlar' a hâkim olan muhataplar bekleriz! Bu "Üst Dil, Üst Mânâ ve Üst Sıfat boyutudur". Şu ana dek ne Marxist-Leninist ideoloji ne de diğer ideolojiler bu boyutlara ulaşamadılar; ve genelde Evren, özelde Dünya kirlenmeye devam etti. Biz bunu, "Eres Echoués" (Batık Çağlar) olarak adlandırıyoruz. Ancak diyalektik gereği, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir "Apologétique" ortaya çıkar. İşte bunun adı İBDA Apologétique'idir. Uzay ve Zaman' ın birleştiği ve hapsedildiği, eşdeyişle Zaman'a ve Mekân'a hükmedildiği dönem “3.Bin”dir! Zaman, İBDA tarafından yutulmuştur! Ve İBDA' nın enerjisi, Zaman enerjisine galip gelmiştir. Bu bağlamda Zaman 1999’da durmuştur. Zaman'ı hapsetmeyi başarmak demek, cazibe merkezi olmak demektir; ve bütün irâdeler ister istemez bu "haz" alanına doğru çekilecektir. Bu cazibe alanından kaçmaya çalışmak, aslında farkında olmadan çekilmeye devam etmek anlamına gelir. Çünkü öz-zaman kısalmaktadır. İBDA' nın albeni alanı içine girenin karşı direnci azalır, hareketi yavaşlar; ısrarla direnecek olursa enerjisi tükenir, kudreti kalmaz, soğur... Ve teslim olur; veya yokolur. İBDA, enerjiyi bırakmaz; kendinde toplar. Orada, bir gönüllü tutsaklık mevcuttur! -Yevmiye Defteri’nden-]

- Doktorum; sağolasın, varolasın... Çok önemli bilgiler ve tecrübeler paylaştın benimle... Artık ne kadar bir zaman zarfında kasetleri deşifre edip de yayına hazır hâle getirebilim ve okuyucuların istifâdesine sunabilirim bunları?.. Fakat benim için çok faydalı, çok öğretici bir sohbet oldu; tekrar tekrar teşekkür ediyorum... Ve bütün bu kadar sözün üzerine abes bir suâl sorarak sohbetimizi noktalamak istiyorum Doktorum: Tamam, iyi, güzel, hoş da; niçin İbda?

- Niçin İbda?.. Gerek mefhumun mânâsı itibarıyla... Yani bir yeniden doğuş, yeniden varoluş, ba’s olma gibi düşündüğümüzde... Yine mitolojideki Finiks kuşunun kendi küllerinden yeniden doğması önümüzde... İslâm’da biliyorsun reenkarnasyon yoktur, başka bir bedende korpore olma; bu başka, özellikle de politeist inançlara ait, batı esoterizminde, masonizmde... Bu şekliyle değil de; mânâ düzeyinde, şuur düzeyinde yeniden doğması ve tekrar tekrar doğması, tekrar tekrar kendini üretmesi... İbda bende yeniden doğma, var olma ve varlığının farkına varma coşkusu ve heyecanını ifade ediyor... Bir bu boyutu var... İkincisi: Bütün bilinen ideolojiler, teoriler, felsefeler, öğretiler üzerine epeyce çalışmış bir adam olarak ben; bunlardan istifade etmiş olmakla birlikte tatmin olamamış bir insan olmam hasebiyle “İbda” diyorum... Şunu aramıyorum artık Saka: Daha ileride bir şey var mı? Çünkü çok kavrayıcı İbda, çok derin... Şu kavramı kullanabiliriz belki: Bir rezonans... Yani ben İbda ile kendi aramda bir rezonans kuruyorum, çok çok zengin bir dünya... Şuur ve nihâyet bütün zâhir-bâtın ilimler için bir yol gösterici olması hasebiyle “İbda”! Somut bir varlık olarak “İbda”; gerektiğinde kaskatı politik, siyâsî süreçlere müdâhil bir “İbda”! Kısaca etiyle kemiğiyle var olan bir “İbda”! Sadece fikirde kalan değil, “dünyayı bıraktım, göklerin krallığıdır benim hedefim” tarzı değil; dünyayı da isteyen, dünyada da iştahı ve ihtirasları olan bir değer olarak yine “İbda”! Ve son tahlilde İslâm’ın bayraktârı olarak algıladığım için “İbda”! Ben İslâm’ın hâkimiyetini arıyorum; başta benim vatanımda, Anadolu’da olmak üzere; bu yolda benim ideolojim diyebildiğim için “İbda”! Bütün bunları topladığımda “varoluş sebebim” gibi “İbda”! Beni hayata bağlayan, beni umutlandıran, hayallerimi zenginleştiren, zamanda ileri ve geri hareketlenmeme yol açabilen, beni divâne eden, daha doğrusu divâneliğimi sağlam bir zemine oturtan, kalıba döken ve yeşerten bir mektebim olduğu için “İbda”! Yani büyük hedefleri olan bir insan olarak, o vehim atını yelelerinden yakalamaya çalışan bir adam olarak yine ve tekrar “İbda”! Benim aynam; önümde, ardımda, beni bütün yönlerden bana gösteren sonsuz aynalarım “İbda”!..

[herşeyin soyunmaya başladığı tan ağartılarının arefesinde yeraltları / alnının ortasında parlayan bir zehirli safirle gelenin önünde eğilecek / ağzı salyalı dehşet müteahhitleri / üzengiler böğrünü deşmede zifir atlarının / gece ziyasında / hamr ile karışık haller esiyor fethedilmemiş sokak aralarında / sürreel avcı kuşlar / nereden geleceği belirsiz darbelere bilenmedeler / hayızlı kadınların tedirginliği var / hamile ejderlerin kuyruksokumlarında / saika yakındır / göklerden taşların yağması dahî yakındır ve / fjörd kunduzlarının şaşkınlık vakitleri / gizemli bir mesaj yollar sansarlara / destansı bir kırmızı cücenin kollarında ruhunu teslim eder / kara yağız bir palikarya / konu bütünlüğü kalmaz beyitlerde artık / buradan ötede anlamını yitirir karar ehli / ve ulemâ örse dokunur / haram ve taze etlerin pazara çıktığı bir fırsat mesafesinde / azap bir alev topu gibi aydınlatır yılların açlarını / alatav bir toprağa düşer yansısı kanlı divânelerin / azgın yaban köpekleri üşüşür leşin başına / üşüştüğü gibi lolitaların göğüs uçlarına kart zamparaların / herşey birbirine karışır / ve perde lacivert bir lekeyle iner / çalı dikenlerinin üzerine / göze çarpan “Wreath of Chivalry”dir yalnızca -Yevmiye Defteri’nden]

- Doktorum, üç beş cümlelik bir boş yerimiz kalmış kasette... Aklıma şimdi geldi, ama şiir üzerine konuşacak kadar yer yok... Şiir ve şiirlerin üzerine konuşmak isterdim aslında...

- İsabet olmuş; şiir, benim en çok cahili olduğum şey Saka! Yazdıklarım...

- Bu seçim sonuçları için ne diyorsun Doktorum kısaca?

- Bu son seçimlerin neticesi ve dünya konjonktürü bana şunu gösteriyor: Bu şey vardır, otobanlarda tabelalar... İşte “Çorlu’dan önce son çıkış!”, “bilmem nerden önce son çıkış!”... Ben biraz böyle görüyorum... Nihâi süreçten önce diyebiliriz, zaferden önce diyebiliriz veya başka bir ad da koyabiliriz; bu nihâî şeyden önce “son çıkış” olarak adlandırıyorum 3 Kasım’ı...

Ramazan 1423 - Gümülcine

www.mustafasaka.up.to

mim.saka@googlemail.com

www.yeniakademya.org

RSS feed Twitter.
İsim: Email:

0 yorum:

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.