Hafta sonu Atina’daydım...
Hani Yahya Kemâl’e atfedilen bir söz vardır; “Ankara’nın nesini seviyorsunuz?” suâline, “İstanbul’a dönüşünü” demiş ya koca şâir...
Kim demez ki?!
Geçen hafta ilk defa İstanbul’u görmüş olan Yunan dostumuz da “Ben nasıl yaşarım artık Atina’da?!”diyor şimdi...
Güzel ve mübârek şehir İstanbul!
Aziz İstanbul!
Mekke, Medîne ve Kudüs’ün mukaddes toprakları müstesnâ; eminim ki dünyadaki bütün şehirlerin İstanbul’a dönüşü güzeldir...
Lâkin Atina’dan İstanbul’a dönüş kadar güzel olamaz sanıyorum hiçbiri...
Bu dönüşü düşünmek bile tarifsiz heyecanlandırıyor beni!
İstanbul, bütün çirkinleştirme çabalarına rağmen hâlâ ne kadar güzel, ne kadar azîz, ne kadar mübârek bir şehirse; Atina o kadar çirkin, o kadar rezil, o kadar cenâbet bir şehir nazarımda!
Ve Avrupa’daki tek câmisiz başşehir!
Yazları ise cehennemden bir tabaka âdetâ; o kadar sıcak ve nemli ki havası, nefes almakda zorlanıyor insan!
Hele şehir merkezinde hiçbir rüzgâra yol vermiyor beton yığınları.
Yeşillik yok denecek kadar az.
Yol kenarlarına dikilmiş ağaçlar da şehre uygun ağaçlar değil; bir nebze rahatlık vermek şöyle dursun, polenleriyle boğuyor insanı, hem de şehri kirletiyor...
Görülmeye değer olan Akropol ve emsâli Antik Yunan eserleri sadece...
Kent merkezinde nefes alınabilecek tek yer de, Akropol’ün eteklerindeki eski şehir “Plâka”...
Sabahın köründe Pire limanına indim...
Karşıdan bakınca Haydarpaşa’yı andıran, ama onun yanında maket gibi küçük kalacak gar binasından trene binerek Omonya’ya geldim.
Omonya Atina’nın Taksim meydanı; fuhuş, uyuşturucu ve benzeri her türlü pisliğin merkezi olması bakımından...
Yoksa ne güzeldir Taksim!
Hele parkından Boğaz’ı seyretmek!..
Bir kafeteryada oturdum; adı burada da “poğaça” olan, lâkin İstanbul’un o leziz poğaçalarıyla hiçbir alâkası bulunmayan aşırı yağlı bir hamur parçasıyla bir bardak çay aldım.
Gözüm duvardaki büyütülüp renklendirilmiş fotoğrafa ilişti; Omonya meydanının eski hâli...
Atina’nın şimdiki belediye başkanı güzel kadına ve seleflerine okkalı bir küfür savurmak geçti içimden; hangi uğursuz el kıydı o güzelim palmiye ağaçlarına, kim yığdı bu betonu buraya?!
Şimdi güya 2004 Olimpiyatlarına hazırlıyorlar Atina’yı...
Omonya meydanını da sırf beton yapmışlar; ilâç için bir avuç toprak, bir tek ağaç yok!
Dev bir ekran yerleştirilecekmiş buraya; insanlar olimpiyatları seyredecekmiş!
Başlarını yesin olimpiyatlar!
Yiyecek de!
İddia edebilirim; ekonomik götürüsü getirisinden fazla olacak olimpiyatların!
Türkiye’deki AB pazarlamacıları hep Yunanistan’ı örnek veriyorlar ya...
Oysa hiç de öyle anlattıkları gibi parlak değil AB üyesi Yunanistan’ın durumu; AB’den gelen kredilerle şişirilmiş, hormonlu bir ekonomi...
Azınlıklar ve mülteciler için de para veriyor AB; ama ne azınlıklar ne mülteciler sesini bile duymuyorlar bu paranın...
Omonya meydanında olduğu gibi olimpiyatlara hazırlık için böyle beton yığınlarına ve kerhânelerin modernizasyonu gibi işlere yatırılıyor paralar!
Ve artık Paris’ten bile pahalı Atina!
Bir fincan kahve Paris’in en meşhur meydanındaki en lüks kafeteryada bile 1 Evro imiş, Omonya’da en döküntü “kafenio”da ise 2,5 Evro.
Dört bir yanı deniz olan adalarda, meselâ Girit’te en ucuz balık olan izmaritin kilosu 5 Evro, bir kilo barbunya ise tam 25 Evro.
Pazarda bir demet maydanoz 50 sent, bir kilo kiraz 3 Evro.
3. Sınıf bir lokantada bir tabak etli yemek 10 Evro.
İçinde tuvaleti ve banyosu olmayan döküntü bir otel odasının geceliği 25 Evro.
Sanâyi yok!
Turizm de bu pahalılıktan mütevellit bitmek üzere...
Çiftçi de bu hormonlu büyümeye kendini kaptırmış; tarım için verilen kredileri toprağa yatıracağına, son model jipler çekiyor altına, hayatını yaşıyor şimdilik...
Kâhin olmama gerek yok; büyük bir buhran bekliyor Yunanistan’ı!
Şu olimpiyatlar geçsin, AB muslukları kıssın, verdiği kredilerin geri ödeme tarihi gelsin; göreceğiz...
Ve işte buraya yazıyorum: Yunan halkı, yakın bir gelecekte Simitis-Papandreu ikilisini de vatan hâini ilân edebilir!
Bu düşüncelerle yudumladım fincanına 2,5 Evro bayıldığım bir poşet çayı...
Omonya’dan Plâtia Viktorya’ya gidene kadar, bir iki kilometrelik yolda, pisliğe basmamak için sekerek yürüdüm kaldırımlarda...
Yaşasın modernizm, yaşasın Batı medeniyeti; bütün kaldırımlar köpek pisliği...
Sabahları, evde besledikleri köpeklerini dışarı çıkarıyorlar; pislikleri çöpçüler süpürene kadar kaldırımda kalıyor...
Ve adım başı, gelen geçenden bir sigara veya on sent dilenen uyuşturucu müptelâsı Yunan gençliği...
Köşe başlarını tutmuş, çoğu Güney Koreli veya Amerikalı misyonerler; Yahova Şâhitleri, Mormonlar, Evangelistler...
Yunanistan’daki hedefleri Ortodoksları ve mültecîleri kurtarmak(!); daha çok mültecîleri...
Viktorya meydanına varmak üzereydim ki bir an, sadece bir an kendimi Türkiye’de, İstanbul’da hissettiğim bir şey oldu!
Kaldırımda sağlı sollu durup konuşan bir grubun arasından geçerken, bu insanların Türkçe konuştuklarını farkettim; ve işte o bir an kendimi İstanbul’dayım zannettim!
Bir an!
Durdum!
Selâm verdim!
"Vealeykümselâm" dediler soran gözlerle...
Ve ben, o bir anlık sanrıdan sıyrıldım.
Şaşkınlıkla, “Siz Türk müsünüz?” sorusu çıktı ağzımdan gayriihtiyârî!
Hiçbir îmâda bulunmayan yumuşak bir üslûpla "Biz Kürdüz" dedi içlerinden birisi!
Ayaküstü birkaç kelâm ettik, tanıştık ve beni önünde durdukları kapıdan içeri dâvet ettiler; “Buyur bir çayımızı iç hevâl!”
Açık kapıdan içeriye kaçamak bir göz attım; burası bir lokâl...
Girdim.
Masalar, sandalyeler, solda bir kütüphâne, karşıda kapısı açık bir mutfak, yarım asma kat...
Oturunca duvarlardaki posterleri ve camdan dışarıya bakan 3-5 metre büyüklüğündeki Abdullah Öcalan posterini fark ettim.
Oturdum; konuştuk...
Konu "genel af"!
Hükümetin ifadesiyle "topluma kazandırma” veya “ eve dönüş” yasası!
Ne düşündüklerini sordum...
"Pişmanlık yasası ve benzeri onur kırıcı hiçbir teklifi asla kabûl etmeyeceklerini” söylüyorlar!
"Bugüne kadar defalarca pişmanlık yasası çıkardılar; toplam 8 yüz küsûr kişi kabûl etti, onları da kirli işlerde ve operasyonlarda kullandılar, onurlarını kırdılar, hayatlarını kararttılar" diyorlar...
"Genel bir af çıksın, onurumuzu kırmayacak şekilde uygulansın; hepimiz dönelim, topluma katılalım, Türkiye için çalışalım” diyorlar...
"Ayrılıkçı olmadıklarını” ısrarla vurguluyorlar...
Talabânî-Barzânî ikilisinin Amerika ile berâberliğini tasvip etmediklerini, emperyalistlerle işbirliğinin Kürtler için onur kırıcı olduğunu, ilkel milliyetçiliğe karşı olduklarını” söylüyorlar...
"Devlet bize bir adım atsın, biz devlete on adım atalım” diyorlar...
"Peki Abdullah Öcalan?"
"Apo’nun serbest bırakılmasını kamuoyu hazmedemeyebilir, bunu anlayışla karşılarız” diyorlar...
Bu minvâlde olurları, olamazları konuştuk...
Bol bol çay ikrâm ettiler...
Öğleye doğru arkadaki mutfak kısmında yemek ikrâm ettiler; yıllardır özlemini çektiğim kuru fasulye, pilav ve Doğu usûlü salata...
Fazıl Ağabey’i andım hasretle, gözlerim doldu; o da salatayı böyle yapardı; salatalık ve domatesleri küçük küçük doğrar, bol acıyla harmanlar, kaşıkla yerdik...
Bu lezzetli yemeğin tam ortasında duyduklarım bütün iştahımı kaşırdı...
Şu yediğimiz ekmekleri bir Yunan kadın getirip bırakmış bugün...
Lokmalar boğazıma dizildi, ağırıma gitti!
Neden?!
"Kızıl Sultan” dediğiniz Abdülhamid Han, Avrupa’da aleyhine neşriyat yapan muhâliflerine bile maaş bağlıyordu; “yabancılara muhtac olmasınlar” diyordu...
"Bugün yabancıdan para alan, yarın emir de alır” diyordu Koca Sultan!
Ülkemin insanı, neden bu yaban ellere düşsün; ve neden bir lokma ekmeğine muhtaç olsun yabancıların?!
Neden?!
Yemekten sonra son çaylarımızı içerken bir Yunan aile girdi içeri, bir çuval bırakıp çıktılar; içindekiler, artık kendileri giymeye tenezzül etmedikleri eski elbiselermiş...
Neden, neden?!
Bu insanlara hain demek, dışlamak, yabancıların kucağına itmek o kadar kolay mı?
Kimi kendi hikâyesini anlattı arada...
Benzer ve birbirinden acı hikâyeler bunlar...
Tır şoförü iken benzer sebeplerle PKK’ya katılıp Avrupa’ya çıktığını söyleyen bir genç de, kendisinin ve “hepsi mele” dediği ailesinin hikâyesini anlattıktan sonra derin bir iç geçirerek şöyle dedi: “Hiçbir şeye yanmıyorum da ağabey; altı yaşımdan beri beş vakit namazımı hiç kaçırmadım, buraya geldiğimden beri alnım secdeye gitmedi, buna kahroluyorum!”
Acıyla doldum, dondum!!!
Neden, neden, neden?!!
Avrupa ülkelerinde on binlerce mülteci vatan evlâdı var böyle...
Kuzey Irak’ta 5 bin civârında silâhlı adam var!
Türkiye niçin bu insanları kazanmaya bakmaz?!
Onbinlerce vatan evlâdını niçin Avrupa’nın, Amerika’nın eline bırakır Türkiye!
Doğru düzgün bir af yasası çıkarsa ve bu insanları, “bu kozu” Avrupa’nın, Amerika’nın elinden alsa; bundan büyük kazanç mı olur Türkiye için?!
Böyle bir yasa olmazsa şâyet çıkması beklenen; “Bunu bir savaş ilânı sayarız!” diyorlar...
Belli ki Amerika, Kuzey Irak’taki 5 bin "gerilla"yı tam teçhizat Türkiye’ye salacak...
Bunu mu istiyor Türkiye?!
Yeniden kardeş kanı dökülsün mü istiyor?!
Avrupa ülkelerindeki onbinlerce mülteci vatan evlâdı, Türkiye aleyhine hiçbir faaliyette bulunmasalar bile, işte bu lokâlde olduğu gibi; işkenceden sakat kalmış hâlleriyle, yanmış yakılmış yüzleriyle gelip geçen herkes işkenceci yüzüyle tanıyor Türkiye’yi...
Bir devlet için bundan büyük ayıp olur mu?!
Bir ayıbı mümkünse telâfi etmek, hiç olmazsa örtmek gerekmez mi?!
"Türkiye’nin tanıtımı” için ibne, lezbiyen ve dönme sözde sanatçılara akıl almaz yatırımlar yapan bir devlet, asıl ayıbını örtmeyi hiç mi düşünmez?!
"İşkenceci devlet” imajından kurtulmak, “hukuk devleti” olmak, halkıyla barışmak istemiyor mu Türkiye?!
Kimler beslendi; daha kimler beslenecek kardeş kanından?!!
21 Temmuz 2003 / Nisi