22 Eylül 2008

Boğazlar Meselesi

Geçen ayki Rus-Gürcü savaşından hemen sonra, NATO ve ABD Gürcistan'ın hava savunma sistemi ile askerî üslerini hızla yeniliyor.
Polonya ile anlaşan ABD, Çek Cumhuriyeti'yle de “Füze Kalkanı” anlaşması yaptı.
ABD, Almanya, Polonya ve İspanya’ya ait 10 savaş gemisi, ardından sekiz gemi daha Türkiye’nin izniyle Boğazlar’dan geçerek Karadeniz’e girdi.
Rusya'nın iddialarına göre, Karadeniz'deki NATO gemileri 100 Tomahawk füzesi taşıyor. Bu gemiler, Harpoon füzeleriyle de yüklü.
Bağımsızlığını tanıdığı G. Osetya ve Abhazya'ya yönelik yeni saldırılara da açık karşılık vereceklerini söyleyen Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, sınırlarında oluşacak füze üslerine de mutlaka “askerî karşılık” vereceklerini duyurdu; ve Rusya, Karadeniz'de füze denemelerine başladı.
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir dizi NATO ülkesi savaş gemisinin bölgedeki faaliyetlerini değerlendiren Rusya Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Anatoliy Nogovitsin şöyle konuştu: “Karadeniz savaş gemisi kaynıyor. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi uyarınca Karadeniz’e kıyısı bulunmayan yabancı bir ülke, Karadeniz’e toplam 45 bin tonu geçmeyecek askeri gemi sokabilir. Bu gemilerin burada bulunma süreleri 21 günü geçmemeli. NATO savaş gemilerinin amacından haklı olarak şüphelenen Rusya, Karadeniz Donanması üzerinden yabancı deniz araçlarını askeri kurallara göre takibe başlamıştır. Söz konusu NATO savaş gemilerinde 2500 km menzilli, nükleer başlık taşıyabilen Tomahawk füzeleri bulunuyor. Şu anda Karadeniz’de 100’e yakın füze toplandı. Bu füzeler bulundukları noktadan Kafkaslar bir yana, Baltık kıyısındaki St. Petersburg şehrini bile vurabilir. Rusya bu güçlerin varlığını elbette sorgulamak zorunda. 21 günün sonunda NATO savaş gemileri burada kalmaya devam ederse, ilk sorumlunun Türkiye olacağını hatırlatmak isterim.”
Rusya haklı; sorumlu Türkiye’dir!
«Karadeniz’e sahildaş olmayan devletler, Boğazlardan geçirecekleri gemilerin sayısını, tipini ve geçiş tarihini en az sekiz gün önce Türk yetkili makamlarına bildirmekle yükümlüdürler. Boğazlardan aynı anda transit halindeki gemilerin sayısı dokuzu ve tonajı 15.000 tonu geçemez. Sahildaş olmayan devletlerin kümülatif olarak Karadeniz’de bulundurabilecekleri gemilerin azami tonajı 30.000 tondur. Tek bir devlet için bu tonaj 20.000 tonla sınırlıdır. Bununla beraber, Karadeniz’deki en güçlü donanmanın tonajı Sözleşme imzalandığı tarihteki en güçlü donanmanın tonajını 10.000 ton aşarsa, 30.000 tonluk limit 45.000 tona kadar çıkılabilir. Demek oluyor ki bugünkü koşullarda limit fiilen 45.000 tondur. Karadeniz’de konaklama süresi de 21 gündür.» (1)
AB'nin, “Rusya'ya karşı yaptırım düşünüyoruz" tehdidi ve NATO'nun Karadeniz'de manevralarından sonra Rusya, Avrupa'yı her zaman korkutmuş olan bir senaryoyu devreye sokmaya hazırlanıyor. Moskova'dan Avrupa başkentlerine ulaşan haberlere göre, Rusya, pazartesi Almanya'yla başlamak üzere Avrupa'ya petrol akışını kesmeye hazırlanıyor.
Ağustos 2008’in en sıcak gelişmesinden haber veren fragmanlar yukarıdaki satırlar...
Furkan’ın Eylül 2008 sayısı elimize geçene kadar nasıl seyreder hadise; III. Savaş patlar mı bu vesile ile; I. Savaş’ta olduğu gibi, “savaşa girmiş sayılır” mı yine Türkiye?
Göreceğiz...
Şimdi biraz geriye gidelim; şu “Boğazlar Meselesi”ne bakalım...
Maksim Maksimoviç Litvinov, asıl adı ile Meir Walach (1876-1951): Montrö’nün mimarı Sovyet devlet adamı. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki faaliyetleri yüzünden, 1899-1902 yılları arasında Sibirya’da sürgünde kaldı. Sibirya’dan İsviçre’ye kaçtı; sonra İngiltere’ye gitti. 1903’teki Londra Kongresi’nde Bolşevikler’in yanında yer aldı. Ekim Devrimi’nden sonra, Dışişleri Komiseri Çiçerin’in yardımcısı oldu; 1930- 1939 yılları arasında ise kedisi Dışişleri bakanlığı yaptı. 1941’de SSCB’nin Washington Büyükelçiliği’ne atandı. 1946’da emekli oldu.
«(...) Lozan Konferansı, uluslararası duruma henüz Dünya Savaşı’ndan doğan kargaşanın egemen olduğu bir dönemde toplanmıştı. Yani Avrupa devletlerinin kendilerini yeni siyasî duruma henüz uydurmaya başladıkları; dış siyasetlerinin yönü ve hedeflerinin henüz tamamlanmamış olduğu bir dönemde... Dünya Savaşı’nın, savaşların sonuncusu olduğu zannının yol açtığı bu dönemde sulh arzuları hâkimdi. O sıralarda hiçbir hükümet, saldırı ve emperyalist yayılmayı açıkça savunmaya ve savaşı yüceltmeye cesaret edemezdi. O günden bu yana geçen 13 yılda bu konuda bazı değişiklikler oldu. Barışcıllık akımının gücü azaldı ve dağıldı; küçük, zayıf, birbiriyle ilgisi olmayan derecikler hâline geldi. Uluslararası çelişmeler yeni baştan son derece keskinleşti ve halkları Ortaçağ’dan Yeniçağ’a, Dünya Savaşı’na kadar kanlı çatışmalara itmiş olan güçler, bazı ülkelerde yeniden küstahça başlarını kaldırdılar. Onlar alenen ve hayâsızca savaşı savunmaktadırlar ve bunun hazırlığı içindedirler.» (2)
«(...) Sovyetler Birliği, çözüm olarak, Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin özel durumunun göz önünde bulundurulmasını teklif ediyor. Boğazlar, bu devletler için Karadeniz’den uluslararası açık denize tek çıkış yoludur. (...) Montrö Konferansı’nın olumlu bir sonuç vermesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları üzerindeki tam hâkimiyet hakkı tanınarak tatmin edilmesini ummamak için hiçbir neden yoktur. Fakat aynı zamanda Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin Türkiye’nin egemenliğine aykırı olmayan yhayatî önemdeki çıkarları da garanti altına alınmalıdır.» (3)
«(...) Türkiye Cumhuriyeti, kendisini, Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine yıkmış olduğu ağırlıklardan kurtarabilecek bir güç kazanmayı başardı. (...) Sovyetler Birliği, bütün gücü ile bu yeni devletin yükselmesini destekledi. Ve hatta denebilir ki, Sovyetler Birliği olmasaydı, Türkiye, Boğazlar’ın yeniden askerileştirilmesi talebini uluslararası bir konferansa getiremeyecekti.
(...) Boğazlar’ın askerden arındırılması, genel güvenlik açısından hiçbir kazanç sağlamadığı gibi, Türkiye’nin hâkimiyetine de göz yumulamayacak bir kısıtlama getirmektedir. Sovyetler Birliği’nin temsilcileri, Lozan’da bu kısıtlamaya karşı çıkmışlardı. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin başvurusunu desteklemeleri kesinlikle gerekliydi; ve nitekim Montrö’de bunu yaptılar.
(...) Boğazlar için iki çeşit rejim düşünülebilir. Ya Karadeniz bir kapalı deniz ilân edilir ve bu durumda kıyı devletlerinden birine ait olmayan tüm savaş gemilerinin Karadeniz’e girmesi yasaklanır. Ya da Karadeniz bir açık deniz olarak kabul edilir. Bu durumda ise, Sovyetler birliği, kendi savaş gemilerinin İstanbul ve Çanakkale boğazlarından kısıtlanmaksızın geçişini isteme hakkına sahiptir.
Peki Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemileri için hangi rejim uygulanacaktır?
Bu devletlerin savaş gemileri Karadeniz’e sadece nezâket ziyareti için veya Kavimler Cemiyeti’nin bir kararı üzerine kıyı devletlerinden birine yardım görevini yerine getirmek için geçebilirler.
Ya Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemileri için hangi rejim uygulanacaktır?
İşte tam bu noktada Konferans’ta buhran patlak verdi.
(...) Sovyetler Birliği’nin Karadeniz’deki tersanelerinde inşâ edilen savaş gemilerinin hedefleri olan üslere gitmesini yasaklamak için bir sebep yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti temsilci heyetinin Montrö Konferansı’na sunduğu tasarının, Sovyetler Birliği’nin bu isteğini dikkate almaması son derece üzücüdür. Litvinov’un meseleyi berrak bir biçimde ortaya koymasına ve bu tartışmanın uyandırdığı uluslararası tepkilere karşın, Türkiye’nin tavrını değiştirmemesi, ne yazık ki, Ankara hükümetine can sıkıcı bir baskının yapıldığını isbatlıyor.
Karadeniz’in bir açık deniz ilân edilmesi halinde, kıyı devletlerin haklarının kısıtlanması, ister istemez Sovyetler Birliği’nin savunma olanaklarının kısıtlanması anlamına gelir. Ve bu da, Sovyetler Birliği’ni, Boğazlar’ı kullanma yetkisini Türkiye’den resmen istemek zorunda bırakır.
(...) Almanya’nın tek amacının Sovyetler Birliği’nin savunma imkânlarını kısıtlamak olduğu bilinmektedir.
(...) Herkesin bildiği gibi, Sovyetler Birliği heyeti, Kavimler Cemiyeti antlaşmasına göre saldırıya uğramış sayılan bir devlete yardım ve destek sağlamak amacının sözkonusu olduğu her durumda, bütün devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan serbest geçiş ilkesini savunmaktadır.» (4)
«(...) Montrö Konferansı değerli bir görev yerine getirmiştir. Konferans, değişen bütün şartları hesaplayarak, Boğazlar’ın güvenliği için Lozan Konferansı’nda Türkiye’ye gerçek bir güvenlik duygusu verilemediğini kabul etti ve bundan gerekli sonuçları çıkarttı.
Hatta, Konferans daha fazlasını yaptı. Boğazlar meselesini birkaç devlet arasında yüzyıllar boyu süren bir çatışma olarak ele alan ve bu nedenle Konferans’ın dağılacağını uman bazı modası geçmiş görüşleri düzeltti. Böyle bir başarısızlığa uğramayı önlemek için Konferans’ın göz önünde tutması gereken şuydu: Emperyalist devletlerin diplomasisine konu olmaktan öteye gidemeyen eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini, kurucusu büyük reformcu Atatürk’ün önderliğinde umut ve enerji dolu olarak hızlı adımlarla gelişme yolunda ilerleyen ve şimdi Avrupa’da barışın kurulmasında gittikçe artan özel bir payı olan genç Türkiye Cumhuriyeti almıştır.
Bundan başka Konferans şunu da göz önünde bulundurmak zorundaydı: Karadeniz’in büyük kısmı, bugün büyük devletler arasında yeni topraklar fethetmek amacıyla yapılan emperyalist çatışmalara katılabilmek için Karadeniz’i bir sıçrama tahtası olarak kullanma çabasında olan eski emperyalist Rusya’nın değil, ilk işi bütün emperyalist amaçlarından vazgeçmek olan ve o zamandan beri sistemli ve şaşmaz bir şekilde barış siyaseti izleyen, sadece kendi güvenliği için değil, uzak ve yakın bütün diğer devletlerin güvenliği için özen gösteren yeni bir Sovyet Sosyalist Devleti’nin elindedir.
(...) Sovyetler Birliği, barış zamanında da, fakat daha çok savaş zamanında, kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan serbestçe geçmesine belli bir kısıtlama getirilmesi için çalıştı sadece. Sovyet heyeti, kıyılarıyla birlikte bu geniş bölgeyi gelecekteki muhtemel bir savaş tehdidinden korumak ve tek bir saldırgan amacı olmadığından kuşku duyulmayacak kıyı devletlerin güvenliğini sağlamlaştırmak çabasındadır.» (5)
«(...) Montrö Konferansı’nın çalışmalarını sonuçlandıran yeni Boğazlar Antlaşmasının imzalanması, Sovyet diplomasisinin Montrö’de, sadece Sovyetler Birliği’nin çıkarları açısından değil, aynı zamanda barış açısından da ısrarla savunduğu düşüncenin bir zaferidir. Sovyet diplomasisinin birinci hedefi, Karadeniz’de barışın güvence altına alınmasıydı. İkinci hedefi ise, Sovyetler Birliği’ne gemilerini Karadeniz’den çıkartarak Sovyet filosunun bulunduğu diğer yerlere götürebilme ve geri döndürme hakkının tanınmasıydı. Sovyetler Birliği’nin Montrö’de ulaşmak istediği üçüncü ve en önemli hedef ise, Milletler Cemiyeti statüsü temelinde olmalıydı. (...) Elbette, böylece savaş durumunda Boğazlar’ın rolü sorununun da çözümlendiğini düşünmek, yanıltıcı bir umuda kapılmak olur. Savaş çıktığunda durumu belirleyecek olan, doğal olarak, Kavimler Cemiyeti’nin var olup olmayacağını, varsa neyi temsil edeceği, Akdeniz’de hangi güç ilişkilerinin egemen olacağı, Karadeniz devletlerinin nasıl bir siyaset izleyeceği vb olacaktır.» (6)
Sonuç...
Lozan Antlaşması’na ek “Boğazlar Sözleşmesi” üç temel ilke üzerine oturmaktaydı: Boğazlar evvelâ askersiz hâle gelecekti. Boğazlar’dan geçişlerin söz hakkı Türkiye’ye bırakılmayacak, bunun için Boğazlar Komisyonu kurulacak; ve bu komisyon, Boğazlar’dan geçiş düzenlemeleri ve diğer konularda Kavimler Cemiyeti’ni bilgilendirecekti.
Lâkin o vakit, bugün Birleşmiş Milletler ismini almış olan Kavimler Cemiyeti’nin üyesi dahî değildi Türkiye. Türkiye’nin bu bölgedeki güvenliğini ise, işte bu üyesi dahî olmadığı Kavimler Cemiyeti, bilhassa İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya garanti edecekti.
Lozan’da ne olursa olsun bir anlaşma imzalanmasına karşılık İstanbul’u bile gözden çıkarmış olan Kemal ve komitesi için mesele olmadı bu akıl almaz şartların altına imza atmak.

Kemal ve komitesini rahatsız etmeyen bu şartlar, Rusya’yı çok rahatsız ediyordu.
23 Mayıs 1933 Londra Silâhsızlanma Konferansı’ndan itibaren, Lozan’a ek bu Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini “Türkiye üzerinden” talep etmeye başladı Rusya; daha doğrusu, Türkiye’ye talep ettirdi.
Türkiye o vakit Montrö’yü, yani bugünkü statüsünü böyle kazandı Boğazlar’ın.
Şimdi de, «ABD’nin Karadeniz’de daha geniş hareket serbestisi elde etmek için Montrö Sözleşmesi’nde değişiklik yapılması amacı ile Türkiye nezdinde girişimde bulunacağı rivayetleri dolaşıyormuş.» (7)
Furkan’ın Eylül 2008 sayısı elimize geçene kadar nasıl seyreder hadise?
III. Savaş patlar mı bu vesile ile?
I. Savaş’ta olduğu gibi, “savaşa girmiş sayılır” mı yine Türkiye?
Göreceğiz...

(1) İlter Türkmen, Montrö Sözleşmesi, 13. 09. 08, Hürriyet.
(2) Litvinov’un Montrö Konferansı’nın açılışında (23 Haziran 1936) yaptığı konuşmadan bir bölüm. / Rundschau, 25 Haziran 1936, sayı: 29, s. 1147 / Komintern(*) Belgelerinde Türkiye, Derleyen: Doğu Perinçek(**), Kaynak Yay.
(3) Journal de Moscou’nun (30 Haziran 1936) Montrö yorumu. / Rundschau, 9 Temmuz 1936, sayı: 31, s.1233) / Agd.
(4) Fransız Gazeteci ve Polikacı Gabriel Peri Paris’in Journal de Moscou’da yayınlanan (16 Temmuz 1936) Montrö yorumu. / Rundschau, 16 Temmuz 1936, sayı: 32, s.128 / Agd.
(5) Litvinov’un Montrö Konferansı’nın kapanışında (21 Temmuz 1936 Cenevre) yaptığı konuşmadan bir bölüm. / Rundschau, 23 Temmuz 1936, sayı :33, s. 1333-1334 / Agd.
(6) İzvestiya Gazetesi’nin Boğazlar Antlaşması konusundaki (Moskova, 21 Temmuz 1936) yorumu. / Rundschau, 23 Temmuz 1936, sayı: 33, s. 1334 / Agd.
(7) İlter Türkmen, Montrö Sözleşmesi, 13. 09. 08, Hürriyet.
(*) Komintern (Rusçası: Коммунистический Интернационал, Kommunisticheskiy Internatsional – Komünist Enternasyonal ya da Üçüncü Enternasyonal olarak da bilinir) 1919 Martı’nda, savaş komünizmi döneminin (1918-1921) ortasında Vladimir Lenin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından kurulan, “silahlı kuvvetler de dahil tüm mümkün araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tamamen yok oluşu için bir geçiş aşaması demek olan Uluslararası Sovyet Cumhuriyeti’ni kurmak için” mücadele etme amacı güden uluslararası bir komünist örgüttü. Komintern, Lenin'in birbirleriyle yaptıkları savaşta “ulusal” birliği savunan hükümetlere karşı Zimmerwald soluna öncülük ettiği 1915'teki Zimmerwald Konferansı’nı müteakip 1916'da çözülen İkinci Enternasyonal'den sonra kuruldu. Yeni enternasyonal böylece ikincisinin Birinci Dünya Savaşı'na göstermekte başarısız olduğu muhalefete bir cevap olarak doğdu. Üçüncü Enternasyonal'in kurucuları bütün anti-militarist sosyalist hareketin başından beri tamamen karşı olduğu bu savaşa, burjuva emperyalist bir savaş olarak bakıyorlardı. Komintern 1943'deki çözülüşüne dek, sekiz Dünya Kongresi yaptı, ilki 1919 Martı’ndaydı ve sonuncusu da 1935'te yapıldı. 1938'de Troçkistler "yozlaşmış işçi devleti" dedikleri Sovyetler Birliği'ne karşı Dördüncü Enternasyonal'i kurdular. Sol Komünizm geleneğini izleyen gruplar bugün yalnızca ilk iki kongreyi ve Troçkist hareketten gelen gruplar da yalnızca ilk dördünü tanırlar. Stalinist ya da Maoist komünist partiler ise yedi kongreyi de tanırlar. İkinci Dünya Savaşı'nın başında Komintern bir pasifizm ve karışmazlık politikası izleyerek, bunun tıpkı I. Dünya Savaşı'ndaki gibi pek çok “ulusal” hakim sınıfın kendi arasında yaptığı bir savaş olduğunu söyledi. SSCB bir denge politikası güdüyordu ve Sovyetler Birliği'nin davet edilmediği, Fransız ve Britanya demokratik rejimlerinin bir yatıştırma önlemi olarak Sudetenland'ı Hitler'e teslim etmeyi önerdiği Münih Antlaşması'ndan bir yıl sonra, 1939 Ağustosunda Molotov-Ribbentrop Paktı imzalandı. Ama 22 Haziran 1941'deki Barbarossa Operasyonu'yla işgâl edilince, Sovyetler Birliği de savaşa girdi. Komintern daha sonra 15 Mayıs 1943'de dağıldı. Onun devam ettiricisi olan Kominform, Marshall Yardımı üzerine yapılan Paris Konferansı'ndan sonra kuruldu. Soğuk Savaş resmen başlamış oldu.
(**) Komintern Derlemeleri ve Ergenekon Operasyonu vesîlesi ile, sonraki yazılarımızdan birinin konusu olmaya değer Doğu Perinçek Fenomeni...

13 Eylül 2008
(Furkan Dergisi 28. Sayı, Eylül 2008)


mim.saka@googlemail.com
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.