1918 senesinde, bildiğim dünyaya arkamı çevirerek Kuzey Afrika’ya gittim, sahrada, Allah’ın bahçesinde, Araplarla birlikte yaşadım. Orada yedi sene kaldım. Bedevîlerin dilini öğrendim. Onların elbiselerini giydim, yemeklerini yedim, son yirmi asırda pek az değişmiş olan yaşayış tarzlarını kabul ettim. Bir koyun sürüsüne sahip oldum, Arapların çadırlarında kuru yerde yattım. Dinlerini de etraflıca tetkik ettim. Sonradan “Resûl” adı altında M...d hakkında bir kitap yazdım.
O bedevî çobanlarla birlikte geçirdiğim yedi sene ömrümün en mes’ut, en rahat seneleridir.
Evvelce zengin ve türlü tecrübelerle geçirmiştim. Paris’te bir İngiliz ailesinden dünyaya geldim; Fransa’da dokuz sene yaşadıktan sonra, İngiltere’de Eton okulunda ve Sandhurst krallık savaş okulunda tahsil ettim. Britanya ordusu subayı olarak altı sene Hindistan’da kaldım, orada polo oynadım, av avladım. Himalaya dağlarında keşiflerde bulundum. Askerlik de yaptım. Birinci dünya savaşına katıldım. Savaşın sonunda Paris sulh konferansına askerî temsilci muavini sıfatıyla gönderildim. Orada gördüklerime hayret ettim ve üzüldüm.Batı cephesindeki dört senelik savaşlar esnasında medeniyeti kurtarmak için mücadele ettiğimize inanmıştım. Fakat Paris sulh konferansında bencil politikacıların ikinci dünya savaşının temellerini kurduklarını gördüm. Her memleket, kendi hesabına mümkün olduğu kadar çok şeyler koparırken, millî düşmanlıklar yaratıyor, gizli diplomasi entrikaları yenileniyordu.
Savaştan usandım, ordudan usandım, cemiyetten usandım. Askerlik mesleğine gireli ilk defa olarak uykusuz geceler geçirdim; hayatımı ne yapayım diye üzülüyordum. Llyod George, siyasete girişeyim diye teşvik ediyordu; nasihatını dinliyeyim mi diye düşünürken garip birşey oldu, ömrümün yedi senesine bir şekil verdi. İlk dünya savaşının meydana çıkardığı en büyük macera sahibi en romantik bir şahsiyet olan “Arabistanlı Lawrence” ile üç dakika süren bir görüşme, buna sebep oldu. Çölde Arpalarla birlikte yaşamıştı. Aynı şeyi yapmamı tavsiye etti. Önce pek hayalî birşey gibi göründü.
Fakat, askerlikten çıkmaya karar vermiştim. Birşey yapmaya mecbur idim. Benim gibi adamları, nizamiye ordusunun eski subaylarını, siviller kullanmak istemiyorlardı. Özellikle ortalıkta milyonlarca işsiz insanlar dolu iken. Ben de, Lawrence’ın nasihatını dinledim: Araplarla birlikte yaşamaya gittim. Öyle yaptığıma memnunum. Üzüntüyü yenmeyi bana öğrettiler. Bütün müslümanlar gibi kadere inanırlar. Kur’an’a yazılı her sözün Allah tarafından vahyedildiğine inanırlar. Kur’an’da “Allah sizi ve bütün fiillerinizi yarattı” denildiği için, bunu harfiyen kabul ediyorlar. Bundan dolayıdır ki, hayatı sükûnetle kabul ederler, işler aksi gidince hiç telâş etmezler, boş yere öfkelenmezler. Herşeyin kadere tâbi olduğunu bilirler; Allah’tan başka hiçbir kimse hiçbir şeyi değiştiremez. Böylelikle felâket karşısında ellerini kavuşturup otururlar demek istemiyorum. Örnek olarak size sahrada yaşadığım zaman gördüğüm vahşî, yakıcı bir sam rüzgârı fırtınasını anlatayım. Rüzgârın uğultusu, gürültüsü, üç gün, üç gece devam etti. Öyle kuvvetli, vahşî bir fırtına ki, sahranın kumları Akdeniz’in ötesine yüzlerce kilometrelik mesafeye savrularak, Fransa’nın Rhone vâdisine kadar serpildi. Rüzgâr öyle sıcaktı ki, saçlarım tutuştu sandım. Boğazım kurudu. Gözlerim yanıyordu. Dişlerime kumlar doldu. Bir cam fabrikasında ocağın karşısında duruyormuş gibiydim. Çıldırmak derecesine geldim. Fakat Araplar şikâyet etmediler. Omuzlarını silkerek: “Mektup”... dediler: “Yazılmıştır, mukadder.”
Fakat, fırtına bitince faaliyete geçtiler. Kuzuların hepsini boğazladılar. Çünkü nasılsa çleceklerini biliyorlardı; onları derhal kesmekle analarını kurtarabileceklerini ümit ediyorlardı. Kuzular kesildikten sonra, sürüler Güney’e doğru suya götürüldü. Bu işlerin hepsini kayıplarından dolayı üzülmeden, şikâyet etmeden, matem tutmadan yaptılar. Kabile reisi dedi ki: “Daha fena olabilirdi. Her şeyi kaybedebilirdik. Allah’a şükür koyunlarımızın yüzde kırkı kaldı. Yeniden üretiriz.”
Başka bir hadiseyi hatırlıyorum. Çölden tomobille geçiyorduk. Bir lastik patladı. Şoför yedek lâstiğ tamir etmeği unutmuştu. Üç lâstikle kaldık. Öfkelendim, telâş ettim, heyecanla ne yapacağız diye Araplara sordum. Bana hatırlattılar ki, telâşın hiçbir faydası yok, sadece insanı terletir. Lâstiğin patlaması mukaddermiş, birşey yapılamazmış. Bir tekerleğin jantında sürünerek devam ettik. Biraz sonra otomobil bir patırdı ile duruverdi. Benzin tükenmiş! Reis sadece : “Mektup!” dedi. Kâfî miktarda benzin almadığı için şoföre haykıracakları yerde herkes sükûnetini muhafaza etti, şarkı söyleyerek yürüdük, yolumuza devam ettik.
Bedevîlerle geçirdiğim yedi sene içinde inandım ki, Amerika ile Avrupa’daki sinirli, deli, sarhoş insanlar medeniyet dediğimiz âlemdeki telâşlı, çekilmez hayatın ürünüdürler.
Ben sahrada yaşadığım müddetçe üzüntüsüz idim. Bir çoğumuzun sinir gerginliği ve keder içinde aradığımız saadeti, sükûneti, bedevî refahı orada, Allah’ın bahçesinde buldum.
Pek çok insanlar, kader inanmazlar. Belki haklıdırlar. Kim bilir? Fakat kaderimizin çok kere nasıl tâyin edildiğini görmek kabil değildir. Meselâ ben, 1919 senesinin sıcak bir Ağustos gününde Arabistanlı Lawrence ile öğleyi üç dakika geçe konuşmasaydım, o andan itibaren geçen bütün seneler bambaşka olacaktı. Geriye dönüp hayatıma baktıkça görüyorum ki, kontrolumdan (irademden) pek uzak olaylar tarafından zaman zaman yeni şekillere, kalıplara girmiştim. Araplar buna Mektup, mukadder, alın yazısı, kısmet, Allah’ın emri derler. Hangi ismi isterseniz veriniz. Ben yalnız şunu bilirim ki, bugün, sahrayı terkettikten yedi sene sonra Araplardan öğrendiğim çaresizliğe karşı mes’ut tevekkülü hâlâ muhafaza etmekteyim. Bu felsefe, sinirlerimi teskin hususunda, bin tane teskin edici ilâçtan daha çok tesirli olmuştur.
Biz Amerikalılar, müslüman değiliz; mutaassıp olmak istemiyoruz. Fakat vahşî, yakıcı rüzgârlar hayatımız üzerinden eserse –ve bunun önünü alamazsak- biz de çaresi olmayan şeyleri kabul edelim. Sonra işe başlayalım, döküntüleri toplayalım!
Oxford Üniversitesi’ndeki Bodleian Kütüphânesi kurucusu Sir thomas Bodley ailesinden olup, “Sahrada Rüzgâr” ve “Resûl” isimli kitapların yazarı olan V. C. Bodley’e ait bu yazı, Dale Carnegie’in, “Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak” isimli kitabından iktibastır. Kitabın mütercimi Ömer Rıza Doğrul, s. 347-350, Âlem Yayınları.
Blogger tarafından desteklenmektedir.