- Çamuriyet'in 85. yılı anısına! -
Bendeniz insan sayılmam!
Böyle buyuruyor Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi.
Şöyle başlıyor 26 Ağustos 1789 tarihli bildiri: “Ulusal Meclis halinde toplanan Fransız halkı temsilcileri, toplumların uğradıkları felâketlerin ve yönetimlerin bozulmasının yegâne nedeninin; insan haklarının bilinmemesi, unutulmuş olması ya da hor görülüp kâle alınmamasına bağlı olduğu görüşünden hareketle; insanın doğal, devredilemez ve kutsal haklarını resmi bir bildiri içinde açıklamaya karar vermişlerdir.”
Tabiî, insan sayılabilmek ve en tabiî insan haklarından yararlanabilmek için, bir “ulus devlet”in yurttaşı olmak gerekiyor.
Yurttaşı olduğu “ulus devlet”i tanımayan bendeniz nankör, başka bir devletin yurttaşı da olamadığından, evet insan sayılmam!
Bizi ümmet olmaktan kurtarıp yurttaşlar haline getiren Kemal’i sevmemiz ve her 29 Ekim’de sevinmemiz, işte bu yüzden gerekiyor!
Jirondenlerin lideri Roland, gerçi bu bildiriyi siyasî bir İncil’e, anayasayı da Fransız milletinin uğrunda canını verebilecegi bir dine benzetiyordu ya...
Pek âlâ tamam; “çok uluslu - federal” bir devletin mülteci kamplarında (Asylheim) keyif çatıp, “ulus devlet”e çatma ukalâlığını boşvereyim...
Nene dilleri Arapça olmakla beraber, ana dilleri artık bal gibi Fransızca olan, Fransa’da doğmuş, Fransız kültürüyle büyümüş, Fransız tedrisatından geçmiş, bittabiî Fransız vatandaşı olan Mağrib kökenli çocuklar ile Sarkozy’nin çocukları, “siyâsi İncil” sayılan bu bildiride buyurulduğu gibi “yurttaşlık” temelinde eşit miler peki?
“Yasa, ister koruyucu ister cezalandırıcı olsun herkes için aynıdır. Tüm yurttaşlar yasa önünde eşit olduklarından, yeteneklerine göre her türlü kamu görevi, rütbe ve mevkie eşit olarak kabul edilirler. Bu konuda yurttaşlar arasında erdem ve yeteneklerinden baska bir ayrıcalık gözetilmez. (Madde: 6)” âyeti mer’î mi yani?
Kardeşlik, Özgürlük ve Barış, yani “Fraternité, Liberté, Egalité” mi realite?
...
Realite şu: Fransa genelindeki işsizlik oranı % 10 iken, Fransız yurttaşı Mağribîler arasında % 50...
Demek tüm yurttaşlar yeteneklerine göre her türlü kamu görevine, rütbe ve mevkie eşit olarak kabul edilmiyorlar. Bu konuda, yurttaşlar arasında erdem ve yeteneklerinden başka ayrıcalıklar gözetiliyor.
Ve yasa, “ister koruyucu ister cezalandırıcı olsun, herkes için eşit” değil; tüm yurttaşlar yasa önünde bir değiller...
Ki; Fransız metropollerinde araba yakan gençleri, Fransız yurttaşı bile olsalar, Fransız vatandaşlığından atıp, dedelerinin geldiği memleketlere göndererek cezalandırmaktan bahsediyor Fransız yetkililer...
Hitler de öyle yapıyordu; yahudileri önce vatandaşlıktan çıkartıyor, sonra toplama kamplarına gönderiyordu.
Avrupa’nın şu özelliğini bilmek lâzım!
Tarih boyunca, birlik ve bütünlüğünü, Hristiyan olmayan unsurları kendi coğrafyasının dışına atmakta aradı Avrupa.
İspanya yarımadasında Endülüs müslümanlarına yönelik katliam ve tehcir...
1492 Yahudi tehciri...
Ve yirminci yüzyıl başında Osmanlı’nın Balkanlar’dan sürülmesi...
Şimdi Fransa, Mağribî müslümanları önce vatandaşlıktan, sonra Fransa’dan atmakla tehdit ediyor... Almanya, Belçika ve Hollanda’da on binlerce mülteci sınırdışı tehdidiyle karşı karşıya... Almanya’da Angela Merkel, 35 milyar Euro tasarruf sağlayacak sosyal kısıtlamaları koalisyon protokolüne yazdırmış bulunuyor; bu tasarruf, işşizlerin yani yabancıların hakları kısıtlanarak sağlanacak... “Türkiye ile AB arasında ancak imtiyazlı ortaklık olabilir” ilkesini de iktidara taşımış bulunuyor Merkel...
Bielefeld Üniversitesi Nüfus Araştırmaları ve Sosyal Politika Enstitüsü Başkanı Prof. Herwig Birg, "Almanya ve Avrupa'da Nüfus Gerilemesi" başlıklı çalışmasında 15 AB üyesi ülke ile Akdeniz'in güneyindeki ülkeleri kıyaslıyor. Bu ülkelerin -İsrail hariç- tamamı Müslüman. Prof. Birg, 2050'de AB nüfusunun 296 milyona gerileyeceğini öngörüyor. Buna mukâbil, müslüman ülkelerdeki nüfus artışından dolayı AB'nin güçlü göç baskısı altında bulunacağı öngörülüyor. Almanya'da 1998'de nüfusun % 12'si yabancı iken bu oran 2050'de % 36'ya çıkacak. İki türlü tükeniyor Avrupa: Azalarak ve yaşlanarak... Genç göçmenlerde meslek eğitimi alamayanların oranı % 60'ları aşıyor. Uzmanlar, bunun ileriki dönemlerde çok daha ciddi sorunlara yol açacağını vurguluyorlar. Özellikle göçmenlerin yaşadıkları gettolarda genç nüfus arasında suçluluk oranlarının artmasının, Almanya açısından önemli bir sinyal olarak algılanması gerektiğini söylüyorlar.
Yabancılar için yaşama şartları gün be gün yok olan ve hatta vatandaşlık haklarına sahip olanların bile sınırdışı tehdidi ile karşıkarşıya bulunduğu böyle bir Avrupa’ya (en naif bakışla 20 yıl sonra, gerçekte ise hiç gerçekleşmeyecek bir) üyelik için umutlandırılan yurdum insanına gelince; ara ki lûgatlar bir isim bulsun hâline!
...
“Tarih boyunca, birlik ve bütünlüğünü, Hristiyan olmayan unsurları kendi coğrafyasının dışına atmakta aradı Avrupa; Avrupa’nın bu özelliğini bilmek lâzım!” demiştik.
Avrupa’nın bilmesi, hatırlaması gereken birşey de var; ki her ne vakit böyle bir birlik ve bütünlüğe tevessül ettiyse Avrupa, tersine bir şeyler oldu...
Yahudileri katliam ve tehcire tâbi tuttular; önceden Avrupa’da çarşıya pazara çıkma hakları bile olmayan Yahudi, bu katliam ve tehcirlerden sonra Avrupa devletlerine hem iktisâden, hem siyâseten hakim oldu. Sarkozy de Fransız değil; Macar asıllı bir baba ile Yahudi annenin çocuğu...
Yunan Orthodox Kilisesi’nin başı Hristodulos, 2001’de, Selânik’te toplanan bir milyonluk (Yunanistan nüfusunun %10’u) dev bir kalabalığa şöyle demişti: “Ey Yunan milleti! Bugün burada, sözde AB müktesabâtından olarak, kimliklerimizden din hânesini kaldırmak isteyen hükümeti protesto etmek için toplanmış bulunuyoruz. Bizi yönetenlerin, kimliklerimizdeki Orthodox-Hristiyan ibâresinden niçin rahatsız olduklarını bilmek ister misiniz? II. Dünya Savaşı’nda, Nazi orduları buraya doğru ilerlerken, içimizdeki Yahudiler nüfus dairelerine koştular ve kimliklerindeki Yahudi ibâresini sildirip Orthodox-Hristiyan yazdırdılar... Onlardan bir kısmı şimdi üniversitede, medyada, orduda, bürokraside, siyasette ve hükümette bizi yönetmektedirler. Onlar hiçbir zaman Orthodox-Hristiyan olmadılar, hep Yahudi kaldılar; ve şimdi, AB bahanesiyle bu kimlikten kurtulup asıllarına dönmeye, bu arada bizi de dinsizleştirmeye çalışıyorlar!”
Aynı Avrupa Endülüs Müslümanlarını İspanya yarımadasından sürdü de ne oldu; bir Osmanlı doğdu, büyüdü ve Viyana’ya kadar yürüdü...
...
Osmanlı’dan sonra, Osmanlı’nın hakimiyet ve hamiyet coğrafyalarında bir yığın “ulus devlet” kuruldu.
“Avrupa’nın icadı olan ulusçuluk, muhtemelen Ortaçağ’ın kara veba salgınından daha çok insan öldürdü. Dahası, o imparatorluğa (Osmanlı) mâkûl bir seçenek de sunamadı. Oysa orada düzinelerle kavim, kabile barış içinde yaşıyordu. Kopan ülkelerin hiçbiri başarılı bir devlet kuramadı.” (Israel A. Shamir, Aylık 14)
“Evet Batı uygarlığı yaratıcı bir uygarlıktır; ama aynı zamanda, insanlık tarihinde başka hiçbir medeniyetle kıyaslanamayacak kadar da yıkıcı ve tahripkâr bir uygarlıktır; Schumpeter, Marx ve Adorno, bu gerçeği özlü bir şekilde “yaratıcı ama tahripkâr” ifadesiyle özetlerler. Kan, terör ve savaş, yalnızca Rönesans'ın ve Fransız Devrimi'nin öteki yüzüne hâkim değildir; bütün bir Batı uygarlığı tarihine damgasını vurmuştur. Nitekim büyük tarihçi Braudel bu gerçeği şöyle özetler: Her şeyin anası savaş (Latincesi: Bellum omnium mater) bütün bir Batı medeniyetini imâl etmiştir... Modern devlet, savaşın yeni ve emredici gereklerinden doğmuştur.” (Y. Kaplan, Yenişafak).
Eğer tahripkârlık, terör, şiddet ve sömürü, uygarlık için lâzım ve meşrû sayılabiliyorsa; Fransa hiç kuşkusuz çok uygardır...
Thomas Carlyle, "Fransız Devrimi" adlı kitabında, o dönemde hüküm süren dehşet ve vahşet için şöyle diyor: “Hak ve adâletin bilindigi yerde, bu korkunç bir şeydir; bunun hiç bilinmedigi yerdeyse o kadar olağanüstü değildir.”
“Acı duyma hissini bile yitirdik.” dediği hâl Mütefekkir’in...
...
"Voltaire ve Rousseau misillü şöhretlü zındıkanın âsârıyla husûle gelmiş bir fısk-u fücûr cümbüşü." demiş Fransız İhtilâli için, zamanın hâkim devleti Osmanlı’nın kalem erbabı.
Bu tesbit, siyâseten yetersiz ve yanlış görülebilir ve Osmanlı’nın Fransız İhtilâli’ne fransız kaldığının delili olarak gösterilebilir. Lâkin, Thomas Carlye’ın ifadesiyle “hak ve adâletin bilindiği yerde”, o hâlin “fısk-u fücûr” olarak görülmesi de tabiîdir.
Asıl Fransa, bile bile fransız kalıyor şimdi metropollerindeki yangına; “mağribî serseriler” diyor, gerçeği söylemekten korkuyor...
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Rene Van Der Linden: “Hepimiz, sorunun dinî temelleri olduğu fikrini gündeme getirmekten kaçınmalıyız. (Milliyet 11.11.2005) diyor meselâ...
Özdemir İnce, “Bu gençler lâik; camiye bile gitmiyorlar” tesbitini aktarıyor; ki mezarlıkta ıslık çalmanın böylesi görülmemiştir.
“Ben, Fransa’daki bu vahşî gelişmeyi El Kaide ile ilişkilendiriyor ve çok ama çok önemli buluyorum. Belki de 21. yüzyılda medeniyetler çatışmasında 11 Eylül’den sonraki en önemli çatışma!” diyor Hürriyet’ten Cüneyt Ülsever.
Bu da Hadi Uluengin: “Biliyor musunuz ki Paris’te yaşayan kızım, daha önce Brüksel’de yaptığı gibi, Mağribi kökenli eşkiyanın kol gezdiği bazı mahallelere giderken, daha metroda örtünüyor. Haspa düğüm atmasını nasıl da öğrenmiş, başını sıkmabaş bağlıyor. Eh zaten esmer ve Türk, dolayısıyla çapulcular tarafından bacı olarak addediliyor. Yani kızcağızım Paris namusunu ancak bu sayede saldırganlardan koruyabiliyor. Fakat yolu Fransız sevgilisiyle birlikte oralara düşerse, yandı gülüm keten helva! Kefereyle(!) beraber olduğu için, en azından şırfıntı hakaretini işitiyor. Daha ötesi, zaten başlarından kaç defa geçti, canım ciğerim sevgilisi Fred mutlaka; bazen de ikisi birden, cep telefonlarını haraç olarak oracıkta sökülüveriyorlar. Tabii, kama tehdidiyle o telefonun şifresinin de haytalara öğretmek zorunda kalıyorlar.” (Hürriyet)
Charles Dickens'in “İki Şehrin Hikâyesi” romanındaki Fransız sokaklarının dehşet ve vahşet sahnelerini “devrim icabı” anlayışla karşılayabilen; ve hatta köleliğin kurumsallaştırılmasını “uygarlığın levâzımından” görecek denli “realist” olan Hadi’nin, Mağribi gençlere, sırf kızının cep telefonlarını gasbettikleri için “eşkıya” diye hakaret ettiğini düşünemiyorum. Nitekim, El-Kaide’yi “nihilist” olarak nitelerken de, kendisi için birşey istiyorsa nâmerttir Hadi...
Sarkozy’nin, Hadi’nin ve öyle düşünenlerin demek istedikleri şudur: Fransız devrimi, görkemli bir galeriydi. Ve kimler yoktu ki bu görkemli galeri de: Robespierre'ler, Mirabeau'lar, Marat'lar, Danton'lar, Saint-Just'ler, Roland’lar, Babeuf'ler...
“İslâm’a Muhatab Anlayış”ın dünya görüşü, dünya çapını kucaklayacak çapta, her örgüsü tezatsız bir fikir sistemi hâlinde örgüleştirilmemiş olsaydı şayet, evet pek haksız da sayılmayacaklardı...
...
Hülâsa;
Ne medeniyetler çatışmasıdır yaşanan, ne tarihin sonu!
Bir yerde durmuştu sanki tarih ve zaman.
Bir fetret devriydi yaşanan.
Ârızî bir durumdu.
Bir ârızaydı.
Talihsiz bir kazaydı, en basit ifadeyle.
Ama mukadderdi ve yaşandı; yaşanıyor...
“Terör” demek yetmiyor yaşananları açıklamaya.
Herşeyin ama herşeyin tepetaklak olduğu tarifsiz bir kaostur bu.
Üstad’ın: “Bir şey koptu benden, şey, herşeyi tutan birşey!” dediği kaos...
Bu kaosun hakkından ve ardından kozmik bir nizam gelebilir ancak!
İnsan ve eşya, toplum ve devlet ilâhî konvansiyona gelir!
Konvansiyon, yani “gelenek” gelir; terörün sonu da öyle gelir!
Evet, tıkır tıkır işliyor yasaları diyalektiğin!
Çok alâmetler belürdi; KİM gelmesi oldu yakîn!
(17 Kasım 2005, Aylık Dergisi 1. Sayı)
mim.saka@googlemail.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Blogger tarafından desteklenmektedir.