'Modern hukuk'un bürokratize olma hâline dair asgari bir malûmatımız yoksa, Kafka'nın meşhur eseri Dava'dan pek bir şey anlamayız.
Hukukun
'ahlâk'a, ahlâkın 'vicdan'a, vicdanın 'değer'e, değerin insan 'ben'ine
taalluk eden yönüne ilişkin en ufak bir fikrimiz yoksa şayet, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sının bizde hiç bir karşılığı olmayacaktır.
Hukuk
ve toplum vicdanı, toplum vicdanı ve aydın, aydın ve fikir namusu,
fikir namusu ve mesuliyet, mesuliyet ve zamana şahidlik arasındaki derin
münasebetlerin mahiyetini idrak edecek malzemeden yoksunsak, E. Zola ile birlikte daha bir meşhur olan ve adetâ onunla özdeşleşen Dreyfus Davası'nın niçin meşhur olduğunu anlamada ciddi sorunlar yaşamamız kaçınılmazdır.
Psiko-politik
saldırıya, onun fikrî alt yapısına, temel stratejisine, saldırıda
vasıta rolü oynayan medyaya, medyanın -her türden ve geniş anlamıyla-
enstürmanlarına, bu enstürmanların kullanılmasına en elverişli ortam
olan şeklî demokratik sisteme, bu sistemin manipülasyon rejimi olmasına,
hukukun da bu süreçte nasıl işlediğine dair en ufak bir fikrimiz yoksa,
Rosenbergler Davası 'davalardan bir dava'dan başka bir şey değildir.
Siyasî, adlî, hukukî, ahlâkî, içtimaî, vicdanî, felsefî, mantıkî başta olmak üzere birçok alana taalluk eden Mirzabeyoğlu Davası'nın
şumüllüğüne ilişkin bir fikir sahibi olmak için birbirinden bağımsız ve
o nisbette de birbiriyle ilintili olan bu alanlardan en azından birine
dair asgari de olsa bir malûmat sahibi olmak gerekir.
Mirzabeyoğlu Davası'nı anlamada bize önemli bir argüman sunması açısından Bernard Lewis'in şu tesbiti dikkate değerdir:
“Bizim
Jüdeo-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya
çapında yayılışına karşı kesinlikle eski bir rakibin (İslâm'ın) tarihî
tepkisi karşısındayız.”(1)
B. Lewis tarafından 'tarihî tepki' şeklinde tavsif edilen husus; I. Irak Saldırısı'na karşı duran fikir ve hareketlerdir.
Dünya çapında yayılan Batı'nın I. Irak Saldırısı ile birlikte bir kez daha ve vahşice hedef aldığı insan; değerleri gerçekleştiren bir varlıktır.
İnsanın 'değer'i gerçekleştirme kudreti; onu diğer mahlûklardan ayıran hususiyetinden, 'şuur'undan gelir.
Bu şuur sayesindedir ki, hayvanlar gibi 'çevre'de, çevrenin içinde yaşamaz.
O, 'çevre'yi değiştirerek, dönüştürerek, imâr ederek 'dünya'sını kurar.
Bu imar faaliyeti; insanın 'dil'i sayesinde, 'dil'i aracılığıyla, 'dil'i vesilesiyle gerçekleşir.
'Dil'; insanın hem dünyasıdır, hem de dünyasını imâr etmenin vesilesidir.
Bu vesileye yapıştığı ve onunla bilgilenip eşya ve hâdiseleri teshir ettiği nisbette hürriyetine erer.
Hürriyetine erdiği nisbette de mükellefiyetini yerini getirir, varoluşunu gerçekleştirir.
Varoluş; zorunluluktur.
Hayvan var olmakla varolur, ama insan var olmakla varolmaz.
Gerçekleşmesi gereken varoluş; bir tarz, bir ahlâktır.
Son 500 yılın câri olan varoluş ve hayat tarzı; Batıcı karakterlidir.
Fikirleri,
meseleyi ele alış tarzları ve felsefeleri ile modern hayat/varoluş
tarzının kurucu babaları olarak görülebilecek olan Bacon ve Descartes'ın hedefleri son kertede aynıdır: Dünya hâkimiyeti.
Bu
hâkimiyet; bilginin, bilimin sadece bir konusu ve de unsuru olması,
'teknik'e indirgenmesi, teknoloji hâline gelmesi, böylece 'dış dünya'yı
dönüştürerek, dünyevîleşmesi sayesinde gerçekleşir.
'Dış
dünyayı dünyevîleştirme'; salt dünyevîleşme, yani 'bu dünya'dan ibaret
olarak algılanır ve 'müteal olan', 'bu dünya'dan Batı eliyle dehlenmek
istenir.
Batı'da bütün bunlar olur, varlık, 'bu dünya'dan ibaret bilinir ve her şey 'bu dünya' uğruna dünyevîleşirken, günümüzde eski bir rakip
olarak görülen İslâm dünyasının ekabiri; 'müteal olan'ın 'bu dünya'dan
dehlendiğini fark edemeyecek kadar kibirli, şaşkın, bıkkın ve âcizdir.
Kibir,
şaşkınlık, bıkkınlık, âcizlik ve 'ben'ini teklif iradesinden yoksunluk
yüzündendir ki; dünya tarihinde belki hiç olmayan bir şey olmuş, bilgi
ve ona atfedilen değer, herşeyin belirleyeni hâline gelmiştir.
'Bilgi'ye
atfedilen 'değer'in, Batılı değerler skalasına göre
değerlendirilmesiyle birlikte, Batı Avrupa'nın kendi gerçekliği
âlemşümûl bir gerçeklik hâlini almış, Batıcı hayat tarzı her yerde hâkim
olmaya başlamıştır.
Özellikle
son yüzyılda Anglo-Sakson kültür tarafından dikte edilen Batıcı hayat
tarzına mukabil bir hayat tarzı teklif etmek; insanlığın selâmeti
açısından zorunludur.
Bu
zorunluluk, bu olması gereken; çilesi çekilmemiş doğruların başına
çöküp, bütün yanlışları o doğruya tahvil etmek suretiyle
gerçekleşmeyeceğine göre?
O zaman yapılması gereken bellidir:
Batı'nın
epistemesine rağmen şekillenen, onu hedef alan, onu aşan, onu mahkûm
eden, bütün bunları yaparken de onun verilerini kendi benine aplike
edebilen bir dünya görüşünü inşâ edip, meseleler içinde, çözüm sadedinde
ve devletlik çapta teklif etmek.
Peki bu o kadar kolay mıdır?
Hiç kolay değildir.
O kadar zordur ki, bu zoru başarmak için “'has oda sırrı'na bitişik bir hüviyetin sahibi”gibi tarihte görülmeyen bir sıfatın taşıyıcısı olmak gerekir.
Ki, o mütefekkirin gelmesi için tam 500 yıl beklendi.
Beklenen,
iş ve eseriyle gelmiş, 'ben'ini meseleler içinde, çözüm sadedinde ve
devletlik çapta teklif etmişse yapılması gereken nedir?
Yapılması gereken bellidir:
'Beklenen'e nisbetle bir iş ve eser üzerinde olmak.
Ama bu öyle olmamış, en mücerret meselelerin en katı müşahhasta tecelli etmesi gibi, İslâm- Türk tarihinin tefekkür zafiyeti, Mahir (S.) isimli bir poliste son derece kanlı-canlı bir şekilde tecelli etmiş, beklenen Fikirci mahkûm edilmiştir.
P.ç Mahir'in beklenen Fikirci'nin karşısında kanlı-canlı tecelli ettiği tarihle, B. Lewis'in; 'Batıcı hayat tarzının dünya çapında ve hızla yayılışına karşı koyma tarihi' olması hasebiyle üzerinde durduğu tarih aynıdır: 1991.
B.Lewis
ve hempaları; Batıcı hayat tarzına, o hayat tarzının mücessem ifadesi
olan devletlere evvel emirde sahici, şümullü ve devletlik çapta bir
fikirle karşı koyulması gerektiğini bilmiyor değildi.
Aynı şekilde, S. Mirzabeyoğlu gibi bir fikircinin nasıl mahkûm edilmesi gerektiğini de çok iyi biliyorlardı.
Göz
hasmını tanıdı, kan, nefret ve gözyaşıyla malûl ve maruf olan Batıcı
hayat tarzına nasıl, niçin ve ne ile karşı olunacağını teklifiyle
birlikte ortaya koyan S. Mirzabeyoğlu'nun üzerine I. Irak Saldırısı'nın
hemen ardından P.ç Mahir'i yollayarak operasyonunu yaptı,
Mirzabeyoğlu'na günlerce işkence etti ve zaten varolan tecrit duvarına
kısa bir zamanda birçok kat çıktı.
Salih
Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarına aylarca işkence eden ve teşkilâtta P.ç
Mahir olarak anılan şahsın hazırladığı fezlekeler, mahkeme ve medya da
dahil olmak üzere, birçok mahfilde aynen kabul görmüş, bu saçmalığı
kabul etmeyenler ise sindirilmek istenmiş ve Batıcı hayat tarzına
mukabil bir hayat tarzı olan S. Mirzabeyoğlu fikrinden dolayı idam
cezası almıştır.
Mirzabeyoğlu Davasının 'Nasıl'ı
Belirtildiği üzere, Mirzabeyoğlu Davası'nı anlamak için belli-bazı mevzulara dair asgari bir malûmat sahibi olmak gerekir.
Bunların başında mantık gelir.
P.ç
Mahir marifetiyle terör ve şiddetle özdeşleştirilmek istenen, birçok
mahfilde kabul gören ve böylece daha bir mahkûm edilen S.
Mirzabeyoğlu'nun davasına ilişkin yürütülen mantığın, şu saçma mantıktan
hiçbir farkı yoktur:
“Özdemir Sabancı, Fehriye Erdal tarafından öldürüldüğüne göre...
Bu, bir suç olduğuna göre...
Bu suçu işleyen Fehriye Erdal Marksist bir örgüt üyesi olduğuna göre...
Asıl suçlu; Karl Marks ve Friedrich Engels olduğuna göre...
O zaman yaşamış olsalardı Marks ve Engels'in idam edilmeleri gerekirdir.”
Fehriye Erdal'ın yaptığı işten dolayı Marksizmin fikir babalarının mesul tutulup, idam edilmeyeceğini onlar da çok iyi biliyor.
Ama
ortada, devletlik çapta hayat tarzı teklifi olan, bu yüzden de mahkûm
edilmesi gereken bir fikir ve o fikrin mimarı varsa, o ülkede hukuk bir
maşa mesabesindeyse, o ülkede aydın haysiyeti yoksa, yukarıdaki
mantıktan beter bir mantıkla bir fikir adamına idam kararının
verilmesine o ülkede kim engel olabilir ki?
Mirzabeyoğlu Davası'nın, davanın esas kişisinden dolayı, birçok mevzuyla alâkası vardır.
En az alâkalı olduğu mevzu; mücerret ve haysiyetli mânâsıyla hukuktur.
Hukuk, bu davada bir âlet, bir maşa, bir 'şey'dir.
Mirzabeyoğlu'nu yargılayan hukukun 'maşa' olması, onun dayandığı felsefeden gelir.
Nedir bu hukukun felsefesi?
Bu
hukukun iyi, doğru ve güzele dair söyleyecek bir sözü, 'öte'ye, 'müteal
olan'a ve bunun hukukla alâkasına ilişkin bir fikri, dolayısıyla sahici
bir felsefesi yoktur.
Batıcı hayat tarzını dikte etmede hukuku bir âlet olarak kullanan onlara göre; “hukuk, kanun demektir.”
Kanun; kanun yapıcılar tarafından yapılır.
Kanun koyucular tarafından yapılan,
Mücerret olanla bütün alâkası kesildiği için şeyleştirilen,
Ve kanun maddelerinden ibaret bilinen bu şey; Bekçi Murtaza zihniyetli, 'hukukçu' kisveli memurlar tarafından tatbik edilir, hükmü câri hâle getirilir.
Bahsedilen Bekçi Murtaza zihniyetine gayet güzel bir misâl:
“Ben medeni hukuk nedir bilmem. Ben Napolyon'un kanunlarını okutuyorum.” (2)
Mirzabeyoğlu'nu yargılayan hukuk mantığı, Fransa'nın hukuk tekâmülünden esinlenerek şekillenmiştir.
Yapma bir varlık olan hukuk; sözde değil, ama özde idari hiyerarşi içinde yer alır.
İdareye görünmez bağlarla bağlıdır.
Bu hiyerarşi içinde yer alanlar, ne kadar bağımsız olduğu söylense de, memurdur.
Amir-memur,
ast-üst münasebeti çerçevesinde iş gören bir tapu kadastro memuru ne
kadar bağımsız olabilirse, mevcut hukukî yapıda iş gören mevzuatçılar da
o kadar bağımsız olabilir.
Yani olamaz.
Bu olamama hâline çarpıcı bir misâl:
“Susurluk
(...) ve İBDA-C gibi büyük davalara bakan Karagül dönemin Adalet Bakanı
Türk`ün ricalarını önemsemediği için `defterinin dürüldüğünü` söylüyor.
Karagül, `Emekli olunca evsiz, barksız, iyot gibi ortada kaldım` diyor.
(...)
Ben
yargının bağımsız olduğunu zannediyordum. Anadolu'da kendimi `Bağımsız`
biliyordum. Ta ki DGM'ye gelene kadar. Sonrasında anladım ki, yargı
bağımsız değilmiş. Daha önceleri bu soruyu bana sorsanız, size kızıp
`Şüpheniz mi var?` derdim. Ama şimdi diyemiyorum. DGM`de büyük davalar,
büyük menfaat çatışmaları vardı. Bağımsız olmayan bir yargıçtan ne
beklenir?
(...)
Yargının
siyasallaşması konusunun en güzel örneğini ben yaşadım. O günün bakanı
Hikmet Samit Türk`ün tavırları, hareketleri, istekleri çok şaşırtıcıydı.
Hem de sosyal demokrat birinin bu tür şeyleri hiç yapmaması lazım.
Tabii karakterimi bildiği için bana direkt baskı yapamıyordu. Aracılarla
istekleri dile getiriyordu. İşine geleni tutukla, işine gelene beraat,
işine gelene ceza. Artık Bakanlık ne istiyorsa. Öyle ısmarlama yargıç
olursa tamam, Türkiye biter. `Adalet mülkün temelidir` denir ya, temel
bozuk olursa, ne olacak? DGM`de kapıma `Adalet Bakanı giremez` diye
yazacaktım. Ama maalesef giremez dediğin adam senin başkanın oluyor.
Düşünebiliyor musunuz? Ne kadar çirkin bir şey bu. Sonra savcıların
amiri. Dünyada hiçbir yerde savcılık ve hakimlik aynı binada olmaz.
Savcılık ayrı bir bölümde olur.” (3)
Kritik soru bu:
“Adalet mülkün temelidir, peki temel bozuk olursa, ne olacak?”
Çözüm basit:
Herkes
bu soruyu soracak, çözüm üretme cehdini gösterecek, teklifi olan
teklifini yapacak, teklifi olmayan teklif edilen fikri kritik edip, ona
tâbi olacak ve adalet tecelli edecek…
Salih Mirzabeyoğlu kritik soruyu sormuş, çözüm üretme cehdini göstermiş ve teklifini yapmıştır.
Mirzabeyoğlu kritik suâli sorduğu ve bir teklifi olduğu için idam cezası almış olabilir mi?
'Kardeşim
Mirzabeyoğlu da bizim gibi taşra kurnazlığı yapsaydı, hukuksuzlukları
bir müddet görmeseydi, rüzgârın tersine dönmesini bekleyip, uygun bir
zamanda koroya katılıp, özgürlükçü pozlarına bürünseydi' mi deniliyor yoksa?
Sedat Karagül başta olmak üzere herkesin bilmesini isteriz ki, zafiyetler, savcılıktan başlamıyor.
Temeldeki zafiyetler, yukarıdan başlıyor.
Yukarı?
'Yukarı'yı 'alt'takiler, o zaman için komiser yardımcısı olan Bahri ve Mehmet işaretliyor:
- “Tamam,
hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; tâlimat
vermediğini de kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...”
Salih Mirzabeyoğlu, bu laftaki saçmalığa dikkat çekiyor, “hiç kimseyle görüşmediğime, tâlimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?” deyince, adaletsizliğin nereden başladığını, 'alt'taki Bahri veciz bir şekilde ifade ediyor:
- “Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik...”
Elemanlar 'hadi bizi iknâ et' havalarında “sorgu”laya dursunlar, Salih Mirzabeyoğlu fikir konuşuyor, kitablarından bahsederken alttaki eleman (Bahri), üstteki elemanların üflediği sufleyi tekrar ederek tiyatronun en hayatî repliklerinden birini dillendiriyor:
- “Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o...”
Yine aynı tiyatroda, aynı oyuncu tarafından dillendirilen başka bir replik:
- “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!”
Bu tiyatroda herkesin rolü bellidir; yukarıdakiler (=İçişleri, Adalet vd. Bakanlıklar), alttakiler (=elemanlar), memurlar (=mevzuat hukukçuları), amirler(=ricacı olan Adalet Bakanları), suçu sabit olmasa ve bu ifade edilse de baştan hüküm verilen sanık(=S. Mirzabeyoğlu) ve bütün bunlara çanak tutup alkışlayanlar(=medya)...
Yukarıdakiler bastırır,
Alttakiler vakıayı istedikleri gibi kurgular,
Bu kurgu iddianame hâlini alır,
İddianame mahkemece kabul edilir,
Ve neticenin ne olması gerektiği sürecin en başında kendisine bildirilen memur; “gereği düşünüldü” kalıbıyla hükmünü verir.
Bunun adı da yargılama olur.
Mirzabeyoğlu Davası'nda da aynısı olmuştur.
Tiyatro başlıyor...
Tarih; 29 Aralık 1998, saat 14 suları...
'Adalet mülkün temelidir' denir ya, temel bozuk olursa, ne olacak? diye soran, bunu sorduğu için hedef seçilen Salih Mirzabeyoğlu, o zaman için ilkokula giden çocuğunu okuldan almaya gider...
Yanında eşi ve diğer çocuğu vardır...
'Alt'taki elemanlar hiçbir şey söylemeden, hiçbir izin kağıdını sunmadan, okulun bahçesinde Salih Mirzabeyoğlu'nun üzerine saldırır...
Mekâna, zamana, hâdisenin seyrine dikkat!..
Aynı usûlsüzlük daha sonra da devam eder; hiçbir izin olmaksızın üst, ev ve araba araması yapılır.
Hâdise medyaya servis edilir, “büyük Türk” medyası hüküm dolu cümlelerle haberi duyururlar:
“İBDA-C örgütünün efsanevî lideri Salih Mirzabeyoğlu kod adlı Salih İzzet Erdiş saklandığı evde yakalandı...”
Tersten başlayarak düzeltelim;
Salih Mirzabeyoğlu kaçmıyordu ki, yakalansın...
Salih Mirzabeyoğlu aranmıyordu ki, saklansın...
Tek bir tane İBDA-C yoktur ki, İBDA-C örgütü olsun...
Salih Mirzabeyoğlu hiç kimseye emir, tâlimat vermemişti ki, 'örgüt lideri olsun'...
'Necib' Türk medyası bütün bunları bilmiyor mu?
Çok iyi biliyor.
Zaten çok iyi bildiği için böyle bir manipülasyon yapıyor.
Mirzabeyoğlu Davası'nda medya kısmı özellikle mühim.
İşin tam burasında bir parantez açalım ve S. Mirzabeyoğlu'nun duruşuna hayran olan ateist bir yönetmen tarafından aktarılan hâdiseyi paylaşalım:
Eskişehir Anadolu Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Sinema-TV Bölümü'nde eğitim/ sohbet programı düzenlenir...
Toplantıda mesleğin duayenleri ağırlanır, görüntüler eşliğinde değerlendirmeler, kritikler yapılır, mesleğin üstadları genç meslektaşlarına bilgilerini, tecrübelerini aktarır...
Bu toplantılardan birinde görüntüye Salih Mirzabeyoğlu gelir...
Mesleğin duayenlerinden talebelere meslekte nasıl başarılı olunacağının pek değerli 'tılsım'ı verilir:
“İşte
bu adam gerçek bir lider, duruşuyla tavrıyla ve yazdıklarıyla... Ama
bizim önünü kesmemiz gerekiyor. Bu yüzden onun aleyhinde yayınlar
yapmamız gerekiyor/isteniyor... Bu adama dikkat edin.”
Bu
sözü edenlerden birisi; yaptığı programlarla Türkiye'ye tartışma
kültürünü getirdiğini, herkese eşit mesafede durduğunu, herkesin fikrini
özgürce ifade etmesi gerektiğini söyleyen, ismi Telegram işkencesinde
de geçen A.K., diğeri yıllarca A.K. ile birlikte
çalışan, onun editörlüğünü yapan, daha sonra yolları ayrılan, şimdilerde
bir haber kanalında görev yapan A.A.'dır.
Önemine binaen tekrar ediyoruz:
Mirzabeyoğlu Davası'nın iki önemli ayağı vardır: Soruşturma evresi ve medya.
En 'önemsiz' ayağı ise malûm; hukuk.
29 Aralık 1998'e dönüyoruz...
S. Mirzabeyoğlu, eşinin ve çocuklarının gözleri önünde darp edilir, ailesinin yanından zorla alınır, evine, arabasına zorla girilir ve yukarıda verdiğimiz repliklerden ruhunun ve muhtevasının süzülmesi mümkün olan sorgu safhası başlar.
Bu süreçte avukatlarına çıkarılan zorluklardan bahsetmiyor ve direkt savcılık safhasına, savcının tutuklama talebine, bu talebin ivedilikle kabul edilip S. Mirzabeyoğlu'nun Metris cezaevine götürülmesi sürecine geçiyoruz...
Metris Cezaevi...
Salih Mirzabeyoğlu cezaevine konulmuş, medyada kara propoganda bütün hızıyla devam etmiş ve Sedat Karagül'ün de şekvacı olduğu ricacı bakanların emrinde olan savcılar İddianameyi hazırlamış ve bu iddianame yargının siyasallaşması konusunun en güzel örneğini yaşadığını söyleyen Sedat Karagül tarafından kabul edilmiştir.
Tarih; 25 Ocak 2000...
Mirzabeyoğlu Davası'nın İddianamesi'nin mesnetsizliğini, kifâyetsizliğini görmek için hukukçu olmaya gerek yok.
Ancak belirtmek isteriz; Salih Mirzabeyoğlu da bir hukukçudur ve iddianamenin nasıl hazırlandığını, yargının siyasallaşması konusunun en güzel örneğini görmüş, S. Karagül'e “DGM`de kapıma `Adalet Bakanı giremez` diye yazacaktım. Ama maalesef giremez dediğin adam senin başkanın oluyor.” dedirtecek kadar açıkça cereyan eden adaletsizliğe; adalet adına, hukuk adına, insanlık adına, vicdan adına tepki göstermiştir.
Bir
adaletsizliğe tepki göstermek insanın en tabiî hâliyken, S.
Mirzabeyoğlu da bunu yapmışken, daha duruşma günü gelmemişken, duruşma
günü gelmediği için duruşmaya çıkıp-çıkmayacağının bilinmesi mümkün
değilken, Metris cezaevinde tutuklu bulunan sanık S. Mirzabeyoğlu'nun
niyeti bakanın bir memuru tarafından okunmuş, duruşmaya çıkmayacağı
gerekçesiyle kendisine saldırılmış, “Noel Baba” adı
verilen bir operasyonla, gecenin 3'ünde Metris cezaevinin duvarları
delinmiş, saatlerce kurşun yağdırılmış, gaz bombaları kullanılmış,
(öğrendiğimize göre o gün orada o kadar gaz bombası kullanılmış ki,
ellerindeki stoklar bitmiş), bir kişi öldürülmüş, Salih Mirzabeyoğlu'nun
üzerine yüzlerce kişi saldırmış, onu öldüresiye dövmüş, sol ayağı sağ
ayağının iki katı büyüklüğünde şişmiş, kafası ve gözü yarılmış, aylarca
bayılma krizleri geçirecek kadar kafasına darbe almış, saçı ve sakalı
kesilmiştir...
Niyet okuyucu savcıların emriyle yapılan operasyonun ardından Salih Mirzabeyoğlu mahkeme salonuna gelmiştir...
Tiyatroya mahkeme salonunda devam edilir.
Bir sanığa hükümlü muamelesi yapıp, devam etmekte olan davayı etkilemeye çalışarak suç işleyen medyanın bu duruşmaya ilgisi büyüktür...
Manzara son derece ürkütücüdür:
Mahkeme
salonunda, saç ve sakalları kesilmiş, kafasına öldürücü darbeler almış,
kaşı ve gözü patlatılmış, sol ayağı diğer ayağının en az iki katı kadar
şişmiş bir sanık vardır.
Mahkeme heyetini de tedirgin eden bu görüntüler yaşanırken tarihî bir hâdise daha olur:
Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının fotoğrafını çekenler bir foto-muhabir, mahkeme heyetine döner ve;
“Salih Mirzabeyoğlu'nun üzerindeki montu onu çok heybetli gösteriyor, montunu çıkartırsanız daha iyi olur...” der.
Henüz
sanık olduğu için S. Mirzabeyoğlu'nun can güvenliğinden kendisini mesul
görmesi gereken mahkeme heyetinin hukuk ve onun haysiyeti gibi bir
derdi olsaydı, savcıdan başlayarak, sanığı bu hâle getiren herkes
hakkında işlem yapılması yönünde ivedilikle kararlar verirdi.
Ama
öyle olmamış, bırakın ricacılara boyun eğmemeyi, foto-muhabirin
karşısında bile mahkûm bir tavır sergileyen mahkeme başkanı (Metin
Çetinbaş) bir an şaşırmış, daha sonra foto-muhabirinin isteğini yerine
getirmiş, kolluk kuvvetlerine “çok heybetli gözüküyor, üzerindeki montu çıkartın” emrini vermiştir.
Dikkat
ediliyorsa, hep psikolojiden, detaylar üzerinden gidiyor, hukukî
mülâhazalara hiç girmiyor, hep tatbik sürecinden bahsediyoruz...
“Sen
kimsin ki mahkeme heyetine emir vermeye, onu yönlendirmeye kalkıyorsun.
İşini adam gibi yapmayan şu foto-muhabiri atın ve hakkında gerekli
işlemleri başlatın” demesi gerektiği hâlde bunun tam tersini yapan
bir mahkemenin Mirzabeyoğlu Davası'na nasıl baktığını, hangi
psikolojiyle, hangi mahkûm bir tavırla, Türk fikir dünyasında
eserleriyle mühim bir yer tutan Salih Mirzabeyoğlu'na “Türk Milleti
adına” karar verdiğini artık söylemeye bile gerek yok.
Tarih; 2 Nisan 2001...
Bitmek üzere olan tiyatronun aktörlerinin replikleri:
Polis Bahri:
- “TAMAM,
HİÇ KİMSEYLE GÖRÜŞMEDİĞİNİ VE TANIMADIĞINI KABUL EDİYORUZ; TALİMAT
VERMEDİĞİNİ DE KABUL EDİYORUZ... GELELİM ŞU LİDERLİK MEVZUUNA...”
- “YUKARIDAN BASTIRIYORLAR, SEN İBDA-C ÖRGÜTÜNÜN LİDERİ OLDUĞUNU MECBUREN KABUL EDECEKSİN!”
- “BİZ SANA KÖTÜLÜK YAPMAK İSTEMİYORUZ; İSTESEYDİK, EVİNİN BAHÇESİNE EROİN GÖMER, EROİN YAKALADIK, DERDİK...”
Ricacıların ricalarına göre iş yapan savcı:
- “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıylada kurulacak Büyük doğu islam devletinin konutanı
seçilecek olan KUMANDAN KOD SALİH İZZET ERDİŞ'İN ÖRGÜT MENSUPLARININ
GERÇEKLEŞTİRDİĞİ EYLEMLERE DOĞRUDAN DOĞRUYA KATILDIĞI TESBİT EDİLMEMİŞ
OLMAKLA BERABER[i]
(...)Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının
gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulamaması
eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının
gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgütün lideri de sorumludur ”[ii]
“İşine geleni tutukla, işine gelene beraat, işine gelene ceza. Artık Bakanlık ne istiyorsa” diyen Sedat Karagül'ün de başkanlık yaptığı mahkeme heyeti:
- “1991
yılına kadar kurulan legal ve illegal cephelerin kurulmasında sanığın
talimatları olmuş, 1991 yılında cezaevine girdikten sonra sanık cephe
faaliyetlerinde bizzat emir ve talimatı olmadığını söylemiştir.
Sanık
fikir mazında (-bazında olacak. A.R.Y.) İBDA/C örgütü liderliğini kabul
etmekte fakat eylemsel alanda, liderliğin kendisinde olmadığını, ancak
örgüt mensuplarının kendisini lider kabul etmesinin normal olduğunu
söylemektedir.
(...)
Sanık
Salih İzzet Erdiş'in üzerine atılı suçu işleyiş biçimi, suç sebep ve
saiki, suç işlemezden önceki ve sonraki olumsuz tutum ve davranışları,
hiçbir pişmanlığının görülmeyişi, suç işleme konusundaki ısrarlı tutumu,
tüm dosya kapsamına nazaran sanığın subut bulan eylemine TCK.nun 146/1.
Maddesi gereğince cezalandırılması yoluna gidilmiş(...)aşağıdaki
şekilde hüküm kurmak gerekmiştir.
(Kumandan
KOD- Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş'in silahlı terör
örgütü olan İBDA/ C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok
öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu,
emir ve komutası gözönünde bulundurularak;
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil
veye İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan T.B.M.M ni iskata ve
vaziyetini yapmaktan Men'e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan
TCK.NUN 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA
(...)oy birliğiyle verilen karar açıkça okunup anlatıldı 02-04-2001”[iii]
Bütün
olan-biteni derin bir tenezzülsüzlükle seyreden, savunmasını bile
telegram işkencesi seanslarında yazmak zorunda kalan Salih Mirzabeyoğlu:
“TİYATRO BİTTİ!”
Büyük davaların, büyük menfaat çatışmalarının olduğu DGM'de görev yapan, görevi
esnasında Mirzabeyoğlu Davası'nın Sedat Karagül'den sonraki mahkeme
başkanı olup, Mirzabeyoğlu'na idam kararı veren, bu kararın ardından
emekli olup avukatlık yapmaya başlayan, dost meclislerinde meslek
hatıralarını herkesle paylaşan, İBDA-C davasında polisin ne kadar baskı
yaptığını anlatan, yapılan bir operasyonda gözaltına alınan
müvekkillerinden birinin (K. Alemdaroğlu) kafasının eğilip, polis arabasına konulması işlemine “müvekkilim bir sanıkken böyle bir şey nasıl olabilir, bu tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri” sözleriyle tepki gösteren Metin Çetinbaş
isimli sayın meslektaşımız, Mirzabeyoğlu Davası'nın gerekçeli kararında
sanığın hangi eyleminin subut bulduğunu da belirtmiş olsaydı fevkalâde
bir iş yapmış olurdu.
Ama olmadı.
'Sübut bulan tek eylem'i kitap yazmak olan Salih Mirzabeyoğlu 'olsa olsa budur' mantığı üzerine bina edilen bir kararla, idam cezası aldı.
Bu ceza, AB müktesebatı çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.
Mirzabeyoğlu Davası'nın 'Sonuç'u
Mirzabeyoğlu
Davası'nın 'niçin'ini de, 'nasıl'ını da birden sonsuza kadar sıralayıp
değerlendirebileceğimiz gibi, sonsuzdan bire irca ederek de
değerlendirebiliriz.
Aynı değerlendirme, 'sonuç' için de geçerlidir.
Mirzabeyoğlu Davası'nın birçok sonucu vardır, olmuştur, olacaktır...
En basitinden bu davayla birlikte ulaşılmaz, erişilmez, aşılmaz olarak görülen birçok mit yıkılmıştır.
Bu
vb. sonuçların yanında Mirzabeyoğlu Davası'nın öyle bir sonucu vardır
ki; dünya fikir tarihinin en mühim hâdiselerinden biri olarak kayda
geçmiştir: “Telegram işkencesi.”
Herkesin bildiği ama içselleştirme noktasında zafiyet gösterdiği kaskatı vakıa şudur:
Salih Mirzabeyoğlu, şu saatte, şu dakikada, şu ânda işkence görmektedir!
Bunu içselleştirmek için çok fazla bir şey yapmaya gerek yok.
“Salih
Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmiştir. İdam cezası ağırlaştırılmış
müebbet hapse çevrilmiştir. Tam 10 yıldır telegram işkencesi
görmektedir. İdam edilseydi bir kere ölürdü. Ama telegram işkencesiyle
her dakika, her saniye ölümü tadıyor.”, günde 10 kez tekrar edilse, mesele zannımızca hâllolur.
Mağdur
edebiyatı yapmadığımız gibi, işkence gören bir insanın sırtından
kahramanlık türküleri söyleyerek böyle bir şey yokmuş gibi de
davranmıyoruz.
Vakıa bu:
Telegram
işkencesi vardır, Salih Mirzabeyoğlu buna on yıldır maruzdur, yaşadığı
işkenceyi fikre tevcih etmiş, kendisinin “Telegram serisi” olarak
vasıflandırdığı tam 16 eser kaleme almıştır.
Peki bunlar olmuştur da ne olmuştur?
Gazetecisi, yazarı, fikircisi, sivil toplum örgütü üyesi, vs,vs... meseleye dair bir duyarlılık mı sergilemiş?
Meselâ bir milletvekili konuyu meclise mi taşımış?
Bu durumun sebebi, meselenin bilinmemesinden mi kaynaklanıyor olabilir mi?
Zannetmiyoruz.
Zira başta hükümet partisi olmak üzere birçok partinin milletvekili durumdan haberdar edilmiştir.
Telegram
başka bağlamlarda meclis komisyonlarından birinde gündeme gelmiş,
Mirzabeyoğlu'nun ismi zikredilmeden 'ele alınmış', bir karara
bağlanamadan öylece bırakılmıştır.
Meseleyle
en alâkadar olan önceki dönemden bir milletvekili konuyu meclis
gündemine taşıyacağını söylemiş, bu milletvekiliyle yapılan görüşmelerin
üzerinden az bir zaman sonra ortada ciddi bir sebeb de yokken parti
yönetiminden dışlanmış, ardından Ergenekon davası sürecinde hakkında
tutuklama kararı çıkarılmıştır.
Cumhurbaşkanından, başbakanına, bakanından, milletvekiline kadar herkes meseleden haberdardır.
Başbakan'a yakınlığıyla bilinen ve bize; “Ali Rıza bey, Salih beyin dosyası Başbakan'ın önünde” diyerek iyi niyet gösteren dostlarımıza söylediğimizi yineleyelim: “Farklı
farklı kanallardan, farklı ağızlardan üçyıldır hemen hemen aynı şeyler
söyleniyor. Dosya ya Başbakan'ın, ya Cumhurbaşkanı'nın önünde deniliyor.
Ama yıllardır gündeme gelmiyor, hiçbir şey yapılmıyor. Sebep?”
Birebir görüşmelerde herkesin her meseleden haberdar olduğunu görüyoruz.
Ama bu, dört duvar arasında değil de, dışarıda dillendirilmesi noktasına gelince diller sus-pus.
- “Ali
Rızacığım Telegram'ı işte şu salonda, arkadaşlarla bir hafta boyunca
okuduk. Belki inanmayacaksın kimi arkadaşlarımız kendini tutamayıp,
ağlamaya başladı.”
- “İnanırım,
niçin inanmayayım. Ama bahsettiğiniz arkadaşlar da, sizler de cemiyete
ulaşma noktasında sıkıntısı olmayan insanlarsınız. En başta bütün
tv.ler, gazeteler size açık. Gazeteci, yönetmen, Yard. Doç., Doç. gibi
titrleriniz var. Çok mu zor, böyle bir meselenin olduğunu söyleyip,
gerisini bize bırakmanız.”
- “Haklısınız... Ama...”
Ama?..
Evet, ama...
Nedir bu 'ama'lar, 'fakat'lar, 'lâkin'ler?..
Nedir telegramı dillendirmekten alıkoyan hususlar?
Mevzuun komplike olması mı, ifade çetinliği mi?..
Evet, mevzu komplike bir durum arzediyor...
Evet, mesele çok veçheli...
Evet, Telegram’ın
felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik,
psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs… izah bekleyen bir
çok hususiyeti var...
Evet, bu meseleyi anlamak ve izah için bu mevzulara dair asgarisinden bir malûmata sahip olmak gerekir...
Ancak bütün bunlar, “Ölüm Odası -B YEDİ-”
isimli eserle, Baran dergisinde, her hafta ve ânı ânına dile getirilen
bir haksızlığı, bir zulmü, bir işkenceyi dillendirmemenin mazereti olamaz.
Kaldı ki Salih Mirzabeyoğlu, telegramı yaşayan olarak yazmış, tafsilatlandırmış, temellendirmiş ve meydan yerine dikmiş.
“Gerisi hikâye...”
Bu hikâyede sen neredesin?
Soru(n) bu.