13 Mart 2009

Türk Milleti Bu Kahpelikleri Unutursa -I-

- Son Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri'nin kaleminden; içmeden şuuru bulananlara... -

İstanbul'daki tâbi olduğu hükümetten aldığı resmî memuriyetten başka, Padişah'ın verdiği hususî fermanla Anadolu'da kuvvet ve nüfuz kazandıktan sonra emanete hiyanet etti ve kendi namına harekete başladı. Yani Padişah'ı aldattı. Tâbi olduğu hükümeti aldattı. Onları da ayağının altına aldı. Şimdi hiç sıkılmadan o Padişah'tan kaptığı hükümet ve devletin başına geçmiş oturuyor. Ve hiyaneti, Padişah'a ve sâir aldattığı adamlara atfediyor.

İşte memleketin dinini, hilâfetini, hanedanını, tarihini ve hatta aile hayat ve âdâbını çiğnerken, bu adamın memleketten ve ahaliden aldığı bu en büyük şeyler mukabilinde onlara gösterdiği tavizler nedir diye araştıracak olursanız, darağaçlarından başka mühim ve müsbet bir şey bulabilir misiniz?

Mustafa Kemal sayesinde memleketin bütün varlıkları yıkılmış, dümdüz olmuş ve orada yükselmiş görünen ne varsa darağacından ibaret bulunmuştur. Estağfirullah, evet, darağaçları ile beraber eller yukarı kalkmış, hatta ayaklar da!

Müslümanlık iddia eden adamlardan şimdi belki öyleleri vardır ki Mustafa Kemal'in böyle ölçüsüz sözlerle Allah'ı beğenmediğini çok görmez de bizim Mustafa Kemal'i ve sözlerini beğenmeyerek tenkit edişimizi çok görür. Yani Allah'tan korkmaz da Mustafa Kemal'den korkar. Biz de öyle müslümanların hem aklına hem de müslümanlığına şaşarız!

Tıpkı Hilâfet meselesinde olduğu gibi başta din kuvvetinden de istifade ve yardım sağlamaya sıcak bakılmış ve ardından bir sağdan geri hareketle Türk'ün dini, şeriatı, uleması kılıçtan geçirilmeye başlanmıştır. TÜRK MİLLETİ BU KAHPELİKLERİ UNUTURSA DÜNYANIN EN AŞAĞI MILLETİDİR!

Herif yaptığı işleri İslâm âlemine ve İslâm ulemâsına hiç sormuyor, lâkin onlar İslâm dininden ziyade bir türedinin hareketlerine tâbi imişler gibi arkasından te'vil yetiştirmeye çalışmaktan, bir defa da “Dur bakalım, ne yapıyorsun?” demeye vakit bulamıyor! İslâm'ın hükümet ve hilâfetini herifin istediği şekle sokmak için böyle çapraşık te'viller bulmaya hacet ve zaruret nereden hasıl olmuştu? Yoksa İslam dini ile oynanabilir de Mustafa Kemal ile oynanamaz mı?

İzmir'i fethetmiş imiş! Fethetmeye yetişmeyeydi! Çünkü onu bir İslâm fatihinin takip ettiği fikir ve gaye ile fethetmedi. Şark'ta Müslümanlığı yıkmak ve Avrupalılık mefkûresini muzaffer kılmak için fethetti.

Eğer İslâm âlemi ve İslam ulemâsı, tâ iptidasından yanlışlıkla İslâm kahramanı sandıkları Mustafa Kemal'den, İslâm'ın şeârine ve hilâfetinin hukukuna taarruz tarzında aykırı hareketler ve fena alâmetler görülmeye başladığı dakikadan itibaren bu herife karşı İslâm dininin icap ettiği vaziyeti takınsaydı şimdiki gibi iş işten geçmeden, Türkiye'nin dini ve İslâm âleminin hilâfeti hâk ile yeksan edilmeden vazifelerini idrak ve ifa etmiş olurlardı.

Din düşmanlarına karşı elimizi kolumuzu harekete geçirmeden evvel zihnimizi harekete geçirmekte bu kadar zahmet çeker ve bu kadar geç kalırsak, onlarla bizim başa çıkabilmemiz mümkün ve mutasavver değildir.

İçimizdeki İslâm dini düşmanlarının bütün maskeleri yüzlerinden düştüğü ve şapkalarına varıncaya kadar açıklık kazandığı bir zamanda, yazdığım eserlerimin birçok sayfalarını hâlâ Kemalistlerin dinsizliğinde şüphe eden Müslümanların(!) şüphelerinin izâlesine ait delil ve vesikalarla doldurmak mecburiyetinde kalmalı mı idim?

Böyle adamların ahiretteki vaziyetini Cenabı Hakk şu âyeti kerîme ile beyan buyuruyor: «Ve “Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık.” diye ilâve ederler.» (Mülk/10)

Kemalistlerin, hükümeti hilâfetten ayırırken dinden de ayırmış oldukları gerek mantıkî gereklerde ve gerek din ile dünyayı veyahut din ile siyaseti ayırmak gibi yarı açık, yarı kapalı tabirler altında kendi itirafları ile tamamen sübût bulduktan sonra bunun mahzurlarının da o kadar büyütülecek bir şey değilmiş gibi sayıldığını görüyor ve Kemalcilerin İslâm dinine yönelik suikastına karşı bu derece mütegafil davranan İslâm âleminin dalgınlığından me'yus oluyordum.

“Begâfiller, dünyadan ve siyasetten ayırdığınız dini ahirete mi gönderiyorsunuz?” diye bağıran bir müslüman sesi duyulmaması ne kadar gücüme gidiyordu.

Dünyayı ve siyaseti, yani hükümeti dinin müdahalesinden kurtaracak; dini, hukuk-u medeniye ve siyâsiyesinden iskat etmiş olan bir memlekete, Dâr-ı İslâm denebilir miydi?!

Başı şeriata bağlı olmamak üzere müteşekkil bir hükümet, İslâm hükümeti olamayacağı gibi, o hükümet bir ecnebi hükümet değil de, halkın, milletin kendi kendine teşkil ettiği bir millî hükümet ise, öyle bir milletin de kişilerce isimleri Ahmed, Mehmed olmasına rağmen, İslâm dini ile ilgilerinin, hükümetleri vasıtasıyla toptan kesilmiş olması zarurî idi.

Yalnız bu hallere karşı içinden kan ağlayan ve elinden bir şey gelmediği gibi memleketinden hicret imkanını da bulamayan halkın güçsüzleri için bir mazeret hakkı kalıyor. Fakat bunlara bedel Türkiye dışında, Ankara hükümetinin din ve dünyayı birbirinden ayırmaya ve bu sûretle dini ahirete bırakarak dünyadan vücudunun izâlesine mâtuf icraat ve kararlarındaki cinayeti Mustafa Kemal'in hatırı için kapatmaya veya hafif göstermeye çalışan müslümanların(!) ve bilhassa akıllılarının vaziyetleri, İslâmî kaideler nokta-i nazarından pek tehlikeli bir halde bulunuyordu.

Demek ki herif, Anadolu'nun ortasında kurduğu dinsiz hükümetle, bir taraftan 600 seneden beri ve belki daha fazla bir müddetle İslâm dinine göğsünü kale yapan bir milleti toptan ilhada sevk ederek din ve dünyalarını tahrip ettiği gibi, bu icraatı kendilerine tasdik ettirdiği uzaktaki müslümanların dinî vaziyetlerini de tehlikeye sokarak onlara da az zararı dokunmuş olmuyordu.

İşte ey okuyucu! Mustafa Kemal'in inkılâplarının geçirdiği bu devirleri ve merhaleleri sakın unutma; ki bu oyunların ne acâip yollardan geçerek şimdiki uğursuz ve çelişik neticelere vasıl olduğunu anlayabilesin.

Koca kahramanlar(!), bir taraftan hilâfet hükümetini ve bizzat halifeyi İngilizlere satılmış göstermekle lekelemeye çalışırken asıl kendileri devletin hilâfetini, İslâm kanunlarını, milletin dinini ve tarihini İngilizlere, Fransızlara ve İtalyanlara satmışlar!

Memleket satmak iftirasıyla kıyas kabul etmeyen bir hakikat olmak üzere kendileri memleketin ruhunu ve namusunu satmışlar! Ev satmakla evin haremindeki namusu satmaktan hangisi daha ağır bir alçaklıktır?!

Özellikle halife ve hükümet hakkında, memâlikini İngilizlere sattılar diyerek Mustafa Kemal şirketinin yaptığı hokkabaz yaygaraları akıl ve mantığın kabul edemeyeceği ve hilâfetin sübûtuna şahit olduğu bir müfterî efsanesi mahiyetinde bulunduğuna nazaran, bu müfterîler memleketin namusu ile beraber milletin akıl ve mantığını da yok pahasına satmışlardır. Öyle olmasa para ile satın aldıkları Türkiye'den İngilizleri hangi kuvvet çıkarabilirdi?!

İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sâir devletlerin İstanbul'dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir!

Kemalistlerden biraz para ile, daha ziyade zorla aldıkları Musul'da bakınız İngilizler nasıl yerleşmiş oturuyorlar! Denizlerin hâkimi olan İngiliz'in elinden iç karadaki Musul'u kurtarmaya kadir olamayan Kemalist kuvveti, açık boğazların bitişiğinde bulunan İstanbul'u nasıl kurtarabilirdi?

Acaba İngilizler İstanbul'u bırakıp giderken onu kendilerine satan adamlardan paralarını geri almaya da vakit bulamamışlar mıdır? Bu sıralarda başbâyi Halife Vahidüddin de hazır Türkiye dışında bulunduğuna nazaran, İngilizler paralarının karşılığında rehine olarak kendisini niçin zabt ve tevkîf etmediler?

Diğer İ'tilâfcı bâyiler de İstanbul ve Türkiye kıymetindeki İngiliz liraları ceplerinde bulunduğu halde İttihat ve Terakki firârîleri gibi Avrupa'nın lüks şehirlerinde ve mükellef otellerinde safa sürmeyi bırakıp da Arabistan çöllerinde ve Balkan kayalıklarında oturmak istemeyi neden tercih ettiler?

Hangi tarafa bakılsa, sokak politikacılarının süprüntü propagandalarından ibaret olduğu görülen iftira tozu dumanı arasında dinini, namusunu pazara çıkardıkları Türk milletinin “memleketini satmak efsaneleri” ile de akılları üzerlerine heva oyunu oynayan hokkabazların oyunlarının mahiyeti Türkiye'de ve İslâm âleminde tamamen anlaşıldıktan sonra, hâlâ bu oyunu ara sıra tekrar etmekten utanmayan kalemi ve vicdanı nasırlaşmış yazarlar Türkiye'de bulunduğu gibi, Türk milletinin aklı üzerinde oynanan bu hava oyunlarının Türkiye dışındaki komisyoncu şubeleri de gazete adı verdikleri kepâzelik yaftaları ile daima bu hava ve iftira oyununu tekrar ederek mültecilerin arkasından "Vatanlarını satanlar" diyerek ürürler!

Türk milliyetinin miyarını, Müslüman Osmanlı ve Selçuklu Türklerinden alarak onlardan evvelki putperest ve yahut en sonraki hevâperest ve zenperest Türk'ü kâle almayışım, Türk'ün tarihindeki şan ve şerefinden bugün elde mevcut lisanına kadar nesi varsa hepsinin Müslüman Türk devirlerine ait olduğundandır.

En eski Türk'ün Bozkurt Masalı'ndan başka bir şeyi olmadığı gibi, yeni Türk'ün millî övgü ve eserleri adına bir Frenk şapkası ile bir Latin hurûfu ve bir de İsviçre Kanunu vardır.

Kanun-u Esasî'nin başına devletin dinini yazmaktan maksat da, devleti teşkil eden milletin, kendisinin kıymet ve muhafazasına memleketin muhafazası kadar ve belki daha fazla önem verdiği mukaddesatının başında dininin bulunduğunu hükûmete anlatmak ve ona göre hareket etmesi için hükûmeti taahhüt altına almaktır.

Şimdi milletle hükümet arasındaki esas mukavelenâmeden din maddesinin kaldırılmasına razı olan Türk milleti, millî maksatları arasından dini çıkararak nazarında kıymet ve ehemmiyeti kalmadığını kabul etmiş ve hükümeti de artık dinine hürmet ve riayet mecburiyetinden âzâde bırakmış oluyor.

Demek ki Kanun-u Esasî'de mevzubahis olan devletin dini, hakikatte milletin dinidir. Ve onu yürürlükten kaldırmak, milletin dinini yürürlükten kaldırmaktır! Dini hakkında bu düşüşü kabul eden millet nasıl dinli kalabilir?!

Meselâ hükûmet, dünkü gün camilerin bir kısmını fazladır diyerek yıktığı gibi yarın da bir bahane ile kalan camilerde cemaatla namaz kılmayı yasaklasa, din kaydı ile mukayyet olmadığını kabul ettiği hükûmetine karşı milletin bir şey demeye hakkı olamaz. Çünkü hükûmetin mukayyet olmadığı hususlarda istediğini yapmaya mezun olması lâzım gelir.

Dinin dünyadan, bir başka tabirle, hükümet ve siyasetten ayrılmak meselesini çıkaranlar İslâm dinine en kestirme yoldan suikast etmek istemişlerdir.

Müslümanlığın kuyusunu kazmak için düzenlenen Kemalist kaziyyesinin en müthiş kısmını bu nokta teşkil ettiği hâlde bunu haddizatında Müslümanlığa sığar bir şey gibi göstererek Müslümanların gözüne perde çeken gizli din düşmanları bizim aramıza girmiş, teker teker millet fertlerini dinsiz yapmak müşkil olacak ve uzun sürecek, belki de dinsizler üzerine tehlike davet edecek olduğundan, böyle yapmaktan ise hükûmeti dinsizleştirip bundan halkın dinine zarar gelmez dersek, sonra dinsiz hükümet de, milletin dininin icabına bakar demişlerdi! Bu açık dönme dolabın anlaşılmayacak neresi var?!

Dindar ahalinin başına dinsiz hükümeti niye dikiyorlar?! Böyle bir hükûmeti, hâlâ müslümanlık davasında bulunan millet kabul etse bile, Müslümanlık kabul eder mi? Yok, yok! İslâm dini, kendisini tanımayan hükûmeti tanımak gaflet ve zilletinde bulunamaz!

Türkiye'de devletle dini ayıranlar, dine inanmadıklarından, düşmanlıklarından ayırdılar. Onlara bir diyeceğimiz yok. Fakat İslâm dinine inanmakla beraber din ve devlet ayırımına İslâm'ın müsâde edebileceğini sananların da, Müslümanlığı hiç bilmediklerine hükmetmek lâzım gelir.

Bir kere “devlet” ve “hükûmet” tabirleri birbirinden farklı olarak, “devlet”e halk dâhil olduğundan başka, farz ve takdir olarak mezkûr Anayasa maddesindeki “devlet”ten “hükûmet” mânâsı kastedilmiş olsa bile “millî hükûmet”, “halk hükûmeti”, “cumhuriyet hükûmeti” adları bile, özellikle böyle millete izafe edilen bir hükûmetin açıktan dinsizliğini ve Müslüman hükûmeti olmadığını ilân etmesi üzerine de, onu hâlâ kendisine hükûmet ve metbû tanıyan ve onun din kanunları yerine kasten ikâme ettiği dinsiz kanunlara rızası ile itaat eden millet, teker teker kişiler itibariyle değil de toptan irtidat etmiş olacağı gibi, dindar millete dinsiz millî hükûmet teşkil etmelerini tecvîz ve tavsiye eden dışardaki tevilci Müslümanların kendileri bile içerdeki milletle beraber dinden çıkmış olurlar; ki bunu kabul etmemek küfür inadı değilse, budalalığın en son derecesidir!

Milletin dini varmış da kendisi muzâf olmak üzere niye dinsiz hükûmet teşkil etmiş? Millî hükûmet, milletin mümessili olduğuna nazaran; dindar millet nasıl olur da kendisine dinsiz mümessil tayin ederek kendi namına ve kendi üzerine dinsizce icrâ-i ahkâm olunmasını kabul eder? Bu açıktan açığa küfre rızâ değil midir?

Hükümetim benim üzerimde ahkâm-ı diniye ile hükmetmesin de başka ahkâm ve kanunlarla hükmetsin; ben üzerimde şeriatın, yani Allah ve Rasûlü'nün hâkim olmasını istemem demek, ne demektir? Mesele bu kadar açık olduğu hâlde her havaya uyan ve dinlerini kendilerine oyuncak yapan yalancı müslümanlar, zırva tevili tarzındaki sözlerle Kemalistlerin savunuculuğunu ve yalancı şahitliğini yapmakta devam ediyorlar.

Siirt Mebusu'nun teessüfle hikâyesine nazaran, baksanıza Avrupa'da Kemalistler'in dinsizliğine inanmayanlar varmış, ki Kemalistler “hâlâ yaranamadık” diyerek en ziyade buna kızıyorlar. Acaba onlar da beriki müslüman avukatlar gibi ahmak oldukları için mi inanmıyorlar? Yoksa bu da Kemalist küfrünün dünyada bile hüsranını gösteren ilâhî bir hüküm mü?

İslâm dinini ayaklar altına aldığı gibi İslâm ulemâsını da tekmelerle susturarak pabuç hırsızına çeviren bugünkü Türkiye'yi hem de dinî ve şer-i bir dille savunmaya ağzı varan ulemânın hâlâ bu fena dünyada bulunduğunu ve insan sıfatıyla insanlar arasında gezdiğini gördükçe, alçaklığın bu derecesine karşı hayretten nefrete, nefretten hayrete düşmekle yüreğimin hızını alamıyorum...

Ees-seyfü'l-meslûl fevka rikâb-ı a'dâyi'l-İslâm fî Ankara (Ankara'daki İslam düşmanlarının ense kökündeki, kınından sıyrılmış kılıç) Mustafa Sabri
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.