2 Mart 2009

Risale-i Kudsiyye Şerhi'nden -I-

«Şeyh İsmetullah Müceddidî Hazretleri’nin 1271’de Nakşibendî’nin usûlüne dair yazmış olduğu Risâlet-ul Kudsiyye adlı Türkçe manzum eserini, özellikle kardeşlerime tavsiye ederim. Hakîkaten çok güzeldir.» (İsmail bin Mahfûz, Özleşme Yolu, s. 103)
İnsan, “eûzü” diyerek günah kapılarını kapatır; “besmele” çekerek tâat kapılarını açar. Hakikî istiâze sırf söz ile olmaz; onda kâlb huzûru ve sözün hâle ve fiile uygun olması lâzımdır. Lisan “eûzü billah” derken, hâl ve fiil “şeytana sığındım” dememelidir.

Kul Mevlâ’ya sığınmakla, sanki Mevlâ’nın kucağına sığınıyor. Bu fadeler mecazîdir; akla yaklaştırmak içindir. Eğer Mevlâ’ya sığınırsan, seni şeytan bulamaz; yoksa câmide de, Mekke’de de olsan bulur.

Râbıta, biiznillah cinleri def eder. Onun için, kimse râbıtadan şüphe etmesin; râbıta en büyük kaledir, içine giren kurtulur.

Her belâ, her günah zikirsizlikten ileri geliyor. İmam-ı Gazâlî Kuddise Sırruhû Hazretleri, “Bir lâhza dahî zikirden boş kalanı, yumurtanın beyazının sarısını kaplaması gibi şeytan kaplar ve o zaman şeytan ona ne olsa yaptırır.” buyuruyor.

Her kim Allah katındaki mertebesini bilmek isterse, Allah-u Teâlâ’nın kendisi yanındaki yerine baksın. Çünkü kişi Allah’a ne kadar değer verirse, Allah da ona o kadar değer verir.

Eğer şeriat ve tarikat ehli olursanız, size toz konmadan yaşarsınız; sonunda da imanla ölürsünüz. Ama kendimize güvenmek de yok; hepsi Allah’ın Celle Celâluhû izni ile olacaktır.

“Sevdiklerinizden infak etmedikçe aslâ Birr’e (takvâya ve iyiliğe) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran Sûresi: 92) İnsanın en sevdiği şey kendi nefsidir. Sevdiklerinden vermedikçe takvâ makâmına ulaşamıyorsa, kendi varlığından geçmeden Allah-u Teâlâ’ya nasıl ulaşacak?!

Bu gönüldeki ağırlıklardan geçip Hakk’a gidelim. Bu yükler oldukça, kâlb Allah’a dönmüyor.

İstikbâl kazanacaklarmış! İstikbâl ne; biliyor musunuz? İstikbâl mezardan sonra başlar. Dünyanın istikbâli için çobanlık edersin, dilencilik edersin, merdiven silersin; yine de bir çâre bulursun. Orada bunları yapamazsın. İşte o istikbâle çâre düşünmek lâzım.

Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, ins ve cinnin ameline müsâvî olur.

Peygamber Efendimiz Sallâhu Aleyhi Vesellem, Cebâil Aleyhisselâm’a sordu: “Allah-u Teâlâ beni âlemlere rahmet olarak gönderdi. Sen de o âlemlerden birisin; sana ne gibi rahmet oldum?” Cebrâil Aleyhisselâm dedi ki: “Şeytan bunca sene kılı kırk yararcasına bize vaaz etti. Sonra kovuldu. Hepimiz korkuluyduk. Tâ ki sen gelinceye kadar. Ne zaman ki ben sana: “Onu emîn olan Cebrâil indirdi.” (Şuara Sûresi: 193) âyet-i kerîmesini indirdim. Allah-u Teâlâ bana “Emîn” buyurunca, ben “Elhamdülillah” dedim.

Zevken, bu “himmet” meselesini anlamak için, zikre ve sohbete devam etmek lâzımdır.

Allah Teâlâ Hazretleri, bizi makam olarak daha yükseklere çıkarmak için indirdi.

İki türlü safâ vardır. Birisi dünyadan alınan zevk-ü safâ. Diğeri de ibadetten alınan zevk-ü safâ. Bunların ikisinden de geçmelidir.

Aişe vâlidemiz Radıyallâhu Anhâ bir gün: “Yâ Rasûlallah, bulutsuz yağmur yağdığını gördüm.” dedi. Efendimiz de: “Elhamdülillah! Allah gözünden sebepleri kaldırdı.” buyurdular.

Âdemoğlunun eğer edebden nasibi yoksa, âdem değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark, edebdir. Gözünü aç ve dinle! Mevlâ Teâlâ’nın bütün kelâmı, Kur’an’ın bütün ayetlerinin mânâsı edebden ibarettir.

Şeriat, tarikat ve hakikat; hepsi ilim ve edebden ibarettir. Namazın farziyetini, kılınış şeklini bilmek ilim; bilindiği gibi yapılması edebdir. Tesettür emrine riâyet etmenin farz olduğunu bilmek ilim; giymek edebdir.

Aziz ve Celil olan Allah’ın âlemlerde gölgesi olan padişahlara (İslâm memleketinin muhâfızı olan müslüman hükümet adamlarına) dua etmek, Nakşibendî tarikatının usûlündendir. Nasıl dua etmeyelim ki?! Onlar tebâsının dinini, namusunu, nefsini, malını, canını koruyor. Bu sayede halk rahat ediyor; kötülüklerden, fenâlıklardan uzak kalıyor; dünyevî ve uhrevî vazifelerini huzur-i kâlble yapıyor. Ey kişi! Bu padişaha nasıl dua edilmesin, ki o olduğu müddetçe bu cihanda yıkılma olmaz. İslâm’a zeval gelmez. Çünkü o hem dinimizin, hem dünyamızın muhafazasına çalışıyor. Kur’an’dan ve Resûlullah’dan ayrılmamamıza yardım ediyor.

Mevlâ Teâlâ bizi muttakîlerden etsin; zâhiren ve bâtınen, kavlen ve fiîlen hep şeriat üzere olalım. O zaman çok muvaffak oluruz.

Müslüman idareciler lâzım! Zenginlerden zekatlarını tam alarak fakirlere versinler, ki dünya düzene kavuşsun.

Müslüman idareci ile din tamamlanır. Ancak o zaman Kur’an okunur; tefsir, fıkıh, arabca, hadis, akaid, tasavvuf okunur. Gereği üzere amel edilir; doğru fetva verilir. Büyük adamlar bu şekilde yetişir. Valiler, hâkimler, komutanlar, kaymakamlar bunların içerisinden seçilir. İbadetlere dikkat edilir; nikâhlar, talâklar, vekâletler, kefâletler, alış-verişler gibi bütün muâmelât, insanların işlemiş olduğu suçların cezası olan bütün ukûbat, Kur’an’ın ahkâmına uygun olarak yerine getirilir.

Dünyevî ilimleri okudular; uhrevî ilimler ne olacak? Para getirmiyor diye Kur’an’a bakmıyorlar. Dertleri Nemrut, Kârun gibi dünyalıktı; onu da yaşadılar. Âhiret’te onlara pay yok. Âhiret’te hâlleri ne olacak? Kur’an okumayan delidir. Onlar delirdiyse, biz delirmeyelim. Kur’an’a bakmayan, Kur’an’ı bileni öne koymayan delidir. Bu iş çok ince noktadır. Delilerle bizim işimiz yok.

Hadis-i Şerif’te buyurulduğu gibi: “Kim Allah için ilim talep ederse, Mevlâ Teâlâ onun rızkına ummadığı yerden kefil olur.” Böyle bir müjdeden sonra rızık endişesini bırakalım. Derdimiz, dinimiz olsun. Bizi yaratanı râzı etmek olsun.

Allah-u Teâlâ bunları bana sizin bereketinizle söyletiyor. Cemaatte bereket vardır. Ama siz kendinize toz kadar kıymet vermeyin sakın. Ben sizi methederim, o başka.

Bir farz, bir sünnet, bir edep terkedilse; bir kadın çarşafını çıkarsa, bir erkek sakal bırakmasa, bir şahıs namazını terk etse, oruç tutulmazsa, zekat verilmezse, yani şeriatın emirlerinden bir tanesi dahî yapılmazsa İslâm zayıflar, küfür kuvvetleşir.

Bütün Osmanlı padişahları, İslâm’ın onlara verdiği heybet ile bütün kâfirleri korkudan titretiyorlardı.

Bizim ismimiz şeriatçı olduğu gibi kendimiz de tam şeriatçı olsaydık, iş tamam idi. Amma tam değiliz. Allah-u Teâlâ tam etsin. Zira Mevlâ Teâlâ, şeriatı tam mânâsı ile yaşayan kimsenin arkasındadır.

Biz arazi iddiasında değiliz; lâkin, bir karış yer düşmana gidince kuvve-i mâneviyemiz gidiyor, o da gidince dini tatbik etmek zafıflıyor.

“Nekir”, hiç tanınmayan demektir. “Münker” de aynı mânâyı ifade eder. Bu melekler, yüzleri siyah, gözleri yeşil, yani hiç görülmemiş bir şekilde olduklarından böyle isimlendirilmişlerdir.

Efendi Babam Ali Haydar Efendi Kuddise Sırruhû Hazretleri buyururdu: “Oğlum Mahmud! Din-i Mübîn-i İslâm’ın bekâsı emr-i bil mâruf, nehy-i anil münkere; inkırâzı (yok olması) ise emr-i bil mâruf, nehy-i anil münkeri terk etmeye bağlıdır.”

Bazıları dünya işlerinde birbirlerine yardım ediyorlar, Âhiret işlerinde yardım etmiyorlar. Bu yanlıştır. Din, Allah-u Teâlâ ile kulları arasındaki münâsebeti tanzim eden ilâhî nizamdır.

“Sübhânallah”, dünyada tenzih mânâsında harf ve savt (ses) sûretindedir, ama Âhiret’te ağaç olacak. Diğer ibadetler de bunun gibidir.

Çok iyi konuşup yazmasan da, edebiyat yapmasan da olur. Eğer istenilen mânâ ifade edilmişse, kâfîdir.

Kelâmın en hayırlısı, az olup çoğa delâlet edendir.

Birgün bir genç geldi, bu zamanın zikir zamanı değil cihad zamanı olduğu üzerinde durdu. Ben de ona Enfâl Sûresi’nin şu âyetini okudum: “Ey Mü’minler! Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin.” (Enfâl Sûresi: 45)

Bugün de harp içindeyiz. Nasıl mı? Şöyle ki: Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın dışında bütün ehl-i kıble, hepsi bizimle kavga ediyor.

Biliyorsunuz, bir istiğnâ hâli vardır. Yani insanın kendisini ihtiyaçsız görmesi hâli. Tarikatımızın büyükleri bu hâlden çok korkarlar ve Allah’a sığınırlardı.

Herkim bir kapıdadır, o her kapıdadır. Herkim ki her kapıdadır, o hiçbir kapıda değildir.

Güneş insana vuracaktır. Fakat insanın kendisi bulut olur. Kibirler, gururlar, kendini beğenmeler hep buluttur.

Usûlü Fıkıh’ın başında şöyle bir ibâre vardır: “Hangi tilki aslanın izine uyarsa, vahşî eşeklerin taze etlerine nâil olur.”

Muhâcir olalım. Durmayalım, Allah yolunda ümitle yürüyelim. Ecel, bizi terakki ederken bulsun.

Şimdi gariblik zamanı; onun için Allah-u Teâlâ’ya kavuşmak daha çabuk olur. Evvelde kırk yılda ulaşılan, şimdi bir yılda ulaşılıyor, belki de daha az zamanda. Niçin? Bu yolu taleb eden az; arzu eden kalmadı.

(Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerhi ve İzahı, 1. cilt, Siraç Kitabevi, İstanbul 2008)
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.