24 Şubat 2009

Zindandan Notlar -II-

Seçimi olmayan insan, nefretini hayranlığa dönüştürür.

Çin “Kültür Devrimi”, insanlık tarihindeki (geçmişi silmeye yönelik) en radikal ve en kapsamlı teşebbüstü. Geçmişin hâtırâsını bile nesillerin şuurundan silmek üzere yapılmıştı. Belki 1920’ler Türkiyesi’nin durumu buna benzetilebilir. (Yanlış! Doğrusu: Belki Maoist Devrim, geçmişin hâtırasını bile nesillerin şuurundan silmek üzere yapılmış olan Kemalist devrimlere benzetilebilir. MS)

Bazen bir kişinin hastalığı olarak gördüğümüz şey, aslında çağın veya toplumun hastalığı olabilir.

ABD’deki başlıca zıtlaşmalar sınıf kaynaklı değil, etniktir. Nüfusun üçte birini Anglo-Saksonlar, yaklaşık dörtte birini Hispanikler, %12’sini Siyahlar ve üçte birini ise birbirinden farklı birçok küçük grup oluşturmaktadır.

Nürnberg’de saatler ta XVI. Yüzyıldan bu yana her 15 dakikada bir çalar. Bu, geçmekte olan ve tasarruf edilmesi gereken yeni bir zaman hissini yansıtır. Çalışkan olmak ve dürüst iş yapmak, ahlâkın ilk kanunu hâlini almıştır. Tenbellik ve verimsizlik de ilk günah olmuştur. (Örnek: İsviçreli bir aile, kızlarının fahişe veya erkek çocuklarının ibne olmasını ahlâksızlık ve günah olarak görmez; fakat kızlarının veya oğullarının işsiz kalarak “Sozialamt”a düşmesinden hayâ eder. M.S.)

Hipnoz ve benzeri teknikler, hiçbir objektif temeli olmayan, telkin edilmiş birtakım düşünce ve hisleri nasıl kendimize aitmiş gibi tecrübe edebileceğimizi ispatlar. Mütemâdiyen tekrarlamalar yapan televizyon da hipnoza benzer bir şey hâlini alır. Milyonlarca seyirci, bazen hiçbir gerçek temeli olmayan, çoğu kere kendilerine yabancı olan fikirleri kendi fikirleriymiş gibi kabullenir. Bu, bazı fikir ve tavırların ısrarlı bir şekilde tekrarlanması yoluyla gerçekleştirilen bir kitle hipnozudur.

Almanya’daki antisemitizm hayli eskidir. XVI. Yüzyılın başlarında bile meşhur Alman hümanistleri Reuchlin (1485-1522) ve Ulrich Kohn Guter (1488-1523) Yahudilere karşı şiddetli bir tartışma başlatan eserler yazdılar ve Yahudilerin tüm kitaplarının müsâdere edilip yok edilmesi için bir İmparatorluk fermânı çıkarılmasını savundular. Bu mücadelede, Alman aydınları iki kampa ayrıldı. Köln Üniversitesi, Yahudi elyazmalarına karşı harekete geçilmesini savunurken; Erfurt Üniversitesi hürriyeti savundu ve her türlü baskıyı reddetti. Bu hâdise, Hitler’in zuhurundan 400 yıldan fazla bir zaman önce oluyordu.

Tüm Ortaçağ boyunca Yahudiler, Hristiyan toplumunun acımasız nefretinin hedefi durumundaydılar. Kamu hayatına katılım hakkından mahrum bırakılmışlardı; ve kendilerine, tüm dikkatlerini sürekli daha fazla para kazanmaya çevirme dışında bir seçenek kalmamıştı. Bu şekilde, ticaret ve banka Yahudilerin başlıca meslekleri hâline geldi.

Shakespeare, Venedik tâciri adlı eserinde, Batı’nın kadîm sorunu olan antisemitizmi ele alır. Shakespeare, Shylock adlı güçlü karakterinin şahsında, o dönemde gözlemlediği şekliyle bir Yahudiyi tasvir eder: “İncil konusunda iyi bir eğitim almış, gözünü servet ve para hırsı bürümüş, kinci, dönek, geleneğe riyâkâr bir saygısı olan, hukuku şeklî olarak anlayan (ruhuna değil, lâfzına uyan), ama aynı zamanda adanmış, azimli ve gayretli.” Shylock, Hıristiyanlara haber yollar ve “Bana öğrettiğiniz alçaklığı icrâ edeceğim ve aldığım eğitimi aşmaktan geri kalmayacağım.” der.

Fiillerimizin neticeleri, çoğu kere niyetlerimize bağlı değildir. Meselâ Rousseau, inkılâba ve şiddete açıkça karşı çıkıyordu; fakat onun Sosyal Mukâvele’si inkılâpçı hareketin kutsal kitabı hâline geldi.

Rousseau’nun “Sosyal Mukâvele”sine dayalı mücerred “devlet” dininin iki ana kâidesi vardı: Allah’a iman ve iyilerin mükâfatlandırılıp kötülerin cezalandırıldığı ahiret gününe iman. Onun sosyal ilmi dünyayı değiştirdi. Dini (cephesi) ise sunî olması sebebiyle çabuk unutuldu.

Fransız İnkılâbı ve Ansiklopedistlerin fikirleri, XIX. Yüzyıl başlarındaki topluma çifte hayâlkırıklığı getirdi. Akıl, ideâl bir toplumun oluşması için bir yol açmamış; inkılâp da dünyada özgürlük, eşitlik ve kardeşliği tesis etmemişti. Buna gösterilen tepki Romantizm oldu.

Akılcılık (Rasyonalizm), Kilise’nin dogmatizminden hiç de geri kalmayan kendi dogmatizmini tesis etti.

Soru şu: Sosyal müesseseler mi, yoksa insanların kâlbleri mi değiştirilmeli? Tek doğru cevap, “her ikisi de” şeklindedir. Tabiî ki kâlbden başlayarak; eğer bu mümkünse ve nasıl olacağını biliyorsanız.

Ütopyacı Fransız yazar Fourier (1772-1837), “negatif üretim” tâbirinin mûcididir. O, bu tâbirle, kişinin tabiî ve meşrû ihtiyaçlarının tatminine hizmet etmeyen mal ve hizmet üretimini anlatır. Her üretim faaliyeti faydalı değildir.

Çağdaş kapitalist medeniyette gösterilen insanüstü gayretler ile zihinlerin ve kâbiliyetlerin acımasız rekâbeti bilim, teknoloji ve sanatta daha önce hayâl edilmemiş gelişmelere yol açıyor. Fakat bu, aynı zamanda enâniyeti, karşılıklı yoketme ve zayıfı ezme güdüsünü de tahrik ediyor.

Marx, belki de farkında olduğundan daha fazla talebesiydi Darwin’in. Darwin, biyoloji âlemindeki türler arasında acımasız bir savaş bulunduğunu ilân etmişti. Marx ise sosyal hayattaki sınıflar arasında acımasız bir savaş bulunduğunu ilân etti. Her iki durumda da ahlâkî faktörlerin hiçbir yeri yoktur; ne harpte ne de onun neticesinde. Daha iyi olan değil, daha güçlü olan kazanır; ahlâkî değerler galip tarafından va’z edilir.

Sosyalizm, devletin eriyip gideceğini ilân etmişti. Ama fiîlen n’oldu? Devlet yerine ekonomi eriyip gitti; devlet semirdi ve güçlendi.

Avrupa tuhaf bir yer. Kendisini demokrasinin beşiği ve muallimi olarak görür; ama aynı zamanda diktatörlükler ve totaliter fikirler konusunda da sıradışı bir kâbiliyet gösterir.

Demokrasi, durdurulamayacak bir süreçtir. Acaba bizzat demokrasinin âkıbeti ne olacak?

Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir; ve birçok zaafın kaynağı budur.

Antisemitizm, Hristiyan ülkelerde görülen bir fenomendir. Araplarla Yahudiler arasındaki mevcut çatışma bu türden bir fenomen değildir.

Sosyalist toplumlar dahî, bazen açıkça bazen de üstü kapalı bir şekilde, esirgenen siyâsî özgürlükler için bir telâfî olmak üzere sınırsız cinsî özgürlük sunarlar. Ancak kendisine ve kendi yoluna inanan bir yönetim, uyuşturucu, alkol, cinsî özgürlükler ve diğer “sosyal müsekkinler”i yadsıma riskini göze alabilir.

Propoganda ve öğreti telkini (indoctrination), şartlı refleks psikolojisine, yani hayvan psikolojisine dayalıdır; ve bu, bilinçte “birbiriyle irtibatlandırılmış çiftler” oluşturmayı arzular. Meselâ ateist propagandada, “din” mefhumu ısrarla “gerikalmışlık” ve “hurâfe” mefhumlarıyla irtibatlandırılır. Bu irtibat, mektebin ilk gününden itibaren çocuklara telkin edilir.

Nüfusun basit bir şekilde yenilenmesi için, her kadının iki çocuktan biraz fazla doğurması gereklidir.

Hintli bir iktisatçı, ülkesinde astrologlara ve kâhinlere mekteplerden daha fazla harcama yapıldığını hesaplamış. Bazıları, aralarında gelişmiş ülkelerin de bulunduğu diğer ülkelerde de meselenin daha iyi durumda olmadığı konusunda bizi iknâ ediyor. İnanılmaz şey.

Demokratikleşme istemiyorum; demokrasiyi istiyorum.

Satyagraha kelimesi Batı’da genellikle “pasif direniş” olarak tercüme edilir. Gandhi bu şekilde tercüme edilmesine itiraz etmiştir. Gucerat dilinde bu kelime “doğrulukta sebat” anlamına gelir.

Hak edilmemiş bir mağlûbiyet yoktur. Barbarların akınları, yaşama ve kendisini koruyup kollama kabiliyetini kaybetmiş olan bir medeniyete indirilen son darbedir sadece.

Çok yaygın yeni bir sorun da, kadının yalnızlığı. Genç bir kadının parolası şu: “Anne olmak istiyorum, ama hanım olmak istemiyorum”. Gençlik geçtikten sonra bu dilek değişiyor.

Holocaust kelimesi köken olarak Kitab-ı Mukaddes’te yer alır. Yunanca “holos” (bütün, tüm) ve kaustos (yakmak) kelimelerinden türemiştir.

İsviçre’de mültecî olarak bulunan Lenin, bir gazetecinin “İsviçre’de devrimin yakında patlak verip vermeyeceği sorusuna şöyle cevap verdi: “3,5 milyon nüfusu ve 3,8 milyon banka hesabı (sahibi) bulunan bir ülkede devrim beklememeliyiz.”

İki katsayı (coefficient) yani kadınların istihdâmı ile doğurganlığı, birbirleriyle karşıt ilişki içindedirler. Maddî servetin -çelik, otomobil, roket- ne kadarı mutlu bir çocukluğa değer? Anneyle birlikte geçirilen mutlu bir çocukluğun fiyatı var mıdır; ve başka bir şeyle telâfî edilebilir mi?

Totaliter rejimler aptal, kabiliyetsiz ve korkak insanların bir tehdit teşkil etmediğini çabucak anlarlar ve dolayısıyla onları destekleyip teşvik ederler.

Silahı ve gücü olduğu zaman, aptallık o kadar aptalca görünmez; biz onu disiplin veya tehlike olarak görürüz. Gücünü kaybettiğinde ise, aptallık ne ise o -yani aptallık- olur.

İmparatorluğun sona ermesinin hemen öcesinde, tamamı süvâri idi Roma ordusunun. Dünyayı piyade olarak fethettiler, süvâri olarak kaybettiler.

Batı’nın en büyük hukukçusu olan Hugo Grotius (1583-1645), köleliği gayrıtabiî veya gayrımeşrû görmemekteydi. Ona göre, özgürlük devredilebilir ve feragat edilebilir bir maldı.

Duyduğuma göre, Amerika’da, televizyonda Çaykovski’nin bir piyano konçertosu arasına bile reklam giriyormuş.

Bir devletteki baskı miktarı, onun gerçek otoritesiyle ters orantılıdır.

Üniversitelerde ve yüksek eğitim müesseselerinde kadınlar daha fazla. Fakat karar verici mevkilerde durum böyle değil. Bunun sebeplerinden biri şu: Kadınlar, kadın adaylara değil erkeklere oy veriyorlar.

Batı Almanya’da yılda 50.000, ABD’de 250.000 tecavüz vakası kaydediliyor. Veriler, tecavüz sayısının, cinsî özgürlüğün bulunduğu ülkelerde muhâfazakâr denilen ülkelerden yüz kat daha yaygın olduğunu göstermekte.

İsviçre’nin şu sürekli tarafsızlık statüsü, İsviçre Konfederasyonu’nun kararına ve dönemin büyük güçlerince imzalanan uluslararası anlaşmaya binâen 1815 viyana Kongresi’nde belirlemiştir. (Avrupa Birliği’nin temelleri sayılan bu kongre, Alman Birliği’nin ve Alman Fransız çelişkisinin belgesidir aynı zamanda. 300’den fazla devletti Almanya; 34 devlet ve 4 özgür şehire indirgendi bu kongre ile. Almanya, Avusturya, Fransa ve İtalya’nın ortasında yer alan, Hitler’in bile giremediği, Avrupa’nın altın kasası ve Spielplatz’ı İsviçre ise 22 kantondan -şimdi 26,5- oluşan sürekli tarafsız ve bağımsız bir devlet olarak tanındı. Bu kongrenin bizce daha önemli yanı, Yunan isyanını tetikleyerek, Osmanlı’nın parçalanmasını başlatmasıdır. MS)

Bugünün kaynaklarının yıkıcı gücü sözkonusu olduğunda genellikle öldürücü kitle imha silâhları aklımıza gelir ve daha sofistike olanları unuturuz. Meselâ ananevî hayat tarzını düzenli bir şekilde yıkmayı sürdüren, suç ve şiddeti evlerimizin içine taşıyan ve çocuklarımızı yetiştiren televizyon...

BM Genel Konseyi’nin 1946’da nihâî olarak benimsediği tarife göre “soykırım”, millî, dinî veya ırkî bir sosyal grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan fiildir. Bu fiil doğrudan veya dolaylı olarak icrâ edilebilir; dolaylı olarak “bir grubun siyâsî, sosyal ve kültürel müesseselerinin ortadan kalkmasına yol açacak yaşam şartlarına maruz bırakılması” yoluyla da icrâ edilebilir.

(Aliya İzzet Begoviç, Zindandan Notlar, Klasik Yayınları, 3. Basım, 2006 İstanbul)
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.