23 Şubat 2009

Zindandan Notlar -I-

Hakiki bir aşk, sadece asil bir kâlbde yerleşmeyi seçer; bencil kâlbleri sevmez.

Cehennemin dokuzuncu ve en kötü katı; Dante, orayı hainlere ayırmış.

Bol bol bilgi toplamalarına mukâbil bakış açısı kazanamayan insanlar var; “bakış”, sadece fikirler/kavramlar (idealar) yoluyla elde edilir.

Bir çocuğa ilk olarak hangisi öğretilmeli; ay üzerine güzel bir şiir mi, ay hakkında astronomik bilgi mi?

Bir roman veya epik şiir şeklinde yazılacak tarih çok kötü bir tarih olurdu; ama aynı zamanda roman ve şiir olmaksızın, bir çağ hakkında tam bir bilgi edinmemiz mümkün olmazdı. Balzac’ın romanları olmaksızın, on citlik bir Fransa tarihi dahî Fransız toplumunun hayatına dair vazıh bir resim sunamaz.

Ruhtan kaynaklanmayan bir kanuna göre yapılan hareketler kolaylıkla nefret ettirici olabilir.

İnsanlık sevgisi! Nedir bu? Bir insan, insanlığı nasıl sever? Sevgi, ya bir insana yönelik olarak vardır veya hiç yoktur. İnsan, insanı sevmeli. “İnsanlık sevgisi”, insan sevgisinin yokluğunda ileri sürülen bir mâzerettir.

İnşâ edebilmek için yıkımın olması gerekir. Sadece öfke yıkabilir; sevgi yıkamaz. Öfkenin, hayatın zorunlu ve faydalı bir parçası olmasının sebebi budur.

Bu tek büyük meşakkât, beni, her gün tedrîcen ve parçalar hâlinde, hem de sistematik olarak tüketecek yüzlerce küçük meşakkâtten kurtardı.

Ham adam, başkalarını küçümser, ama gizlice onların düşüncelerini alır, dolayısı ile küçümsediği insanların düşüncesine önem verir. Genellikle diktatörlerde ve zalim tabiatlılarda görürüz bunu.

Okurken, bir karakteri (veya bir manzarayı) yeniden inşâ ederiz; oysa film seyrederken görüntü ekrandadır. Dolayısı ile okumalıyız, çünkü film kitabın yerini tutmaz.

Feminist hareketin argümanlarından biri, kadının günümüze dek kendisini anne olarak ifade ettiği, şimdi ise kendisini bir şahsiyet olarak ifade etme zamanının geldiği şeklindedir. Onların muhâkemesine göre, anne ve şahsiyet zıt terimlerdir. Birilerinin bunu bana açıklamasını isterdim. Şahsiyetin annelikten daha şahsiyetli ve daha zengin bir şey olmadığını, anneliğin muhteşem bir şahsiyet olduğunu düşünmüşümdür hep.

Pişmanlık eğer samimî ise, en üst seviyede ahlâkî bir kategoridir. Sözde günahsız insanlara karşı daima bir antipatim olmuştur; böyle olabilmek için büyük istek duymama rağmen, kendimi bu güvensizlikten asla kurtaramadım.

“Daha iyi bir hayat”, kendisi için çabalanabilecek fakat uğrunda ölünmeyecek bir şeydir. Hayatı feda etmek irrasyonel (gayrıaklî) bir harekettir; böyle bir şey ancak duygulara dayalı olarak yapılabilir, akla dayalı olarak değil.

Terbiye sadece bir güzel ahlâk meselesi değildir, aynı zamanda bir zevk-i selîm meselesidir.

Akıllı adam nasıl konuşulacağını bilir; hikmetli adam ise nasıl susulacağını da bilir.

Izdırabın terkibi asildir; asil bir maddeden yapılmıştır.

Plânsız bir malzeme yığını, sadece bir yığındır. Birçok bilgili insan, sadece bir fikirle canlandırılabilecek hakikî bir bilgiye sahip olmaksızın yaşamış ve ölmüşlerdir.

Bana görüşlerini sunan birine şunu söylemek isterdim: Senin fikirlerine, kanaatlerine, dünya görüşüne ilgim yok. Beni ilgilendiren tek şey ve önemi olan tek şey, senin nasıl biri olduğundur. İyi bir insan mısın?

“Düşünmek” fiilini ifade eden Japon resim yazısı “üzgün olmak” anlamına gelir. Bir tesadüf mü yoksa gizli bir mantık mı?

Niçin daima ahlâkîliği takdir ederiz de, ahlâk konuşmalarını küçümseriz. Çünkü ahlâkîlik bir harekettir, ahlâk konuşmaları ise bir sözdür. Ahlâkîlik kendinize yönelik bir talebtir; ahlâk konuşmaları ise başkalarına yönelik bir talep... Ahlâkîlik daima ahlâkî olmasına karşıni ahlâk konuşmalarının çoğu kere riyakâr, dolayısı ile gayrıahlâkî oluşunun sebebi budur.

Ahlâkîlik gerçek ise, daima fedâkârlık ve ızdırapla bağlantılıdır. Aksi hâlde mahzâ aptallık ve riyâkârlıktır.

Bizi insan kılan tüm vicdanî emirler, özü itibariyle irrasyoneldir.

Birkaç gün önce hapihâne sinemasında izlediğim bir filmin sonunda, filmin kahramanı yeni bir suç işlemeyi, para toplamayı ve kuryelik yapmayı reddediyor ve asılıyor. Seyircilerin çoğunluğu suçlulardan oluşuyordu; onlar dahî, ihaneti reddettiği için kahramanı alkışladılar. Oysa bu red, kahraman için ölüm anlamına geliyordu. Seyircilerin hepsi, ölümü, kahramanın zaferi olarak gördü. Eğer kahraman yumuşasa ve yaşamayı seçseydi, kâlpleri buruk bir şekilde ayrılacaklardı. Yine kâlplerimiz buruk ayrıldık, ama farklı bir burukluktu bu; bizim isteyip de yapamadığımız bir şeyi (bir filmde de olsa) yapabilen birini görmenin gururunu içeren bir burukluktu. Eğer bu “ mağlubun zaferi” hakkında düşünür ve ondan doğru neticeyi çıkarırsak (ki netice paradokstur), belki insan hayatının en derin muammâsını, varlık muammâsını çözmüş oluruz.

Hristiyanlıkta, insanın tanrıya yükselişinde, Kur’an’ın çok açık şekilde reddettiği beşerî bir kibir bulunmaktadır. Beşerî gurur?! Kulluk olmayınca, tahmin edilemez ve müsamaha gösterilemez bir kibir ve gösterişe dönüşür bu.

İnsan aklı, mûcizelere inanmaya isyan eder. Öte yandan, her gün tüm mûcizelerin en büyüğüne bakmaya mahkûmdur. Âlem bir mûcizedir; biz alışkanlık kesbetmişiz.

İspata ihtiyaç duymayan bir inanca sonsuz saygım var. Ama inanç, yine de delillere atıfta bulunuyorsa, o zaman bu delillerin muhkem olması gerekir. Aksi hâlde, zayıf argümanlara karşı son derece tenkitle yaklaşırım, hatta hakir görürüm onları.

Tohum, bu bitkinin amacı ve varlığı. Onda tam bir yeni bitki potansiyeli var. Bu ufacık tohumla mukayese edildiğinde, insanları aya götüren mekik kaba ve vahşî bir alettir.

Allah yoksa, insan (kul) da yoktur. İnsan yoksa, mes’ûliyet de yoktur. Mes’ûliyet yoksa, suç da yoktur. Öyleyse, Allah yoksa suç yoktur. Allah yoksa, her şey mubahtır.

Bazıları, dinî bağlılıklarının kendilerini tefekkürden âzâde kıldığına inanırlar.

En karmaşık türden dahî olsa, hayat mekanik değildir. Hayat dramdır, trajedidir, komedidir, saçmalıktır, masaldır veya mittir. Hayat, bunların hepsidir; çünkü Allah var. Allah olmasa, hayat mekaniğe dönerdi, hayat olmayan olurdu.

Bir keresinde, dinin merkezî mefhumu olarak fedâkârlığın mahiyetinden bahsetmiştim. Bu irrasyoneldir, bazen anlamsızdır; fakat yine de, insanın kendini tasdik etmesinin tek yoludur. Eşit derecede irrasyonel, ulaşılamaz ve ilmî bakımdan ma’dûm olan ruha dokunup hissetmemizin başka yolu yoktur. Bir süre önce ölmüş Rus film yönetmeni Andrei Tarkovsky’nin “Fedâkârlık” adlı filmiyle ilgili yazılarını okumuştum. Sanırım onun da zihninde aynı düşünce vardı ve aynı ikilemle ilgileniyordu. Tarkovsky şöyle yazmıştı: “Bu fikirlerin özellikle kabul edilebilir olmadığını biliyorum, çünkü hiç kimsenin kendisini fedâ etme iradesi/isteği yoktur. Fakat eğer insan ruhî kurtuluş istiyorsa, bunun başka yolu yoktur. (...) Kanaatimce, bu hissi tanımayanlar insan olmamışlardır. Onlar, toplum ve hükümetin elindeki nesneler haline gelmişlerdir. (...) Fedâkârlık fiilinin maddî seviyede saçma yansıması olabilir, ama ruhânî seviyede gerçekten muhteşemdir; çünkü yeniden oluşuma yol açar.”

Ölen/kaybeden bir kahraman için duyduğumuz hayranlık ve sempati, aklî bir bakış açısından tamamen anlamsızdır. Fakat farkında olalım ya da olmayalım, bunlar derin bir şekilde dinîdir. Çünkü bu tür bir tecrübede -yalnızca bu tür bir tecrübede- ölüm ve kaybın tamamen farklı anlamları vardır. Trajedi, dinî bir meseldir.

Fedâkarlık, dinin merkezî mefhumudur; tıpkı gücün fiziğin merkezî mefhumu oluşu gibi. Fedâkârlık olmaksızın, insanın hayatı gerçekten insanî olmazdı. Fedâkârlık mefhumu, çok sayıda reddi; gerçekte hesap ve çıkar dünyasının radikal bir şekilde reddini içerir. Bu tür bir dünyanın reddi olmaksızın da din olmaz.

Tüm hayatımız boyunca, savunulamaz olan, dâimî ve kaçınılmaz bir çürümeye mahkum olan şeyleri korumaya çalışırız; hayat, sağlık, mal... Baştan kaybedilmiş olan bu beyhûde mücadele içinde, eğer sadece kendileri için savaşmış olsak kazanabileceğimiz ya da muhafaza edebileceğimiz hakiki değerleri unuturuz.

İnsan hayatında değerli olan her şey, insanın tüm iyi hisleri, imrendiğimiz ya da iftihar ettiğimiz tüm başarıları gayrıaklîdir (irrasyoneldir). Aklî (rasyonel) olan, sadece insanın bencilliği ve çıkarıdır.

İnsan ruhu sonsuzluk, kemâl, iyilik, barış ve Allah’ı şiddetle arzular. Bu arzu, hafıza değil midir? O, geçici olarak kaybedilmiş bir dünyanın hâtırâsını açığa çıkarmıyor mu?

İnançtan daha derin veya daha yüce hiçbir şey yoktur. Bazı inananlardan daha donuk veya daha sıkıcı bir şey de yoktur.

İnsanlar dâimâ birşeyler kutluyor, ayin yapıyorlar. Kutlama yapmaksızın duramazlar. Allah’a ibadet etmezlerse, O’nun eserine ibadet ederler. Yaratıcı’ya secde etmezlerse, yaratılmışa secde ederler. Tüm fark budur, ama esaslıdır.

Hristiyan (Ortaçağ) skolastiği metodu itibariyle tamamen akılcıdır; mantıkî muhâkeme yoluyla Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışmıştır. Kanaatimce, böyle yapmakla Avrupa ateizmine giden yolu açmıştır.

Güney Amerika ağırlıklı olarak Katolik, Kuzey Amerika ise ağırlıklı olarak Protestan’dır. Avrupa’da da benzer bir bölünme görürüz. Protestanlık, Hristiyanlığın Katolik biçiminden daha güçlü bir saiktir tarihte.

Milletler tarihe ahlâken zengini maddeten fakir olarak girerler. Tarihten çıktıklarında ise vaziyet genellikle bunun tam tersidir. Hemen tüm önemli halkların tarihlerinde bu tesbit doğrulanmıştır.

Ahlâkîlik, hayatın neticesi değil kendisidir; veye başlamak üzere olan hayatın kaynaklarından biridir. Neticesinde ortaya çıkan ahlâksızlık ve sefahat ise ideallerin boşa gitmiş ve kaybedilmiş oluşunun ifadesidir sadece. Sefahat, gücün değil zaafın işaretidir. Başka bir müsbet devrim imkânsızlaştığında, cinsî devrimin sırası gelmiştir.

Bir dünya, büyük siyaset kabiliyetini yitirdiğinde diplomatik kılı kırk yarmalar (Hegel’in ifadesiyle “diplomatik devlet”) başlar.

Sürü, idealsiz ve şekilsiz bir insan kalabalığıdır; her biri kendisi için yaşayan ve daha yüksek ve daha içtimâî bir şuur taşımaksızın, hatta bir isim bile taşımaksızın sadece kendi çıkarları ve arzuları olan bir fertler topluluğudur. Halkın idealleri vardır, sürünün ise sadece arzuları...

İki dünya savaşı arasındaki bazı yayınları okursanız, -o zamanlar her hadise için sözde sosyolojik izahlar bulunması modaydı- meselâ tecavüz suçundaki yükselmenin cinsî istekleri bastırma ve muhâfazakâr ahlâk gibi faktörlerin neticesi olduğu şeklinde bir iddia ile karşılaşırsınız. Tecavüz suçunun ABD’de ve Batı ülkelerinde özellikle de şu sözde cinsî devrimden sonra yayılarak artması, sözkonusu sosyolojik izahın doğru olmadığını gösterir.

Kadının ev dışında istihdâmı ve üretime katılması yönündeki ısrarlı baskının psikolojik bir şekli de vardır. Bu, doğum yapmak, çocuk yetiştirmek ve aileye bakmak yoluyla kadının evde ürettiği iktisâdî değerlerin tanınmamasından oluşur. Günde 10-12 saatini eve ayırn bu işçi, bu ev hanımı, istatistiklerimiz tarafından işsiz olarak sunulur ve “çalışmayan unsur” başlığı altında tasnif edilir. Hepimiz, bir kadının ne kadar meşgûl olduğunu bilir, ama aynı zamanda görmezden geliriz. Kadının çalışmasının bu şekilde gözardı edilişi, evi terkedip ailesine sırtını dönmesi için ona yapılan baskının bir başka ve bu kez ahlâkî(!) bir şeklidir. İslâm kültürü diğer yöne gitmek zorundadır. Bunun başlangıcı da annenin, ev hanımının (annelik ve ev hanımlığı) işinin tanınması olacaktır.

Dünyadaki en son gelişmelerin mâhiyeti konusunda birtakım emâreler bulunmaktadır: 1) İskandinav ülkelerinde feminizm ve pornografi karşıtı bir hareket, 2) ABD’de alkolsüz disko klüpleri; iş ve disiplini gururla kabullenen yeni nesil, 3) Gençlikte dine yeni bir ilginin uyanması, 4) Hem Batı’da hem de Doğu’da komünist partilerin etkisinin hızla azalması, 5) Darwinciliğin ve özellikle Freudculuğun tenkide tâbi tutulması, 6) Alkolikliğe karşı hukukî önlemler alınması...

Norveç’te, “Pornografi ve Fuhuşa Karşı Hareket Grubu” 1981’de kuruldu. Bu hareketin ideologları, “Pornografi, atom bombasından sonra insanlığa yönelik en büyük tehlikedir.” İddiasında bulunmaktadırlar.

Ahd-i Cedid’deki bazı cümleler anti-semitiktir.

(Aliya İzzet Begoviç, Zindandan Notlar, Klasik Yayınları, 3. Basım, 2006 İstanbul)
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.