27 Mayıs 2009

"Ölçüler"le Başbaşa

TAKDİM

Cibril Hadisi’nin tefsirini, “Özleşme Yolu”nda okumalı...
Din, Cibril Hadisi’ndeki üç kavramda toplu: İman, İslâm, İhsan!
Ve illâ edeb, illâ edeb, illâ edeb...
İmanın lâzımı veya semeresi veya menşei: Tefekkür...
İmandan tefekküre veya tefekkürden İman’a doğru bir yol(culuk); “ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk”...
Tefekkürsüz iman, öksüz; en âlâsı: Kocakarı imanı...
İmansız tefekkür, köksüz; en âlâsı: Felâsife-i abesiyyûn...
İslâm’ın lâzımı veya semeresi veya menşei: Devlet (=Şeriat'in en geniş ve en ileri tatbik siyaseti)...
İslâm’dan devlete veya devletten İslâm’a bir yol(culuk); “ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk”...
Devletsiz İslâm öksüz; en âlâsı: Fedâ-i nefs...
İslâmsız devlet, köksüz; en âlâsı: Organize zulüm...
İhsanın lâzımı veya semeresi veya menşei: Cihad...
İhsandan cihada veya cihaddan ihsana doğru bir yol(culuk); “ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk”...
Cihadsız ihsan, öksüz; en âlâsı: Buğz-u kâlbî...
İhsansız cihad, köksüz; en âlâsı: Kaba güç gösterisi...
Ve illâ edeb, illâ edeb, illâ edeb!!!
- Allâme Şeyh İsmail (Çetin) bin Mahfuz Hazretleri, Türkçe ve Arabca olarak kaleme aldığı 50 küsur eser sahibi bir allâme ve kâmil bir mürşid olduğu hâlde, çoğumuz ismini bile duymamışız; nasıl izah edilebilir? “Büyükler”den bazısına mahsus büyük bir keramet mi? İslâm’ın iç ve dış düşmanlarınca ademe mahkûmiyet mi?
- Bizim için, muhakkak büyük bir mahrûmiyet ve mahcûbiyet...
Allâme Şeyh İsmail (Çetin) bin Mahfuz Hazretleri’nin affına sığınarak, haddimin fevkinde bir cüretle, “Ölçüler” isimli eseri ile gerçekleştirdiğim aşağıdaki “röportaj” denemesinde, bendenize ait sorulardaki kifâyetsizlik ile soru-cevab mutabakatı ve tertib hatalarımı bir nebze telâfi etmek için, cevabların kitabdaki sayfa numaralarını verdim.
Aşağıdaki “Eserle Röportaj”ı okumaya başlamadan önce, “Müessir” ile müşerref olan bir bahtiyarın röportajından:
-Hocam, izninizle son olarak tavsiye edebileceğiniz eserlerin ismini almak istiyorum.”
-Kelam ve Sıfat ilminde; Bediüzzaman çok ileridir. Ehl-i sünnet akaidini öğrenmekte onu ve Ömer Nasuhi Efendi’nin Muvazzah İlm-i Kelam’ını tavsiye ederim.
İlmihâlde; Nimet-ül İslam (Sağlam Yayınevi baskısı).
Tefsirde; Vehbi Efendi’nin Hülasat-ül Beyan tefsiri.
Hadiste; Ahmed Davudoğlu’nun Müslim şerhi güzeldir. Haydar Hatipoğlu’nun İbn-i Mâce şerhini de severim.
Tarihte; Ahmed Rasim’in Tarih-i Umumi’si ve Cevdet Paşa’nın tarihi olabilir.
Siyer; Mevlana Şiblî ve talebelerinin hazırladığı, Eşref Edib’in Ahmed Genceli’ye tercüme ettirdiği Asr-ı Saadet güzeldir (Şamil Neşriyat).
Fikirde; Necip Fazıl mihenk taşıdır.
Aşağıdaki röportajı okuyanlar, Allâme Şeyh İsmail (Çetin) bin Mahfuz Hazretleri’nin Ölçüler ve diğer eserlerini ve tavsiye buyurduğu eserleri okuma ihtiyacı duyarlarsa, günahlarıma kefâret olur inşaallah...

Mustafa Saka
26 Mayıs 2009



“ÖLÇÜLER”LE BAŞBAŞA

Fakih kimdir, Efendim?

Fakih, halkı Allah’ın rahmetinden ümidsiz etmeyen, azabından emin kılmayan, Kur’ân’ın tilâvet ve ahkâmının icra edilmesi için çalışandır. (s.555)

Efendim, İslâm’ı kolaylaştırmak ve sevdirmek bahanesi ile, halkı Allah’ın azabından emin kılmaya çalışanlara ne buyurursunuz?

Kolaylık göstermek, bir haramı helâl etmek demek değildir. Hadis-i Şerif’teki “Kolaylaştırın; zorlaştırmayın!” emr-i şerîfi “helâli haram, haramı helâl edin” demek değildir; “şer’î imkânları kullanın” demektir. (s.17)

Yani “çalışmak, çoluk çocuğunun rızkını kazanmak da bir ibadettir” diyerek, rızık için çalışma esnasında vakti gelip geçmekte olan bir namazı terketmek olmaz mı Efendim?

İktisadda, mal toplamaktan önce, mal toplamadaki gayenin bilinmesi esas kılınmıştır. Mal toplamakta gaye, gayrın faydalanması için çalışmaktır. Meselâ cebheye koşan bir mücahid, müslüman kardeşlerinin yaşaması için âdeta ruhunu feda ettiği ve bu fedakârlığı gaye edindiği gibi, mal peşinde koşan mücahid(in de) gayesi, gayrının faydalanmasıdır. Bu itibarla çalışmak, helâl kazanmak da cihadın bir kısmı sayılmıştır.
Önceki mü’minlerde, “Ben savaşayım, sen yaşa. Ben çalışayım, sen ye.” fikri hâkim idi. Mal toplamada yarışmak mü’minlere de bulaştı; hâkimiyetlerini devirdi, bu hâle getirdi. (s.691-692)
“Ailene namazı emret. Kendin de ona sabırla devam et. Biz senden rızık istemiyoruz; biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.” (Tâhâ Sûresi, 132.) Ayet-i kerîme, rızk için namazın terkedilmesini yasaklamaktadır. Binâenaleyh, maaştan veyahud herhangi bir sebebden dolayı farz namazların terk edilmesinde aslâ ruhsat yoktur. Çünkü, namaz rızkı artırır. Namazın terk edilmesi bereketi giderir. (s.27)


Efendim, Avrupa’da din, iman, ibadet ve tabiî namaz olmadığı hâlde rızkın bol olması nasıl oluyor?

İktisaddan bahseden gerek kapitalist ve gerek sosyalistlerden birisi, dünya menfaatini ele geçirmek için sûreten melek, gizlide şeytan, hırsız gibi çalışır. Bu yüzden ne huzuru var, ne arkadaşı var... Ölürse belediye onu kaldırır. Düşüp bayılırsa belâsıyla başbaşa kalır. Serveti elinden geçerse rezîl u rüsva olur. Bulduğu vakit sevinir, oynar; kaybettiği vakit de rezîl u rüsva olur, belâsıyla başbaşa kalır. İşte bu yüzden, yani samimiyetsizlikten ve bu avcılık yüzünden Avrupa’da dünya debdebesinin her nimeti var, huzur yoktur; çünkü inanç yoktur. Bolluk var, bereket yoktur; çünkü samimi dostluk yoktur. Her biri birer avcı... (s.688)

Avrupaî “Sosyal Devlet” ve “Sigorta Sistemi” de, insanın fıtratında var olan yardımlaşma hasletini öldüren bir “avcı” mı oluyor, Efendim?

Müslümanları sigorta alış verişine mecbur etmek zulüm olduğu gibi, müslümanların sigortaya bağlanmaları şer’an bâtıldır. Sigorta akdi hayatı kurtarmak değil, çalışan fakir fukaranın ücretlerini ellerinden gasbetmektir. Çünkü adamın sigortaya ödediği ve sigortadan alacağı mikdar belirsiz olduğundan, bir nev’î kumardır. Yardımlaşmayı bırakıp, gayrı müslimlerin sigorta ve Bağkur adı altındaki kumarını müslümanlara icbar etmekte hiçbir mânâ yoktur. (s. 241)

İslâmî bir devletde, zenginler zekatları, vakıfları ve sadakaları ile fakirleri finanse eder, devlet karışmaz ve yükümlü de olmaz mı, Efendim?

Devletin zekat ve vakfa müdahalesi, şebeke hâlinde çalışan yahud müstehakların haklarını gasbeden kimselerin elinin kesilmesi içindir. Zenginlerin zekatı muhtac, fakir, miskinleri geçindirmeye kâfi gelirse, devletin bunlara vereceği maaş yükümlülüğü ortadan kalkmış olur. Hayır, zekatları kâfi gelmezse, kifayet mikdarınca, devletin, zekatın dışında zenginlerden alıp bunlara vermesi caiz olur. Binâenaleyh, Avrupa’da zekat vermek, gayra merhamet etmek olmadığından, muattal kalan, ma’lûl olanlar devlete yük oluyor. (s.713)


Efendim, meselâ Türkiye’de “Zekât, devlet hakkıdır. Devletin aldığı vergi zekât olur. Ayrıca zekâtın verilmesine ne lüzum var ki?” diyenler bulunuyor?

Şüphesiz gerek müstreşriklerin ve gerekse onların bataklarına düşmüş zavallıların İslâm dininden habersizlikleri açık meydanda. Devletin araya girmesi, zekât devletin hakkı olduğu için değil, fakirlerin eziklikten kurtulmaları ve şereflerini korumaları, bir de kibirlilik taslayıp zekât vermekten imtina eden zenginlerin ellerinden bu hakkı almak içindir. (s.291-292)

Bu vazifeyi deruhte edecek bir devletten yoksun olduğumuz günümüzde, devlete ait, zekatları toplama ve sahiblerine dağıtma vazifesini vakıfların yapması, yani zekat mükellefinin zekatını sahibine vermek yerine vakıflara vermesi veya zekat paraları ile vakıflar kurulması uygun mudur, Efendim?

Şu anda Türkiyemiz’de vakıfçılar, dernekçiler “fî sebîlillah” demek bahânesiyle, zekâta müstehak olanların haklarını ellerinden gasbetmektedirler. Bu haramdır, zulümdür. Bu sûretle zenginin zekâtı sâkıt olmadığı gibi, bunların da zekât parasıyla arabalarında yaktıkları, matbaalarında bastıkları meşrû değildir, haramdır, gasbdır. (s.184)

Efendim, anlayabileceğimiz kadar izah edebilir misiniz bu bahsi?

(Et-Tevbe sûresi 41.) ayet-i kerîmedeki “fî sebîlillah” ile, yine Et-Tevbe sûresinin 60. ayetindeki “fî sebîlillah” arasında fark görmeyen basîretsizler: “Mücahide zekât verildiği gibi, cihada da verilir, vakfa da verilir. Çünkü bunlar, hepsi kurbettir.” diyorlar. Aslında bu fetvayı veren, Şâfiî ulemâsından Kaffâlî’dir. Fakat dört mezheb ulemâsı, Kaffâlî’yi, “İki fî sebîlillah arasında fark etmemiştir.” demekle reddetmişlerdir. Son son, Mısır ulemâsından bazı reformcular, Kaffâlî’nin bu merdud sözüne dayanarak “Mücahide zekât verildiği gibi, cihad yolunda da zekât verilir.” dediler. Maatteessüf bizim Türk ulemâsından bunların çılgınlığına saplananlar da bu fetvâyı verdiler. (s.184)
Kaffâlî’nin, tefsirini yazdığı zamanda Mu’tezilî olmasında şüphe yoktur. Muhammed Abduh, bundan reform yaparak, “Zekât hayrâta da verilir.” demiştir. Kesinlikle bu hüküm dört mezhebe de muhâliftir. Nitekim Zâhid Kevserî de Makâlât’ında, bu hususda bir reddiye yazmıştır. Vakıflara verilen zekatın yersiz olduğu ve icmâ-i ümmete muhalif olduğu açıktır. (s.406-407)
İmam Şa’rânî, el-Mîzânu-ul-Kübrâ adlı eserinde: “Dört imam, zekatın mescidin binası gibi kuruluşlara caiz olmadığında ittifak ettiler.” Şeyh Abdurrahman ed-Dimeşkî de, Rahmet-ul-Eimme adlı eserinde: “Dört imam, zekatın kuruluşlara verilemeyeceği üzerine ittifak ettiler.” demişlerdir. (s.183)

Filanca camide mevlid ve Kur’ân-ı Kerîm okunmasına tahsis edilen vakıflar da bâtıl mıdır, Efendim?

Bâtıldır. Fakat şu medresede öğrenen ve öğretenlere vakfetmek sahihtir; ister bu öğretilen Kur’ân-ı Kerîm olsun, ister fıkıh ilmi olsun, ezan, imâmet gibi şahsî ücretlere tahsisi olsun, bu kabilden vakıflar, müteahhir ulemâya göre sahihtir. Hatim indirmeye mukabil alınan ücret veya tahsis edilen vakıf batıl; öğrenmek ve öğretmek üzerine ücret ve vakıf sahihtir. Ehl-i Sünnet velCemaat’in ittifakıyla, kişi okuduğu Kur’ân’ın sevabını, kıldığı namazın sevabını gayrına verebilir, ancak mukabilinde ücret alamaz. (s.740-741)

Efendim, ailem ve müslüman aileler adına sizden bir nasihat istirham etsem, ne buyurursunuz?

Her bir aile güçleri nisbetinde, helâl ve haramı beyan eden, ilmihali talim eden, ahlâk ve siyeri izah eden kitabları bulundurup okumalıdırlar. Bununla evlerini ilmî olarak tanzim ederler, ırz ve namuslarını korurlar. Ve bununla Allah Teâlâ’nın dünyadaki nimetlerine, ahiretteki cennetine kavuşurlar. Hasbelbeşer hangisi yolunu şaşırdıysa, öbürünün öfkesine hakim olup hemen kitabla ikaz etmesi gerekir. (s.159) Dertlerini kendi aralarında kitabla halledemezlerse, salih fıkıh bilginlerinden birini hakem olarak tayin ederler. Aile tanzimi için bu, elzem bir vazifedir. (s.160)

İlmihâllerden hangisini tavsiye edersiniz Efendim?

Nimet-ul İslâm, İlmihâllerin tâcıdır. (s.326)

Muska takmak şirk midir, Efendim?

Bazı serseri insanlar musha takmayı mutlak şirk saymıştır; bu doğru değildir. Şartıyla yazılan ve takılan mushada zarar yoktur; bu da bir nev’î tıbdır. Ehli tarafından yazılırsa beis yoktur.
Mutfaklara yahud da tarlalara yahud eve, nazarı celbedebilecek süslü şeyleri yahud levhayı asmak mekruh değildir. Havâricîler bunu şirk saymışlardır. Şirk değildir.
Hâsılı, Ehli Sünnet velCemaat’in ittifakıyla, tesiri fâil-i hakîkî olan Allah Teâlâ’ya isnad şartıyla zevatlarla tevessül, dualarla tevessül, salih amellerle tevessül, vefat etmiş salih insanların ruhlarıyla, özellikle Fahr-i Âlem Sallâllâhu Aleyhi Ve Sellem üzerine salâvât getirerek rûh-u şerîfiyle tevessül mendub ve caizdir. (s.84)

Efendim, top oynamanın hükmü nedir?

İbnu Âbidin, “Hazır ve İbaha” bahsinde, topla oynamanın caiz olduğuna fetva vermiştir. “Bazı ehli ilim, topla oynamayı haram kılmışlardır.” diye de nakletmektedir. Yani mesele ihtilâflıdır. Şayet bu gibi oyunlar kumar sûretinde olursa yahud ibadetin yani farz namazların fevt olmasına sirayet ederse ittifaken haram olur. (s.82)

“Namazın kazası olur, ama futbolun kazası olmaz.” diyen sözde hocaların halkımızı ifsad ettiği namaz bahsinde hüküm nedir, Efendim; bînamazın hükmü nedir?

Hanefî mezhebine göre, namaz kılmayan bir kimse namaz kılıncaya kadar hapsedilir ve kendisine kırbaç vurulur. Diğer mezheblerde ise, namazın terki üzere ısrar eden öldürülür. (s.359)
Cumhur, beynamazın küfrüne hükmetmediler. Amma ittifakla, beynamazın imanına da şahidlik yoktur. Hâsılı, namazı kılana güven var, kılmayana güven yoktur. (s.314)

Sonra kaza ederim diye namazı terketmek veya sonra tevbe ederim diye günah işlemek olur mu, Efendim?

Kişi, mü’min olduğu hâlde günah işleyebilir, fakat günahı işlemesi anında imanının eseri kendisinden ayrılır. Sonra tevbe ederse, imanının eseri kendisine döner. Tevbeyi tehir ettiği nisbette, imanının nuru kendisinden uzaklaşır; ve imanının kendisi ise zayıflar; gıdadan mahrum kimsenin zayıflaması gibi. Bunun için ulemâmız: “En ufak bir günahtan dahî, küfre giden bir yol vardır.” dediler. (s.526)

Günah, sadece günah olan fiili işleyerek mi olur, Efendim; veya fuhuş, sadece fahişelikten ibaret midir?

Her ne kadar örfen fuhuş, sadece fiilî zina mânâsında kullanılıyorsa da, şer’an böyle değil; peygamberlerin yasaklamış oldukları şeyleri yapmak, yani haram işlemek yahud işlediğini söylemek yahud işleyeceğinin propagandasını yapmak yahud işlemediği ve işlemeyeceği hâlde teşhir etmek, sözle olsun fiille olsun fuhuş sayılmaktadır. (s.529)

Efendim, işaret ettiğiniz anlamı ile fahişe, yani günah işlemekte ısrar eden yakınlarımızı sevmemizde ölçü nedir?

Ma’siyeti işleyeni sevmek, ma’siyeti sevmek gibidir; haramdır. Meselâ zina gibi büyük günahı işleyen oğlunu veyahud babasını sevenin, sevgisi nisbetinde, Allah Teâlâ’nın sevgisi kâlbinde azalır. Öyleyse emin değildir; haindir. Hıyânet ise haramdır. İsrailoğulları da, ma’rufu terk etmeyi, münkerleri işleyenlerle düşüp kalkmayı âdet edindiler. Onların bu âdeti, hem dünyada hem ahirette evlerini yıkmıştır. Nebîlerin dilleri üzere lânetlendiler. Evet, müslüman olduğu hâlde fiîlen onlar gibi davrananların da iki cihanda evleri yıkılır. (s.65)


İki cihanda evlerinin yıkılmasından korkarak marufu emr ve münkeri nehyetmeye çalışanlara, Efendim, en hafif ifade ile mutaassıb diyorlar!..

Zemmedilmiş taassub, şer’î izin olmadığı yerlerde reisini, liderini tutmak, belli belirsiz iddialarda bulunmak, bâtıl da olsa fikir ve görüşlerini doğru görmek, yahud böylelerin fikirlerini kabul etmektir. Yahud meşrebinden olmadığı için sözünü reddetmesi; yahud meşrebinden olduğu için sözünü kabul etmesi ümmete hıyanettir, haramdır.
Makbûl olan taassuba, salâbet-i dîniyye denilir. Yani dinde kuvvetli olmak, taviz vermemek, kesin itikad üzerinde bulunmak, hak ve gerçek üzere sebat etmek, sarsılmamak ve titizlikle davranmak demektir. (s.69)

Marufu emr ve münkeri nehyetmenin sınırları nelerdir, Efendim?

Zannı galible, nasihat ettiği takdirde kendisine iftira edileceğini, sövüleceğini biliyorsa, hatta dövüleceğini biliyorsa, bakılır: Eğer daha büyük bir fitneye sirayet etme varsa, susması; yoksa nasihat etmesi efdaldir. Meselâ kendisinden nasihat talep edilmeyeceğini, nasihatten dolayı dövüleceğini, hapse atılacağını bildiği takdirde, Allah Teâlâ’dan başka kimseye şikâyette bulunmayacağına inanıyorsa, bu takdirde nasihat etmesi efdaldir. Aksi takdirde sükût... Yani bu sûrette şehidliği tercih etmek şartıyla tebliğ ve nasihat caiz olur. (s.106)


Efendim, müslüman bir kadının - kızın mutlaka koruması gereken tesettür ve iffet ölçüleri nelerdir?

Müslime bir kadının, her hususta erkekten sakınması farz olduğu gibi, kâfire kadından ve hatta fâcire müslime yani açık saçık bir kadından dahî sakınması farz; yüz ve elinin dışında göstermesi haram olur. (s.167)


Müzik dinlemekte ölçü nedir, Efendim; meselâ tasavvuf müziği de dinleyemez miyiz?

Herhâlde bizim zamanımızdaki şuur, tasavvufî müziklere müsaid değildir. (s.114) Dört mezhebin açık hükmüne göre, husûsen içinde kadın bulunsa, her cihetle teganni ve çalgı aletlerini dinlemek haramdır. (s.112)


Efendim, namazların akabinde, bilhassa Cuma namazlarından sonra cemaatin sıra ile tokalaşması câiz midir?

Namazlardan sonra, karşılaşma olmaksızın musafaha bid’at ve mekruhtur. Selâmlamada eğilmek de mekruhtur. Camilerde bayram namazından ve cumadan sonra âdet olagelen musafaha ve kucaklaşmalar bid’at ve mekruhtur. (s.188)


Avrupa’da helâl et bulmak, şoklayarak kestiklerinden ve kimin kestiği bilinmediğinden cidden büyük problem. Türkiye’de nasıl davranalım, Efendim; kasabdan, marketten et alıp gönül rahatlığı ile yiyebilir miyiz yurdumuzda?

Yurdumuzda İslâm dinini, farzlarını, vaciblerini bilmeyen ve hatta Şeriat’i reddeden birçok kasapların boğazladıkları hayvan haramdır. Maateessüf, büyük şehirlerimizde et yemek tehlikelidir. Çünkü “Âmentü”yü bilmeyenin, annesi babası müslüman olsa dahî, nikahı sahih olmadığı gibi, boğazladığı hayvanın eti de helâl olmaz. (s.77)


Faiz ile Riba farklı şeyler midir, Efendim; farklı şeyler ise, riba haram, faiz helâl midir?

Muasır bazı serseriler, faizin ribâdan ayrı olduğunu iddia ederler. Onların bu iddiaları bâtıldır. (s.248)


Faizin umumlaşmasından dolayı, “beşerî ihtiyacdır” yahud “umumî ibtilâ vardır” yahud “artık faizden sakınmak imkânsızdır, dolayısıyla faize çözüm getirmek gerekir” yahud “devletler icbar ediyor” gibi görüşlerin mâhiyeti nedir, Efendim?

İstihlâl-i ma’siyetten başka hiçbir şey değildir. İstihlâl-i ma’siyet olduğu gibi, aynı zamanda İslâm’ı ortadan kaldırmak arzusundan başka bir şeyle ifade edilemez. (s.249)


Devamlı değer kaybeden Türk parası ile muâmelede nasıl olur, Efendim; zekat ve faiz tahakkuk eder mi?

Türk parası da, değeri düşse dahî onunla muamele edildiği ve devletin sikkesi üzerinde bulunduğu, halk da onunla alış veriş yaptığı müddetçe, onunla alım satım caizdir; onda faiz tahakkuk eder; ve zekâta tâbi’dir. (s.268)


Çek veya senedi değerinden aza kırdırmanın hükmü de faiz midir, Efendim?

Çek ve senedin kırılmasında yahud poliçeyi değerinden az satışta da faiz tahakkuk etmiş olur. Bu sûretle yapılan satış dahî bâtıldır. (s.238)

Efendim, bugün Avrupa’da ve hatta Türkiye’de, “dâr-ul harbde caizdir” diyerek, faiz alıp vermekte beis görmemek olur mu?

Cumhûr-u Ehl-i Sünnet ulemâsı, nerede olursa olsun, müslümanın faizle muamele etmesinin haramlığı hakkında hükmetmişlerdir. Şu kadar müstesna ki, İmam-ı A’zam ile İmam Muhammed’e göre, harb diyarında yaşayan bir harbî, yani o memleket tebaasından bir gayrı müslimle müslüman arasında ribâ muamelesi caizdir. Kumar dahî aynı hükümdedir. İmam Ebû Yûsuf bunları dahî caiz görmemiştir. Cumhur da, İmam Ebû Yûsuf’la beraberdir. (s.276) Cumhur: “Küffar diyarında bulunan müslüman dahî faizle iştigâl edemez.” diye hükmetmişlerdir. (s.249)


Recm cezasının ve inkarının hükmü nedir, Efendim?

İslâm hukukuna göre bir kere evlenmiş olarak, velev ki hâlen bekâr olsun, zina eden erkek ve kadın taşlanarak öldürülür. Buna recim denilmektedir. Müslim ve Buhârî’nin tahric ettikleri hadiste, Hazret-i Ömer radıyallahu anh hutbesinde şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah Teâlâ, Muhammed sallâhu aleyhi vesellem’i bir peygamber olarak göndermiştir. O’na O Kitab’da: “Evli erkek ve evli kadın zina ettikleri zaman Allah’dan bir azab olarak onları taşlayın. Gerçekte Allah, mülkünde yegâne hikmet ve hüküm sahibidir.” Meâlindeki ayet-i kerîme de inmişti. Ve gerçekte Rasûlullah sallalâhu aleyhi ve sellem, recmetmiştir. Ve biz de = Ebû Bekr ve tüm ashab, şâhid oldukları, gebelik olduğu veya itiraf olduğu zamanda zina eden evliyi recmettik.” (Buhârî h.n.6830, Müslim h.n.1691 =15, Sünen-i İbni Mâce h.n.2553) Ehli Sünnet velCemaat’in ulemâsı diyorlar ki: Hazret-i Ömer radıyallâhu anh bunu ashabın cemaati içerisinde söylerken, hiçbir kimse ona itirazda bulunmamıştır. Binâenaleyh recim, sadece tilâveti mensuh bu ayetle değil, fi’l-i Rasûl ve ashabın icmâıyla sabit olmuştur. Binâenaleyh, bunun dahî inkârı küfürdür. (s.494)


Sünnet’i, Ashâb’ın icmâını ve ictihâdını ve müctehidlerin ictihadlarını reddediyorlar, Efendim; “Allah’dan başka kimse hüküm koyamaz” gibi afili sözlerle?

Bazı serserilerin “Allah Teâlâ’dan başkası, şu haramdır bu helâldir diyemez.” demeleri, Ehli Sünnet velCemaat’in bütün mezheblerine muhaliftir. Müctehid, şer’î delillerden istinbât ederek, “Şu haramdır, bu helâldir.” diyebilir. Müctehid’in böyle hükmetmesi, yine şer’î delildir. Kıyasdan maksad, aklî kıyas değil, şer’î kıyasdır. (s.11)
Nass ve icmâ’ ile bilinmeyen ve müctehid tarafından hükmü açıklanan; helâl dedilerse helâl, haram dedilerse haram olur. Harama benzeyen şeylere Hanefîlerden, başta İmam Muhammed olmak üzere ulemâ, mekruh demişlerdir. Hanefînin dışında olanlar, buna haram ismini vermişlerdir.(s.26)
Haber-i ahad, Kur’an’da mücmel olan hükmün tefsiri olursa, o zannî delil olmaz, kat’î delil olur. Bazı muasır serserilerin: “Şu hüküm haber-i ahadla sabittir, zannı ifade eder; zanna tâbi’ olunmaz.” Şeklindeki sözleri çirkin bid’attir; ve böylelerinin küfründen korkulur. (s.11)
“Hadisler içerisinde zayıf, mevdû’ vardır, dolayısıyla Kur’an’dan hükmü almalıyız.” diyen fikir, müsteşriklerin, müslümanları Peygamber’e inanmaktan uzaklaştırmak için açtıkları tuzaktır. Hadisleri devreden çıkarıp Kur’an meâlleri okuyarak yorum yapanlar, İslâm şeriatinden uzaklaşmış, hevâ-i nefslerinin çirkâplarına girmiş; ve aldanmaktadırlar. (s.441)
Arabî nazm-ı şerîfi bilene göre dahî, Kur’an-ı Hakîm’in lâfızlarından ahkâm çıkarmaya kalkışmak serserilik, iman zaafiyetinden başka bir şeyle ifade edilemez. Hadisleri devreden çıkarmak yahud ashabın eserlerini devreden çıkarmak korkunç bir tehlike ve müsteşriklere ittibâ’dan başka hiçbir şeyle ifade edilemez. (s.442)
Kur’an’a sarılmakta ve onu hakem tayin etmekte, sünnet ihmâl edilmez. Çünkü Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı şeylerin hükmü de Kur’an’ın hükmü gibidir. (s.443)
Peygamber’in hakemliği Kur’an’la sabittir; ve iman buna bağlanmıştır. Yani Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini hakem olarak inanmayan kâfir, inandığı hâlde tatbik etmeyen fâsık, âsi ve zalimdir. (s.444)
Kur’an ve hadisleri anlayışımızla değil, müctehidlerin anlayışıyla anlamak farzdır. Onda görüş beyan etmek haramdır. Gücümüz yettiği nisbette, hükümleri onların sözlerinden anlamaya çalışmalıdır. İşte en büyük âfat, ayet ve hadis meâllerinde, bu işte yetkili olanlara müracaat etmeksizin yorum yapmaktır. Bu yorum isabetli olsa dahî yine hatadır, ma’siyettir, haramdır. Ayette bu olduğu gibi, hadiste de aynıdır. Namazın farziyetini ayet ve hadisten öğrenip inandığımız gibi, müctehidlerden de namaz kılmasını, rükünlerini, şartlarını, vaciblerini, mekruhlarını, müfsidlerini öğrenmeliyiz. (s.59)
Bizim Türkiye’de son zamanda, hadisleri dahî devreden çıkararak sadece ayet meallerini okuyup hüküm çıkaran bir taife türemektedir. Bunlar, hak sûretinde gelen bâtıl yayıcılarıdır. (s.438)
Ulemânın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred meâl okunması ya küfürdür, ya da büyük bir ma’siyettir. Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; meselâ “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur. (s.57)


Garib olan şu ki, bunlar en büyük müctehidleri ve hatta Sünnet’i güya Allah adına diskalifiye etmeye çalışıyorlar, ama pek meraklılar ictihad kapısını da açmaya. Kapalı mıdır Efendim, İctihad Kapısı; Müctehid var mıdır günümüzde?

İctihad kapısı açık ise de, zamanımızda müctehid yoktur. (s.26)


Dinde zorlama yok mudur, Efendim?

Bazı insanlar tavuk meşrebli olur da, bir yumurtayı bir cevher sanar. Yaptığı kötü işlerin dahî propagandasında bulunur, güzel göstermeye çalışır. Sonra Allah Teâlâ’ya birçok va’dede bulunur. “Hangi amel hayırlı ise onu işlerim.” diye söz verir. Fakat Şeriat’in emr ve yasakları zannının haricinde olursa gevşer, geriye çekilir, söylediği sözü yerine getirmez. İşte bu hâl, Allah Teâlâ’nın azabına ve O’nun gazabına sebeb olur. (s.552)
Zamanımızda birçok cahiller, “Dinde zorlama yoktur.” demekle, günah işleyenlerin günahından muahazenin kalkmasını iddia ederler. Bu büyük cehalettir, inaddır, mazeret değildir. Zımmî kafir bile, İslâm diyarında müslüman olduğu takdirde, İslâm’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak sûretiyle İslâmî hükümlerin icrâsını iltizam etmiştir. İslâm’da, suç işleyene ceza yoktur demek istenirse, iddiasıyla kâfir olur. (s.675)


Cahilliğin mazeret olmadığını öğrenmiş olduk, Efendim; sarhoşluk mâzeret midir?

Cezanın gerektiği yerde sarhoşluk mazeret sayılmaz. Sekir hâlinde zina eden kimseye, zina cezası verilir. Ancak sekir hâlinde değil, ayık olduğu zaman verilir. (s.676)


Birçok cahil ve sarhoş, “bu zamanda...” diye söze başlayarak, İslâm’ın emirlerini, İslâm’ın mubah gördüklerini hoş görmüyorlar Efendim, akılları sıra...

Akıl değil, Şeriat’in hoş karşıladığı her şey ma’rûftur; ister bu ma’rûf farz olsun, ister vâcib ve ister müstehab, ister mübah olsun. Şeriat’in hoş gördüğü bir sözün, mübah kıldığı bir fiilin hoş karşılanmaması ve kınanması haramdır. Meselâ iki evliliği kınamak gibi. Kabûl etmemek ise küfür olur. Allah bundan korusun. (s.505)


Din ayrı, devlet ayrı diyen kimsenin hükmü nedir, Efendim?

Din ayrı, devlet ayrı diyen kimsenin iki hükmü vardır:
a-İslâm dinini reddetmek yahud hafife almak yahud kendi zamanına kifâyetsiz görmek küfürdür. Bu inançta olan kimse, ümmetin ittifakıyla kâfirdir. Kâfire velâyet hakkı olmadığından, iş başına getirilmesi yoktur.
b-Allah Teâlâ’nın hükümlerini reddetmez, hafife almaz, zamanına göre dahî yetersiz görmez; fakat bununla beraber, Allah ve O’nun Rasûlü’nün hükmüne muhâlif hükmeder. Bu ise âsî ve fâsıkdır. Cumhura göre, bunu iş başına getirmek, ona velâyet hakkını vermek caiz değildir. Ancak Hanefîlerden bir kısım ulemâ, fâsığın velâyetini caiz görmüşlerdir.
Ulu-l-emr ise, “sizden olan” kaydıyla itaat farz olur. Binâenaleyh, “sizden olan” kaydı çok mühimdir. Zulme tevessül etmeksizin itikâden, amelen ve ahlâken müslüman olarak yaşayan amir, müslümanlardan olduğu için kendisine itaat farz olur. Bunun dışında itaat düşünülemez. Çünkü Allah’a isyan hususunda itaat yoktur. İtaat ma’rûftadır. (s.437)


“Kör Bayrak” ne demektir, Efendim?

Kör bayrak, Allah Teâlâ’nın dînini korumak ve şeriatını hâkim kılmaktan başka herhangi bir gayeyle çekilen her bayraktır. Eğer böyle bir bayrağın bâtıl tarafı, dînin herhangi bir hükmünün inkârı belli olursa, bu küfürdür. Eğer inkârsız ma’siyet tarafı malûm olursa, bu da isyan ve haramdır. Kâdı diyor ki: İş başında olan bir hükümdarın küfrü alenî olursa yahud şeriati değiştirmesi olursa yahud bid’ati zâhir olursa, itaat sâkıt olur. Ve müslümanlara, âdil bir kimseyi tayin etmeleri vacib olur. (s.462)
Apaçık küfrü meydanda olan kâfire itaat caiz olmaz; bilakis, muktedir olanlara onunla mücadele etmek vacib olur. (s.467)
Hatta ve hatta müslüman olup, iş başına geldikten sonra irtidad edenin azli farzdır. (s.469)
Müslümanlar, Abdülhamid Han zamanına kadar, kendisine bîat edilmiş zatı mecâzî mânâda halîfe olarak kabul ederek idareciliğini, hâkimiyetini kabul etmişlerdir. Abdulhamid Han’ın azledilmesiyle bu da sarsılmış, Vahdeddîn’in ölümüyle hitam bulmuştur. Tekrar böyle bir hükümdarı tayin etmek, alelkifâye olarak ümmete vacibdir. (s.503)


Irkı için, ırkının hâkimiyeti, sözde bağımsızlığı için, Efendim; “cihad” olmaz mı?

Asabe nâmına harb etmek, kızmak ve propaganda yapmak, hakka ve dine yardım değil, bilakis hevâ ve hevese göre harekettir, haramdır. Bu cahiliyye devri âdetlerinden biridir. Binâenaleyh böyle bir harbde öldürülen de şehid değil âsi olur. Çünkü, ulemânın ittifakıyla, Allah’ın dininin yücelmesinden başka hiçbir sûrette propaganda yapmak, vuruşmak caiz değildir, haramdır. (s.462)


Siyasete bakışımız nasıl olmalı, Efendim?

Âdilâne siyaset ve zalimâne siyaset... Eskiden beri bu iki siyaset beraber yürümüştür. Rahatlıkla diyebiliriz ki, hâlihazırda müslümanların tüm beldelerinde âdilâne siyaset hasret olmuştur. (s.449)
Menfî siyasetin başlangıcı, servet ve riyâseti ele geçirmeye hırslanmaktır; temeli hıyanettir; semeresi avcılıktır. Bunu gaye edindiği takdirde sonu mutlaka felâket ve hasretler olur. Bunun için Rasûl-u Muhterem sallallâhu aleyhi ve sellem, idareciliğe hırslı olanlara idareciliği vermemiştir. (s.449-450)


Efendim, İslâm’ın emir ve yasaklarının devlet çapında bir organizasyon eli ile icrâ edilmesinden, İslâmî Devlet’den maksad nedir?

Şüphesiz, şeriatle amel etmenin dışında adaleti tasavvur etmek, inanmak korkunç tehlikelidir. İslâm dininin itikâdî, amelî ve ahlâkî tatbikatının dışında adalet diye bir şey yoktur. (s.434)
İslâmî icraattan maksad, zamanımızda âdet hâline gelmiş mücerred dünya hayatının hâkimiyeti, devlet kurmak, servetleri istilâ etmek değildir. Çünkü, bunlar vesiledir. Asıl gaye uhrevî saadetleri kazanmak ve bittabi’ bu kazancın vesileleri olan hâkimiyeti de, en geniş kapsamıyla devlet kurmayı da bu gayeye vesile edinmektir.
Allah Teâlânın kanunlarından biri de, hâkimiyeti, İslâm’a teslim olmaya; bereketleri ise, şer’î cezaları icrâ etmeye bağlı kılmasıdır. (s.7)
Asrımızdaki müslümanların, kâlbî amelleri berkenar edip Şeriat’ı maddeleştirmeleri; ve müslümanların robotlaşmaları muazzam kusurdur. O hâlde, Zâhirî şeriate önem verdiğimiz kadar, bâtınî yani kâlbî şeriate de önem vermek gerekir. (s.39)


Bazı “Vahhâbîmeşreb” kimselerin Tasavvuf ehlini miskinlikle, cihaddan kaçmakla suçladıklarını duyuyoruz, Efendim...

Ayaa! Cihadın başlangıcı kâlbden değil midir?.. Zikirsiz, kâlbî iz’ansız cihad, cihad değil robotlaşmaktır. Kâlbe nazaran haram ve mekruhları bilmeyenin, değil cihadı, birçok ameli bâtıl olur. Kâlbî ve ruhî hususlara riayet edilmezse, nifak hükümran olur, ihlâs bozulur. İmana sirayet ederse, küfür ve şirk tahakkuk eder. (s.39)
Silâhla cihaddan maksad ve amaç, uhrevî saadetleri kazanmak, müslümanların dünyadaki huzurlarını temin etmek, gayrı İslâmî örf ve âdetleri bertaraf etmektir. Bu amaç ve gayenin kâlblerde esaslaşması nisbetinde cihad meşrû ve sevablı olur. Gerek ilmen, fikirle, gerek mal ile, gerek teknik ve silâhla cihad üstün olduğu kadar, mücahidler de sâir müslüman tabakalarından üstünlük hakkını kazanmaktadırlar.
Cihaddan maksad servetleri elde etmek, kanları heder etmek, toprağı ve ırkları korumak değildir. Allah yolunda cihad, Allah Teâlâ’nın dîninin yücelmesi için yapılan çeşitli hizmetler ve silâhla cihaddır.
Cihad kelimesi, İslâm’a nazaran bir binanın çatısı gibidir. Binanın hiçbir cüzü çatısının dışında olmadığı gibi, İslâmî faaliyetlerden hiçbiri cihadın şemsiyesi altından haric olmaz. (s.561-562)
Nefsin istek ve arzularından, nifak, riya, şöhret, şehvet, servet gibi arzulardan arındırılması, cihadın ilkidir. Bunsuz cihad, cihad sayılmaz. (s.570)
Harbin kızışkınlığı zamanında dahî nefsin istek, arzu ve hayvânî öfkesine kapılmaksızın, soğukkanlılıkla, üstün bir şuur içerisinde savaşmak şarttır. Bu şuurdan insan ayrıldığı andan itibaren, cihadı şer’î cihaddan çıkmış olur. Dünyadaki huzur ve ahiretin saadeti gayelerinden, ikincisi daha önemli gayedir. İşte bunu idrak etmeyen, İslâm’daki savaşların sadece harb olduğunu zanneder. Fakat iş öyle değil; bilakis, silâh ile savaşmak son çaredir. (s.539)


“İrşad ve tebliğ üzere bîat kal’ası” kalmış mıdır zamanımızda; Efendim, şart mıdır böyle bir kal’aya sığınmamız?

Kalıntıları bizim zamanımızda devam eder. Neredeyse o da hasret olacaktır. Her bir müslümanın, özü sözü ve fiili birleşmiş icâzeli bir şeyhe bîat etmeleri vâcibdir. (s.503)


Bize nasihat buyurunuz, Efendim; biz, sayısız nifak içre müslümanlara...

Şerî nifak, inkârını gizleyip Allah Teâlâ’nın dinine teslim olmayı izhar etmektir. Bu takdirde nifak, küfür ve şirkle birleşir. Buna itikâdî nifak denilir.
Amelî nifak, inancın sarsılması olmaksızın, kişinin içi ve dışının bir olmamasıdır. Bu takdirde nifak, fıskla birleşmiş oluyor. Sahibi, mecâzen münafık sayılmıştır.
Örfî nifak, itikad ve ibadetin dışında, iç ve dışın birleşmemesidir. Buna ahlâkî nifak da denilir.
Hafız İbnu Hacer Askalânî diyor ki: “Aslında bu hasletler, hepsi bire dönüşür; o da “yalan”dır. (s.53)
Netice-i Meram, kâlbe nazaran itikadî nifak, küfürdür; bu en büyük günahtır ve şirktir. Amelî olan nifak, bazan tahrîmen mekruh, bazan da haram olur. Ahlâkî nifak ise, itikad ve ibadetin dışında olduğundan tahrîmen mekruh, bazan da hilâf-ı evlâ olur. (s.55)
Helâl lokmanın kazanılması, şer’î hududların korunmasından ibaret olan zâhirî amel ve ibadetler kâlbe; ve kâlbdeki itikad ve hisler da zâhirî azalara bağlanmıştır. Bir insan ne kadar ibadet ederse etsin, kâlbî zikir, kâlbî samimiyet ve ihlâs, kâlbî olan sağlam itikada sahib olmadığı müddetçe... kalbî olan amele ne kadar dikkat olursa olsun, zâhirî olan ibadete önem vermediği takdirde faydalanamaz. Ve imanın semeresi olan nurları müşahade edemez. Nerede kaldı ki Hakîkat-i Muhammediyye’nin müşahadesi ve Zâtî tecellîler?! (s.297)
İz’ansızlara bir deve yükü kitab yazılsa da fayda vermez. (s.399)
Gerek deprem, kıtlık, kuraklık, harb gibi azablar ve gerekse ölüm gelip çarpmadan önce müslümanlar kendilerine gelip, tevbe istiğfar ve hududları icra edecekler; ya da İlâhî azab geldikten sonra artık çare kalmaz. Artık “Tele-Deccal”in, müstehcen neşriyatın şeytânî telkinlerine kapılmayalım. Uslu, dindar olalım ki, gelecekte Mehdî Aleyhisselâm’ın askerliğine lâyık mücahid olalım. Evet, cihad... (s.538)
RSS feed Twitter.
İsim: Email:

0 yorum:

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.