7 Aralık 2008

Sefil Toplum

İngilizce: Civil. Almanca: Zivil.
Sivil: Askerî olmayan; “uniform – tektip” olmayan; medenî olan.
Civil (veya cıvıl; emin değil aktaran): Erzurum yöresine has, pişmaniye gibi tel tel ayrılabilen, dayanıklı, tuzlu bir peynir çeşidi… “Yağ”ın varlık ve lezzet ifade ettiği, etin ve sütün yağlısının, nesnenin tuzlusunun değil tatlısının makbûl olduğu eski zamanda; yağı alınmış sütten imâl edilen bu peynirin bir adı da “imansız”mış.
Kasımpaşa lisânında ise “çıplak” demek oluyor “sivil”.
Civil peyniri gibi tel tel ayrılabilen; yağı alınmış, yani imansız; ve sivil, yani çıplak; ve üniformalıların her türlü aşağılamasına dayanıklı, yani canlı değil de salamura; tepesinde de tüy niyetine Kasımpaşalı bir takım elbise; böyle cıvıl cıvıl ve cıbıl cıbıl bir toplum.
Böyle bir toplum, “medenî” mânâda “sivil toplum” değil; “SEFİL TOPLUM”dur!
…..
Türkiye’de STK diye kısaltılan (TSK’yı andırmasına dikkat edilen) “Sivil Toplum Kurumları”, dünyada, 1980 sonrası Amerikan kültürel, siyâsî yayılmacılığının bir aracı olarak ve NGO (Non-Governmental Organizations - Hükümet Dışı Organizasyonlar) kavramıyla ifadesini buluyor.
NGO, Avrupa’da da aynı isimle ifade ediliyor; ve aynı amaçla…
Bu organizasyonların hemen tamamını dinî gruplar oluşturmaktadır. Özellikle Amerikan örneğinde, “sivil toplum” neredeyse dinî gruplarla özdeşleşmistir. Avrupa’da da durum farklı değildir. Meselâ, dünyanın en ileri demokratik ve sosyal hukuk devleti olan İsviçre’de, mültecilerle ilgilenen iki enternasyonal yardım kuruluşu Caritas ve HEKS, Kilise kuruluşlarıdır. Bu yüzdendir ki, dünyada “sivil toplum”a kafa yoran kafalardan biri olan Bauman Zygmunt, “Postmodern Religion?” diye sormaktadır. Religion, “din” demek oluyor… Kavramı tabiî, Batı’nın köküne, Yunan’a dayandırmak ihmâl edilmiyor. “Sivil Toplum’un üyesi olmak demek, bir yurttaş, yani devletin üyesi olmak ve dolayısıyla da onun yasalarına uygun ve diğer yurttaşlara zarar vermeyecek biçimde davranma yükümlülügü altında olmaktır” diyor Keane.
Bize, yani hedef kitleye hitab ederken ise başlıklar ve tanımlar transformasyona uğruyor. “The Structural Transformation of the Public Sphere” diyor Habermas Jürgen; küresel bir strüktürel tranformasyondan bahsediyor…
Evet, Batı’da devletin yardımcı kolu olarak çalışan ve devletin yasalarına uymayı öğreten NGO, bizlere, yani geri kalmışlara gelirken, yolda transformasyona uğruyor, “devlet inisiyatifi altında olmayan halk inisiyatifleri” oluyor; hizaya getirilmek istenen, değişmesi gerektiği düşünülen devletlere karşı bu halk(!) inisiyatifleri(!) finanse ediliyor. Asya’da gördük, artık halk(!) devrimleri(!)ni “Soros”lar finanse ediyor, NGO yapıyor.
NGO, “SEFİL TÜRK TOPLUMU”na geldiğinde garâbet doruğa çıkıyor; sözde İslâmcı hükümete karşı, özde ise halkın İslâmî değerlerine karşı, yani düpedüz halka karşı “ORDU-NGO ELELE” devrim yapılabiliyor…
TİSK Genel Başkanı Refik Baydur’un, adına “Beşli Çete” dediği sosyal ve ekonomik sivil(!) organizasyonlar, yani emekçi sınıfın temsilcisi olması lâzım gelen sendikalar, demokratik sürece karşı militarist bir siyaset güdebiliyor. Hükümet devriliyor ama operasyon, TİSK’in temsil ettiği kitlenin de yarı yarıya fakirleşmesiyle sonuçlanıyor. Militarist politikalara destek vererek kendi tabanlarını da hüsrâna uğratan bu sözde sivil toplum gruplarının öncüleri, hezîmetin tabanlarını kasıp kavurduğu zamanlarda bile makamlarını ellerinde tutmayı başarıyorlar.
Evet, “SEFİL TOPLUM”da “Sivil Toplum Kuruluşları”, STK (Silahsız Türk Kuvvetleri) olarak çıkıyor karşımıza. TSK’yı (Türk Silahlı Kuvvetleri) çağrıştıran bu kısaltma, 28 Şubat sürecinde böyle bir misyon üstleniyor.
...
“Sivil Toplum”un sivil olmadığını anlatmaya çalışmıyorum aslında; bunun bilindiğini farz ederek başka bir şey söylemeye çalışıyorum!
“Batı” kendince haklıdır!
Kendi kavramlarını, ideolojisini üretebilen, kendini “sivil”, yani “medenî” olarak da tanımlar pekâlâ!
Tanımlananlara ise “Sefiller”i oynamak düşer.
Çelişki, Batı’nın kendini merkeze koyup, ötekini, yani bizi tanımlamasından değil; asıl bizim, kendimizi Batı’nın kavramlarıyla tanımlamamızdan, Batı’ya, Batı’nın kavramlarıyla karşı gelmeye çalışmamızdan kaynaklanıyor.
“Kaynaklanıyordu” demek daha doğru.
“Gordion düğümü”, her biri bin İskender kılıcı kuvvetindeki “İbda kavramları”yla çözülmekte şimdi!
…..
Hegel’e göre “sivil toplum”, siyasî toplum dışındaki alanlar oluyor; ancak devletin sivil toplumu düzenlemesi, fizikî ve ahlâkî bozulmaya izin vermemesi gerekiyor.
Marx, “sivil toplum”u “altyapı” olarak tarif ediyor; ideoloji, hukuk ve devleti üstyapı sayıyor.
Gramsci, “sivil toplum”u bir “üstyapı” unsuru olarak ele alıyor; “sivil toplum” ile “altyapı”yı birbirine karıştırmayı “sendikalizm”; “sivil toplum” ile “siyasî toplum”u biribirine karıştırmayı ise “devletin putlaştırılması” olarak niteliyor.
İdris Küçükömer, “sivil toplum, bir bakıma Batı kültürel birikiminin ürünüdür” ; Şerif Mardin ise, “sivil toplum bir batı rüyasıdır” derken, bir “aidiyet kaygısı” taşıdıkları anlaşılıyor. Teslim olmuş NGO teorisyenlerinden A. Yaşar Sarıbay ise: “Sivil toplum, sözlük anlamı ile yurttaşlar toplumu olup; bu yurttaşlar arasındaki sosyal ilişkilere ve iletişimlere atıf yapan bir kavramdır.” Diyor ve İslâm’a lâf etmeden geçemiyor: “İslâm, Tevhid temeline dayandığı için, sivil toplum geleneğini yadsır ve farklılıkları hos görmez. Buna ek olarak farklı düşünüş ve hareketler de İslâm dini tarafından cezalandırılmıştır” (Saribay, Ali Yasar, 2003, Sivil Toplum: Universitas mi, Societas mi?, Sivil Toplum Dergisi, Sayi: 1)
Sarıbay’a sormak lâzım: Bal gibi de sivil toplum inisiyatiflerinin önayak olmasıyla yükselen Nazi Faşizmi’ni hangi teorik mülahazayla açıklayabiliyor acaba?
Tarih boyunca, en güçlü ordular, en medenî toplumlarda teşekkül etmiştir. Zira daha kompleks askeri yapılanmalar, ancak daha medenî toplumlarda olabilmektedir. İlkel bir kabîleden askerî dehâ da çıkmıyor. Kalem ve kılıç beraber yürüyor…
Bryan S. Turner, “Sivil toplumun Doğu despotizmine kıyâsen tartışıldığı dönemlerin, aynı zamanda Aydın despotizmi ve monarşinin Avrupa’da en hararetli bir şekilde tartışıldığı dönemlere tekabül ettiği”ni söylüyor ve devam ediyor: “Sivil toplumun (medeniyetin) İslâm’da olmadığı konusundaki oryantalist söylem, aslında Batı’daki siyâsî özgürlüklerin düzeyi konusundaki sıkıntı ve kaygıları yansıtıyordu. Bu anlamda, problem Doğu degil, Batı’dır. Bu problem ve kaygılar Doğu üzerine kaydırılmışsa da, izahlar, Doğu’nun portresi olmaktan çok Batı’nın karikatürüdür. Doğu despotizmi dediğimiz, temeline inilirse Batı Monarşisiydi.” (Turner, Bryan S., 1989, Oryantalizm ve İslam’da Sivil Toplum Meselesi, Asaf Hüseyin, Robert olson, Cemil Kuresi (derleyenler) Oryantalistler ve İslamiyatçılar: Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, çev. Bedirhan Muhib, İstanbul: İnsan Yayınları.)
Doğulu bir düşünür, Sayyid de önemli bir kıyas yapıyor: “Yunanlılar bile kendi demokratlıklarından bahsederken bununla Pers İmparatorluğu’nun despotizmine karşıt bir konumu veya kimliği kendilerine yakıştırmış oluyorlardı. Peki hangi toplum daha özgürdü? Sokrat’a, inançları yüzünden baldıran zehiri içiren Atinalılar mı? İran İmparatorluğu, bir çok tanrı, birkaç tanrı, veya tek bir tanrıya inanan, veya hiç inanmayan insanları herhangi bir tahrike yol açmadan içinde barındırmayı başardı. Fakat Atina şartlarında ferdî düşünce tamamen kontrol altındaydı.” (Sayyid, S., 2002, Çogulculuk ve Sivil Toplum, Demokrasi ve İslamcılık, çev. Nigar Bulut-Tugsuz, Tezkire, sayi: 24.)
“Doğu toplumlarının ve bilhassa Osmanlı’nın tarihine bakıldığında, devletin büyük organizmasıyla fertler arasında ara mekanizmaların görülememesi yüzünden, devletin büyüklüğünün ferdi ezdiği söylenebilir” mi?
Böyle bir eleştiriye, Said Aykut gönüldaşın bizzat şahit olduğum muazzam bir emekle dilimize kazandırdığı Battûta çevirisi cevap veriyor; 700 yıl önce Doğu toplumlarında, devlet organizmasıyla fertler arasında hangi ara mekanizmalar olduğu Battûta’dan sorulabilir. Meselâ Endülüs’ten Çin’e dek her menzilde karargâh kurmuş zâviyeler; Sultanların destursuz giremediği Sivil Toplum Örgütleri… Yoksulların, yolda kalmışların, mazlumların sığınağı, acizlerin barınağı tekkeler… Görgü kurallarının, din ve fen ilimlerinin öğretildiği mektepler… Sadece NG (=Hükümet dışı) değil, “Medenî Toplum Örgütleri”… (İbn Battûta Seyahatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Said Aykut)
...
Bugün, “medenî dünya”nın himâyesi ve kontrolü altında bizleri hot zot yöneten, silâhları halka çevrili, görevleri “medenî(!) dünya”nın çıkarlarına hizmet etmek olan yerli işgâlcilere, kukla despotlara bakıp, Doğu tarihini despotluk olarak görmek ve “sivil toplum”a özlem duymak, “Bulamaç Müslümanlar”ın, oryantalist bakış açısını çok iyi içselleştirmiş “sefiller” olduğunu gösteriyor. Evet, Doğu toprağında demokrasi yetişmiyor, yetişmez de! Demokrasi, Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle “teâmüller rejimi”dir. Ve tarihi monarşiler ve Kilise despotizmi olan Batı’nın, tarifsiz çileler çekerek, başını taşlara vurarak bulabildiği (Bugün itibariyle ve Batı için kaydıyla) en ideal rejim Demokrasidir. Doğu’nun bugünkü birincil ihtiyacı ise demokratizasyon değil, “hukuk devleti” olmaktır. “Hangi hukuk ve hangi dünya görüşüne nisbetle” sorusu bundan sonra tartışılır; önce hukuk, hiç olmazsa “KANUN DEVLETİ”! Bu cevabı, “Hem Batı karşıtı bir dünya görüşüne inanıyorsun, hem de Batı’ya iltica ediyorsun” diye bana çelişkimi(!) soran iltica hâkimine de vermiş bulunuyorum. Bu suâle Yunan’da da muhatab oldum ve hiç yadırgamadım; bugünkü Yunan çünkü “Şark müptezelliği” ile mâlûldür, tarihin altında ezilmektedir, korkularının esiridir, “sivil” değildir; Eski Yunan’la hiçbir alâkası bulunmadığını biliyorum. İsviçre gibi devlette ise aynı soruyu yadırgıyorum. Hele, hayat ve yol hikâyemden sonra “eee hikâye bitti; şimdi anlat bakalım örgüt hiyerarşisindeki yerini…” gibi Türk polisi tarzı girizgâhlar beni büsbütün yıldırıyor. Bunları yazıyorum, çünkü TC devletine sorulmuş bulunuyorum. Katile maktûl, zalime mazlum, tecâvüzcüye mağdur hakkında “nasıldı” diye sorulduğu, Doğu’da aşiret, Avrupa’da monark töresinde bile görülmedi! Ben kendimi sakınmasam bile; sana sığınmış birini sakınıp saklamak gerekmez mi? Bunları yazıyorum, çünkü korkmuyorum. Korkusuzluğum, “ölmüş eşek kurttan korkmaz hesabı” değil. TC Adalet Bakanlığı’nın hakkımda buyurduğu gibi “terörist” olduğumdan hiç değil. Bak elim kalem tutuyor benim! İşine gelmeyen düşünce sahiplerini “terörist” diye yaftalamakta pek mâhir olan TC’yi örnek alır ve bundan böyle öyle davranırsa İsviçre gibi bir devlet; bu da hiç umurumda değil. Korkmuyorum! Bir gücüm olduğundan filân değil; alt tarafı bir bireyim ben; bireyin, koskoca “devlet aygıtı” karşısında ne gücü olabilir?! Bu anlamda ve bir canlı olarak tabiî çok korkuyorum. Yıllardır kimliksiz ve yarınsız yaşıyorum; patolojik rahatsızlıklarımla “keine morgen, keine sorgen (yarın yok, endişe yok)” diye dalga geçmeye çalışıyorsam da; psikolojik ve fizikî olarak çok yıpranmış durumdayım. Fakat korkum ve bitkinliğim, yılgınlık ve teslimiyete dönüşmüyor, dönüşmeyecek; yazmama ve konuşmama engel olmuyor, olmayacak; çünkü ben “medenî”yim, “medenî cesaret”im var! ZİVİLCOURAGE mi diyorsunuz siz? Dev bir “Külliyât”tan, büyük bir medeniyet projesinden besleniyorum ben. Bu “medenî cesaret”le yazıyorum. İnsanlığa ve tarihe yazıyorum… Bu ülkenin (İsviçre) insanına, aydınlarına, bu ülkenin yarınına da yazmış oluyorum…
...
Öyleyse ve yeri gelmişken, bu ülkedeki Türkiyeli cami cemaatine değinmek hakkını da kendimde bulabilirim. (Buradakiler için söylenebilecek her şey, umum Avrupa’daki milyonlarca Türkiyeli için de, neredeyse birebir geçerlidir.)
İsviçre’de 100.000’i aşkın Türkiyeli; ve hemen her kasabada en az bir Türk câmii var var. Kaba bir bakışla, 100.000’lik Türkiyeli’nin çeyreğe yakını camilere gidiyor. Diğerleri örgütlü Kürtler, Alevîler, Türk Solu sempatizanları, mafyacılar, paracılar, hazcılar vs.. Ama bütün hepsinin en büyük problemi entegrasyon. Entegre olamıyorlar, çünkü bir yerde entegrasyondan bahsedebilmek için iki kimlik gerekiyor; entegre olunacak ve entegre olacak kimlik. Entegre olunacak kimlik belli, fakat entegre olması beklenen taraf kim olduğundan bîhaber. İsviçre devleti de (veya sermayesi diyelim), bugüne kadar ciddi bir entegrasyon politikası gütmemiş; “biz emeklerini en üst düzeyde alalım, çocukları da süreç içinde zaten asimile olur” mantığıyla bugünlere gelinmiş. TC keza, bu insanları sadece yolmaya bakıyor. MİT’in yurtdışı faaliyeti, bu insanların camilerinde, derneklerinde kol gezip “kim ne yapıyor” diye bakınmak, “devlet düşmanları”nı fişlemek, uyuşturucu ve kadın ticaretini yönetmek… Konsoloslukların vazifesi dindarları aşağılamak, sicili kötü olanlara her türlü zorluğu çıkarmak ve TC’nin resmî bayramlarını bu millete kutlatmak. Diyanet’in vazifesi, camilerinde Kemâl’e rahmetler okutmak. Bazı cemaat camilerinin vazifesi de, yine bu milleti yolmak ve karşılığında, tam 30 küsûr yıldır bu insanlara hiçbir şey verememek… Ve bu insanların bütün derdi para kazanmak, kazandıkları parayla memleketlerinde apartmanlar ve villalar dikmek. Oturmak için değil, senede onbeş gün, köy kahvesinde hava atmak için hepsi. Ne kadar geri, ne kadar pirimitif, ne kadar bedevîce ve ne kadar ölü bir yatırım! Bu insanlardan, bu topluma entegre olmaları, Sivil Toplum Örgütleri kurmaları bekleniyor. Bekleyen yok aslında, tarafların bu insanlardan ne beklediği yazdım. Bekleyen benim, benim böyle bir aydın sorumluluğum var.
Türkiye’de, yukarıda yazdığımız sebeplerden dolayı “sivil toplum faaliyeti” ne kadar zor ve akamete açıksa, İsviçre’de o kadar kolay ve başarıya açık olduğu söylenebilir. Çünkü İsviçre sivil ve medenî bir hukuk devleti. Bizim de önce sivil ve medenî muhatablar olmamız gerekiyor. Ve bu toplumun dilini öğrenmek gerekiyor. Bu toplumun kültürünü tanımak gerekiyor. Medenî sayılmak içinse, bir dünya görüşüne sahip olmak gerekiyor. Kendi dünya görüşünün dilini, ilmihalini, görgü kurallarını ve kültürünü bilmek gerekiyor. Sonra bu toplumun dilini öğrenmek şart, fakat öğrenilemiyor. Otuz kırk yıldır burada yaşayan bu insanların büyük çoğunluğu benim kadar bile Almanca bilmiyor, çünkü yabancı bir dili öğrenmek için ana dili bilmek gerekiyor. Eski Yugoslavya ve Bulgaristan’dan gelenlerin, bizim insanımıza nazaran dil öğrenme becerileri beni şaşırtmıyor; çünkü onlar sosyalist bir eğitim aldılar, en azından sistem, diyalektik ve metod öğrendiler. Bizim ana dilimiz, kültürümüz ve idrâklerimiz Kemalizm tarafından iğdiş edilmiş, aptallaştırılmış, apıştırılmışız. Nasıl yabancı dil öğrensin bu millet, öğrenen de nasıl asimile olmasın? Buna mukâbil, Kemal’in Deccâl olduğunu söylemek yetmiyor; burada, camilerde, bu özgürlük ortamında hem ana dilimiz ve kültürümüz, hem de bu toplumun dili ve kültürü öğretilebilirdi. Otuz yıldır nasıl öğretilemedi? Allah uzun ömür versin, Mehmet Şevket Eygi Bey, Millî Gazete’de hergün bu mevzulara değiniyor; Milli Görüş camilerinde meselâ bu makaleler neden hergün cemaate okunmuyor, okutulmuyor; gereği yapılmıyor? Cemaat camilerine neden hep Türkiye’den hoca getirilmek zorunda? Otuz yıldır burada sözde örgütlü olan bu cemaatler, bu toplumun dilini ve kültürünü de bilen hocaları nasıl oldu da yetiştiremediler? İstanbul’da veya Anadolu’da bir kilisede Türkçe bilmeyen, İslâm’ı tanımayan bir tane papaz var mıdır? Milyonlarca Türk, yine işçi olarak, ama kimlik sahibi olarak, medenî olarak gelmiş olsalardı Avrupa’ya veya cemaatler “cemaat” olabilselerdi, camiler sivil toplum merkezleri olsaydı, otuz yılda Avrupa’da büyük bir nüfus Müslüman olurdu. Bugün hangi Türk camisinin cemaati arasında Müslüman olmuş Alman, Fransız, İspanyol, Belçikalı, Hollandalı var?
Sözümüzü, büyük usta Goethe ile bağlayalım: “Der Deutsche soll alle Sprachenlernen, damit ihm zu Hause kein Fremder unbequem, er aber in der Fremde überal zu Hause sei.” (Alman, bütün dilleri öğrenmeli ki, ülkesindeki yabancıdan rahatsızlık duymasın; yabancı bir ülkede de kendini evinde gibi hissedebilsin.)

Not: İsviçre'ye iltica ettikten bir süre sonra kaleme aldığım bu yazı, bundan birkaç yıl önce, Aylık dergisinin bir sayısında neşredildi;
şimdi blogda yer alıyor... Kurbanlıklardan olmamız duası ile, bayramınız mübarek olsun...
8 Aralık 2008 Pazartesi

mim.saka@googlemail.com
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.