1 Aralık 2008

Çıfıt Kalesi

«Evet, ben herşeyi gören bir tanrıdan bahsediyorum. Ne Yehova, ne Hristiyanların tanrısı, ne de Allah, üzerinde yaşadığımız bu dünyayı yaratmış olamazlar. Dünyamıza bakın; hiçbir şeye bağımlı değil. Güneş büyük bir iyi niyetle kuzunun ve kaplanın, sineğin ve filin, akrebin ve kelebeğin, yılanın ve güvercinin, keçinin ve aslanın, çiçeğin ve meşenin, kralın ve dilencinin üzerinde aynı şekilde parlıyor. Hastalıklar, iyileri ve kötüleri, güçlüleri ve zayıfları, akıllıları ve aptalları aynı şekilde vuruyor. Mutluluk ve kıskançlık tesadüfen dağıtılıyor. Yaşayan her şeyi aynı son, ölüm bekliyor. Hayır! Burada, sizin karşınızda durduğum gibi, sadece her şeyi gören o Tanrının Peygamberiyim ben. Sadece ve sadece onun!»
«Bu emri verdiğim zaman dehşete düştüğümü itiraf etmek zorundayım. İçimdeki boğuk bir ses bana şöyle fısıldıyordu: Eğer üzerimizde biri varsa, buna müsaade etmeyecektir. Ya güneş kararacak yada yer yerinden oynayacak. Kale yıkılacak ve seni tüm ordunla beraber yerin dibine gömecek. Emin ol, hayâletlerle karşılaşmış küçük bir çocuk gibi tir tir titriyordu kâlbim. En azından küçücük bir işaret bekliyordum. O anda sadece bir şeyler kımıldasaydı, meselâ güneşin önünden bir bulut geçseydi veya kuvvetli bir rüzgâr esseydi, o emri asla vermezdim. Fakat Güneş kalenin, benim ve cesetlerin üzerinde eskisi gibi ışıldamaya devam ediyordu. Birdenbire aklımdan şu düşünce geçti: Ya üzerimizde olan bir güç yok, ya da bu güç aşağıda olup bitenle hiç mi hiç ilgilenmiyor. Veyahut da yaptıklarımı hoşnutlukla seyrediyor. Gizliden gizliye bir tanrı inancına sahip olduğumu da böylece fark ettim. Fakat bu tanrı, çocukluğumun tanrısından bambaşkaydı. Aynı bu dünya gibi, içinde binbir çelişki barındırıyordu; ve yine bu dünya gibi sınırlı, ölçülü ve sayılıydı. Sonlunun içinde sonsuzluk. Cam bir kap içinde devâsâ kaos. Korkunç öfkeli bir ejderha. Ve hayatım boyunca bu tanrıya hizmet etmiş olduğumu anladım.»
«Ben taraftarlarıma hep Arap asıllı olduğumu anlattım. Rakiplerim ise aksini ispat etmeye çalıştılar. Haklı olan onlardı. Fakat neden böyle davrandım? Çünkü siz Persler, kendi ırkınıza gereken önemi vermiyorsunuz. Peygamberin doğduğu ülkeden herhangi biri, sefil bir dilenci bile olsa, sizin gözünüzde dünyanın en kıymetli adamı oluveriyor. Oysa sizler Rüstem’in ve Suhrab’ın, Minuçehr’in ve Feridun’un torunlarısınız. Hüsrev’in, Ferhad’ın, eski büyük Pers krallarının, Pers İmparatorluğu’nun vârislerisiniz! Firdevsî’nin, Ansarî’nin ve daha nice şâirin sizin dilinizi konuştuğunu unuttunuz! Kendinizi Arapların dinine ve kültürüne tâbi kıldınız! Şimdi de, bozkırlardan gelen at hırsızlarının, Türklerin önünde karınlarınız üstü yerlerde sürünüyorsunuz! Selçuklu köpeklerinin yarım asırdan beri size hükmetmelerine müsâde ediyorsunuz! Oysa siz Zerdüşt’ün torunlarısınız! Gençliğimde, iki arkadaşımla, bu taht hırsızlarını alt etmeye yemin etmiştik. Ben araç olarak Ali taraftarlarını kullanmaya karar verdim. Çünkü Alevîler Bağdat Halîfesi’ne, dolayısıyla da Türklere karşı idiler.»

Slovenya’lı yazar Wiladimir Bartol, 1938’de basılan “Alamut” adlı tarihî romanında böyle konuşturuyor Hasan Sabbah’ı…
Bu dünyada yapıp ettiklerimizi hesaba çekecek bir “Yaratıcı” yoktur.
Belki bir yaratıcı vardır; fakat bu Allah değildir!
Varsa şâyet bir yaratıcı; yarattıklarını başıboş eşekler gibi dünya çayırına salmış, ne yapıp ettiklerine karışmamakta; dünya arenasındaki kavga, kargaşa, dövüş, savaş, kan ve katliamı Roma kralları gibi oturduğu yerden seyretmekte ve sadece başarılı olanları alkışlamaktadır!
İman, akaid ve ahlâk prensipleri birer safsatadır; hukuk zayıflar için vardır.
Dostluk diye bir şey yoktur; sevgi yoktur!
Merhamet, “başarı” önündeki en büyük engeldir!
“Başarı”, mutlak iyi-doğru-güzeldir!
Dünyaya Adl-i İlâhî ve Nizâm-ı Âlem vaad eden; insanlığa barış, kardeşlik ve esenlik dileyen İslâm, önümüzdeki en büyük engeldir!

Dünyanın efendiliğinin ve nihâyetinde göklerin krallığının kendi soyunun tabiî hakkı olduğuna inanan; din ile milliyetçiliği harmanlayarak dünyanın en tehlikeli ideolojisini üreten “Çıfıt”; kendi dininin misyoneri değil de, diğer bütün din ve inançların müfsididir!
Varlık sebebi ve “başarı” yolu budur!
Hazret-i İsa’yı Tanrı’nın oğlu, Tanrı sıfatıyla yeryüzüne indiriyor, sefil ve sefih bir hayat hikâyesi düzüyor; eski bir fâhişeyle (Mary Magdelene) kaçamak bile yaptırabiliyor.
Vahşî Kapitalizm’i doğuran da, işte bu “Çıfıt”ın tornasından çıkma, sadece “başarı”yı idealize eden opportunist Hristiyan “sekte”ler oluyor.
Dünyaya, insanlığa bir şey teklif etmeyen pasifist Doğu inançları, “Çıfıt” için bir mâni teşkil etmiyor; bilâkis, bütün dünya haksızlık karşısında tek ayak üstünde durmayı marifet zannetse keşke…
“Çıfıt”ın önündeki tek mâni İslâm duvarıdır!
Hasan Sabbah, İslâm’ın bayraktarlığına soyunduğu dönemde Türk’ün önüne, sözde Alevîlik ve Fars milliyetçiliği ile çıkmıştı.
Sabbah… Habis… Ahbes…
Halefi de Türk milliyetçiliği ile çıktı Türk’ün önüne; selefi gibi konuştu tıpkı:
“Ben taraftarlarıma hep Türk asıllı olduğumu anlattım. Rakiplerim ise aşağılık bir dönme olduğumu ispat etmeye çalıştılar. Haklı olan onlardı. Fakat neden böyle davrandım? Çünkü siz Türkler, kendi ırkınıza gereken önemi vermiyorsunuz. Peygamberin doğduğu ülkeden herhangi biri, sefil bir dilenci bile olsa, sizin gözünüzde dünyanın en kıymetli adamı oluveriyor. Oysa sizler Eti’lerin, Sümer’lerin vârislerisiniz! Orhun âbidelerini unuttunuz! Kendinizi Arapların dinine ve kültürüne tâbi kıldınız! Oysa siz Zerdüşt’ün torunlarısınız! Şamansınız!”
“Çıfıt”ın “rezerv devlet”i böyle kuruldu; kuruluşundan bugüne ise, sadece Allahsızlığı ve ahlâksızlığı çoğaltıyor, yayıyor, dayatıyor.
Omurgasız “Çıfıt”, her renge boyanmakta, her kılığa girmekte hiçbir mahzur görmüyor.
“Kızıl kaşkol”a bürünmüş Profesör de, güya dönmeleri ifşâ eden kitaplarında, hangi popçu ve topçunun “dönme” olduğunu deşifre ederken değil, Türk tarihinin İslâm’la şereflenmiş sayfalarının, Selçuklu ve Osmanlı’nın “Çıfıt soyu” olduğunu uydururken asıl misyonunu icrâ ediyor; “Çıfıt”a düşmanmış görünürken, tam olarak “Çıfıt”ın istediğini yapıyor, “Türk’ün ruh kökleri”ni baltalamaya, İslâm’la alâkasını kesmeye çalışıyor.
«… her varılan yerde mukim olan halktan bir çoğu da İslâm’a giriyor ve bu tarihten sonra Türk adını alıyordu. Bugün emperyalistlerle, onlara hizmete gönüllü solcular, bu mânânın üzerinde çok oynar, aslında hiçbirimizin Türk olmadığını, büyük çoğumuzun Rum’dan ve Ermeni’den döndüğünü isbatlamak isterler. Böylece varmak istedikleri gaye bellidir; Osmanlı ve Selçuklu gibi azim Türklük örneklerini aradan çıkarıp, bugünkü Türk’ü Bizans artığı bir Batı sömürgesi hâline getirmek… Halbuki biz, Türk’ün nasıl “bir mânâ” olarak ortaya çıktığını, kimin nereden geldiğine ve kimin nereye gittiğine bakmaksızın İslâm haddi dairesinde belirtiyoruz; bundan ötesine de aldırmıyor, onları “Dönme Türkçülüğü” diye yaftalıyoruz.» (Selim Gürselgil, İsrail Oğlu Bedreddin Vâridatı, İkideniz, sayı:4, sayfa 21)
Elbette yeşile boyanıp, Müslüman kılığına da giriyor “Çıfıt”!
Hangi renk ve kılığa bürünürse bürünsün; Türk’ün ruh kökünü baltalamaktan, İslâm damarlarını kesmekten, sızdığı yeri ifsat etmekten, inançsızlığı, ilkesizliği, takıyyeciliği, opportunizmi ve ahlâksızlığı yaymaktan başka bir gâye tanımıyor.
Sızdığı her yerde, “Çıfıt”a en büyük düşman görünüyor “Çıfıt”; gücünü abartıyor…
“Köylü Türk”ü hor ve hakir görüyor; Anadolu’nun Müslüman yüreğine korku salmaya çalışıyor.
Dışımıza, içimize, yöremize, yanımıza bir göz attığımızda, n’idüğü belirsiz bir “başarı”yı tüm değerlerimizin üstünde bir yere koyup; “başarı” için, bize ya her pisliği hoşgörücü bir teslimiyetçiliği veya takıyyeciliği, opportunizmi veya kaba radikalizmi, nihilist fedâyı telkin ediyorken görüyoruz “Çıfıt”ı!
“İman ve İslâm Atlası” ile yürüyenler, “Çıfıt Kalesi”ne düşmeyeceklerdir!

Mustafa SAKA
mim.saka@googlemail.com
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.