Açık ve gizli iktidar ilişkilerini içeren bir politik süreç, Oryantalizm...
Edward Said, böyle bir hegemonya unsuru olarak tanımlıyor “Oryantalizm”i; Batı’nın Doğu’ya hâkimiyet süreci.
Bize göre “maymundan aşağı”, onlara göre “üstün insan”, yani “Batılı” olmanın, Batı'ya kabul edilmenin, Batı'yla bütünleşmenin sine qua non şartıdır Kemalizm. Becerdikleri hukukî, siyâsî, idârî düzenlemelerin tabiî dönüştürme sürecine bile tahammülleri yoktur; doğrudan müdahalelerle, bir çırpıda dönüştürmeye koyulurlar bir milleti.
“Batılı insan” denilen kimliği oluşturmak için her yol denenir. Özellikle 1930'lu yıllar... Tarih, coğrafya ve dil başta olmak üzere mimarlık ve güzel sanatlar alanındaki teşebbüslerden, Klasik liselerin açılmasına kadar gidilir. Bu dönem, Avrupa'nın hemen her alanda ithal edildiği yıllardır. Ne var ki, bu ikili bir süreçtir; bir yandan açık ve keskin bir Doğuculuk, bir yandan da aynı özelliklere sahip bir Batıcılık süreci...
Kemalizm gibi Batı yönelimli modernleştirici süreçlerin böyle özgül oryantalizmler ürettiği söylenebilir; Kemalist doktrinin teleolojik hâle getirdiği Batıcılık, içselleştirilmiş bir “Doğuculuk”tur aslında.
Said’e göre, “Yüklenmemiş (inert) bir tabiattan ibaret değildir Orient; “Batı sadece orada olmadığı gibi, Doğu da sadece orada değildir. Batı kadar Doğu da, tarihi olan bir fikir, bir düşünce, tahayyül geleneğidir. Oryantalizm, Doğu hakkında geliştirilmiş havai bir Batı fantezisi değildir sadece. Kuşaklar boyunca oluşturulmuş bir kuram ve eylem bütünüdür.”
“Doğu hakkında bir bilgi sistemi olarak Doğuculuk”, bu sürekli yatırım sayesinde Batı’nın Doğu’ya sızabileceği bir ağ hâline gelmiştir. Bu niteliğiyle Doğu, Avrupa kültürünü Avrupa içinde ve dışında hegemonik hâle getiren en önemli terkibdir. Çünkü, böylelikle, Avrupa kimliği bütün öteki Avrupalı olmayan insanlar ve kültürlere kıyasla daha üstün kılınmış olmaktadır. Bu arada Avrupa'nın ileriliği, Doğu'nun geri kalmışlığı vurgulanarak da ikinci bir hegemonya zemini inşa edilmektedir; “Pozisyonel üstünlük” diyor buna Said.
Bir süre sonra, bir gerçekliği meydana getirmeye de başlar kavramlaştırmalar; zaman içinde bir gelenek hâlini alır bu bilgi ve gerçeklik. Said'e göre, Foucault'nun “söylem” (discourse) dediği şey, bu gelenektir. “Gerçek”, “bilimsel söylem” şeklinde ve onu üreten kurumlarla merkezîleşir.
Doğuculuğun oluşumundaki asıl âmilin, Doğu coğrafyasının Batı'dan geri kalmış olduğuna dönük inanç olduğunu belirtir Said. Bu geri kalmışlık algılaması ve anlayışı, Doğuculuğun bir siyasal doktrine dönüşümünü de hazırlamıştır. Bütün bunlar, Said'in yorumuna göre “açık Doğuculuk”tur (Manifest Orientalism). Zaman içinde beklenen dönüşümünü gerçekleştirmiş ve Doğu'nun akademik açıdan incelenmesi olmaktan çıkıp idârî, ekonomik ve askerî bir hüviyet kazanmıştır bu Doğuculuk.
1908 öncesini hazırlayan sürecin bağlandığı pozitivist ve evrimci dünya görüşü Kemalist kadroları da yoğun biçimde etkilemiştir. Evrimci anlayışın temel parametresi modernitedir. Modernite, pozitivist süreçte bir tabiî dönüşüm olarak görülmemiştir; daha ziyade bir proje olarak değerlendirilmiştir. Burada ilginç ve örtük olan husus, modernite denilen sürecin Batı tarihinin ortaya çıkardığı gelişmelerle eşanlamlılığıdır. Bu oluşum özünde teknik ilerlemeyi barındıran ciddi bir teknolojist yaklaşıma dayanır. Batı dışı modernitelerin oluşumundaki öncelik ise daima ictimâî dönüşüme verilmiştir.
Burada ilginç olan, bu şeklî değişikliklerden ibaret Kemalist devrimlerin Batı'ya dönük “anti-emperyalist”(!) mücadelenin bir parçası sayılmasıdır. Evet bu anlayış, şiddetli bir Batı karşıtı “söylem” vasıtası ile, fevkalâde bir Batı yandaşlığını benimsemekte ve benimsetmektedir. “Batı uygarlığı” denilen olguyu hazırlayan bütün süreçler, bu Batı karşıtı söylemle birlikte gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda M. Kemal, “Türklüğü Batı medeniyet toplumları arasına katılmaktan alıkoyucu bütün köstek ve engelleri silip süpüren bir devrimci”dir. Bu değerlendirmeye göre ve bütün uygulamalarıyla, görülmemiş bir “Batıcılık”tır Kemalizm. O kadar ki, “Nutuk” ve beyanlarında hiç denecek kadar az yerde doğrudan Batı (Garp) kavramını kullanır Kemal. Daha sıklıkla kullandığı kavram “medeniyet”tir. “Medeniyet” kavramıyla “Batı” arasında bir fark yoktur kafasında: “Medeniyet demek Batı demektir. Bütün mesaimiz Türkiye'de asrî, binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir? Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir. Bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. İmparatorluk zamanında sultanın hükümetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. Siyasetimizin, ananelerimizin, menâfiimizin bizi fikrü temayül itibariyle bir Avrupa Türkiyesi, daha doğrusu garbe teveccüh etmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır.”
“Batı’nın şeyini alalım ama şeyini almayalım” diyenlere ve bunların pîri olan Gökalp’e de cevap vermeyi ihmâl etmez Kemal: "Bence medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur.”
Bu noktayı, Kemalizmin içselleştirdiği Oryantalizm olarak kaydetmek gerekir. Çünkü, bu yaklaşımla birlikte gerek M. Kemal, gerekse Kemalist doktrini yaymakla kendisini yükümlü gören çevre, Doğu'nun a priori geri kalmışlığına ve Said'in kitabında belirttiği üzere belli bir İslâm (Sünnî ve Nakşî) yorumunun ve pratiğinin buna yol açtığına iman eder: “İslâm âlemi düşüncelerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği değişiklik ve yükselmeye uydurmadıklarından, büyük felâket ve ıstırap içindedirler.”
Aksi yapıldığı, yani herhangi bir konuda Batı'nın uyguladığı yöntemden vazgeçildiği takdirde dünyanın kendisine “güleceği”nden endişe eder Kemal; ve hâlihazırda bundan endişe etmektedir Kemalistler.
Batı güçlü ve saire olduğu için oraya yönelinmelidir; çünkü biz geriyiz vs... Ne var ki, bu yaklaşım örtük oryantalizmin, Kemalist söylemin hegemonikleşme sürecinde kullanıldığı, onun dışına çıkılmaz bir aracı olmaya yöneldiği son derecede açıktır. Nitekim bu anlayış kısa sürede çok daha kapsamlı bir proje niteliği kazanmış, daha farklı katkılarla çok farklı bir yörüngeye oturmuştur. Bu, “Türk Hümanizmi” dir. “Türk Hümanizmi” diye yerleştirilen kavram, özünde Almanya'nın 1848-1918 arasında yaşadığı ve kimi kaynaklarda “aklın krizi” diye özetlenen dönemde üretilmiş Antik Yunan ve Roma kaynaklarına dönmek, onlan günlük hayat içinde yeniden üretmek ve Avrupa düşüncesini bu bağlamda kurmak yolundaki düşüncenin gecikmiş bir biçimde Türkiye'de de yerleştirilmesi çabasıdır. “Kemalist Devrimler”, bu anlamda “skolastik düşüncenin reddi, Hümanist düşüncenin olduğu gibi kabulü”dür. Bunun özü de, “Avrupa'yı Avrupa yapan ictimâi ve ahlâkî değerlerin insancıl ve akılcı ilkelere dayandığı ve bu ilkelerin kaynağının Yunan-Roma evreninde aranması gerektiği”dir. Bu amaca varmak için eğitim sistemi tepeden tırnağa değişmeli, “Osmanlı tarih ve edebiyatı dahî öğretilmemeli”dir.
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi H. Bülent Kahraman’ın “Kemalist Oryantalizmin Kökenleri Üzerine” derince sondaj çalışmasından yapmış olduğumuz özleştirmeyi burada noktaladıktan sonra...
Ulusalcı tâifenin bugünkü sözde Batı karşıtlığı, Anti Emperyalistliği, Amerikan Düşmanlığı, Doğuculuğu, “Avrasya Seçeneği”, “Şangay İşbirliği” ve sâire, Kemalizm’in dün bize İslâm’dan gayrı arkaik kök dikte etmesi ile aynı hizadadır. Onların Doğuculuğu, Doğu’ya gömülmemizdir; bizim Doğuculuğumuz Batı’yı fethetmek... Onların Doğuculuğu küçüktür; Bizim Doğuculuğumuz “Büyük”! “Büyük Doğu”culuk makbûldür; küçük doğuculuk “merdud”!!!
Merdud: Reddedilen, kabûl edilmeyen.
“Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur.” (Hadîs-i şerîf - Hadîka)
“Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü Teâlâ’dan uzaklaştırır. Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık, düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur.” (İmâm-ı Rabbânî)
25 Ağustos 2008 Pazartesi
mim.saka@gmail.com