Son iki-üç yıldır Almanya'da gündemden düşmeyen bir "çocuk katliamı" var.
Özellikle bebek yaşta çocukların kendi öz anne babaları veya yakın aile çevresinden çıkan kişilerce öldürülmeleri.
Gerçekten insanın kanını donduran şeyler.
Vakalar ilk zamanlarda özellikle eski sosyalist Almanya (Doğu Almanya) eyaletlerinde ortaya çıktı ve "Sosyalist maddeciligin insanlığı harab etmesi"ne bağlandı...
Ama hemen ardından "daha hümanist" diye empoze edilen Batı Almanya eyaletlerinde de (yani "kapitalist kültürün" hakim olduğu bölgelerde) baş gösterdi.
Olayların temelinde elbet cehalet var...
Tam bir CÂHİLİYE FENOMENİ!
Baran dergisinde, bu yönde, "Murat Han" imzalı "Dişil Tapınma ve Dişilik" başlıklı güzel bir yazı çıkmıştı...
Almanya'da da zaten hâdiselerin merkezinde "Annelerin annelik vasfını kaybetmeleri" yatıyor...
"Annelik vasfı" derken tabiî, "insanlık vasfı"dır yitirilen.
Bazen "modern din" diye tanımlanan ideolojilerin (materyalizmin iki kolu olarak kapitalizm ve sosyalizm) "verimleri"...
Bir kac gün evvel bir Alman televiziyon kanalında verilen bir habere göre, Almanya'da resmî rakamlara göre 1000 üzerinde cocuk "kayıp"...
Haberde gayri resmî rakamların çok daha yüksek olduğuna atıfta bulunuluyor ve Alman hükümetinin "ne hikmetse hic bir ciddi önlem almadığı"ndan şikayet ediliyordu.
Bu fenomen Almanya ile sınırlı değil; takip edebildiğim kadariyle enternasyonelleşen bir fenomen.
Bir haberde, İngiltere'de (2006 yılında) bir çocuğun "ritüel" sekilde öldürüldüğünü okudum...
Afrika kökenli bir "kült" etrafinda cereyan etmis olay.
Afrika derken, Sudan ve Çad’da vukû bulan "çocuk kaçırma" hadisesi...
Sanırım Fransa kökenli bir "insanî yardım kuruluşu"nun onlarca çocuğu illegal olarak Avrupa'ya nakletmek isterken Çad’da enselenmesi...
Çocukları güya "yetim" diye, "daha iyi bir hayat için" Avrupa'ya götürmek istemişler.
Çocukların çoğu yetim olmadığı ortaya çıktı.
Tv’de izlediğim kadariyle, çocukların çoğunluğu da müslüman ailelerden.
Çad’daki olaya, Fransa devlet başkanı Sarkozy derhal el koymustu...
Neticede, Cad’da hapis cezalari kesinlesen çocuk tüccarlarının hepsi sağ sâlim Avrupa'ya dönebildiler.
"Uluslararası Hukuk"un "faydaları"ndan...
Ve tabiî ki kimse (Batı'da veya Doğu'da olsun), bütün bu "fragment"leri bir araya getirmek için (yani olaya bir toplayıcı ve bütüncü perspektiften yaklaşan) ciddi bir çaba içinde değil (gibi?).
Kısaca, son haftalarda dikkatimi iyice cezbeden ve meşgul eden bir şey hâlini aldı bu "fenomen"...
Sizin entelektüel ve gazeteci yönünüz ile bu "acayip fenomeni" yorumlamanız ve/veya duyurmanızı...
(...)
Almanyalı bir okuyucumuzdan geldi yukarıdaki mektup; Tankred Bolivar imzalı... Şahsıma özel kısmını alıkoymaktan başka bir kelimesine bile dokunmadan aktardığım mektubun sahibine çok teşekkür ediyorum. Ve birikimi ile kaleminin görünen gücüne istinâden, dikkatini celbeden konularda doğrudan dergilerimize yazmasını rica ediyorum kendisinden.
Bir bebek/çocuk niçin öldürülür?
Ya bir soyu kurutmak için, yani soykırım amacıyla veya bir yükten kurtulmak için, yani kaygılar ve korkular, totem ve tabu sebebiyle.
Çeçen, Iraklı ve Filistinli çocukları öldüren Rusya, Amerika ve İsrail’i birinci sınıf kâtillere örnek olarak sayabiliriz.
İkinci sınıf katliama örnek olarak da, “Câhiliye Devri” sayılabilir. O Câhiliye âdetine günümüzden bir misâl, 18.12.2006 tarihli şu haber (AA): «Hindistan'da son 20 yılda 10 milyon kız bebeğin ebeveynleri tarafından doğmadan önce ya da doğduktan hemen sonra öldürüldüğü belirtildi. Kadın ve Çocuk Gelişimi Bakanı Renuka Chowdhury, bunun "ulusal bir kriz" olduğunu belirterek, "Bunlar şoke edici rakamlar ve bana sorarsanız ulusal bir krizin içindeyiz" dedi. Bakan, bazı eyaletlerde yeni doğan kızların, burun deliklerine ve ağızlarına kum ve tütün suyu dökülerek öldürüldüğünü söyledi. BM Çocuk Fonunun (UNICEF) bu hafta yayımlanan "2007 Dünya Çocuklarının Durumu" adlı raporunda, Hindistan'da çocuğun cinsiyetinin belirlendiği testten sonra kız ceninlerinin önemli bölümünün kürtajla alındığı belirtilmişti. Raporda, Hindistan'da kadına karşı ayrımcılık yüzünden günde ortalama 7 bin kız çocuğunun dünyaya gelme şansını yitirdiği bildirilmişti.»
Tam bir Câhiliye Fenomeni!
Ama bugünkü cehâletin derekesini, yani kıyas edilemez alçaklık derecesini gösterebilmek maksadı ile; ve o zamanki Câhiliye Arabı’na övgü zannedilmesin kaydı ile söylemek icab ediyor: Câhiliye Arabı’nın klanları, totemleri ve tabuları vardı. Yanlış ve çarpık da olsa ahlâkî kaygıları vardı. Kız çocuklarını öldürürken de, yanlış ve çarpık bile olsa bir ahlâkî kaygı ile yapıyorlardı bunu. Âidiyet bağları güçlü idi. Adanmıştılar, fedâkârdılar; gururları ve aidiyetleri uğruna ölmeye hazırdılar. Savaşçıydılar, gururluydular, cesurdular, merttiler, asabiydiler; kendilerinden olanlara karşı merhametli, kendilerinden olmayanlara karşı acımasızdılar... Evet cahildiler, vahşiydiler, muazzam bir yanlıştaydılar; ama insandılar. Fıtratları bozuk değildi. Erkeklerinde erkeklik, kadınlarında kadınlık mayası duruyordu. Çocukları da çocuktu; ana-babaya, klana, totemlere ve tabulara saygılıydılar. O Câhiliye Arabı, totemler yerine 1 olan Allah’a inanır inanmaz, tabuları yerine İslâm’ın emir ve yasaklarına teslim olur olmaz, insanlık tarihinin en üstün, en medenî insanları oldular.
Bizim atalarımız, yani Câhiliye Türkleri de böyle idiler. Onların da totemleri ve tabuları vardı, töreye son derece bağlıydılar. Yanlış ve çarpık da olsa ahlâkî kaygıları ve âidiyet bağları sağlamdı. Savaşçıydılar, gururluydular, cesurdular, merttiler, asabiydiler; kendilerinden olanlara karşı merhametli, kendilerinden olmayanlara karşı zâlimdiler... Evet cahildiler, vahşiydiler, muazzam yanlıştılar; ama insandılar. Fıtratları bozuk değildi. Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını, çocuk çocukluğunu bilirdi.
O Câhiliye Türkü de, totemler yerine 1 olan Allah’a inanır inanmaz, tabular yerine İslâm’ın emir ve yasaklarına teslim olur olmaz, dünyanın en üstün medeniyetlerinden birini kurdu; üç kıtaya insanlık ve adalet götürdü.
Müsbete evrildiğinde fevkalâde övgüye değer şu meziyetlerin hiçbiri yok postmodern vahşîlerde. Tek ortak yanları vahşî olmaları; ama her iki vahşetin niteliği ve niceliği kıyas kabul etmiyor.
Calvin ile Marx’ı, Darwin ile Freud’u, bu emsâlsiz vahşetin, “Postmodern Câhiliye”nin “Kurucu Babalar”ı sayabiliriz. Kapitalizm’in, Komünizm’in, Nasyonalizm’in, Egoizm’in, Pornografizm’in ve “Bebek Katliâmı”nın “Ulu Mimarlar”ıdır bunlar. Referansları Muharref Tevrat’tır. “Yahudi Allahsızı”dır her biri.
Jean Calvin’in (1509-1564) “Kapitalizmin Papazı”dır; “Allahsız Yahudi”dir. Referansı “Muharref Tevrat”tır; “Seçilmiş-Üstün Irk” saplantısıdır. Kateşizmasındaki altı esasa göre: (1) İnanmakla kurtuluşa eremez herkes; seçilmiş olanlar inanabilir ve kurtulabilir sadece. (2) Daha dünya yaratılmadan, Tanrı seçmiştir kurtuluşa erecekleri. (3) İsa, bütün insanları değil, sadece seçilmişleri kurtarmak için feda etmiştir kendini. (4) Tanrı’nın bütün insanlara olan çağrısı göstermeliktir; asıl ve değişmez kurtuluş çağrısı sadece seçilmişleredir. (5) Azizler seçilmiş ve kurtulmuş kimselerdir. (6) Kutsal güveni kazanmanın yolu, disiplinli çalışmak ve para kazanmaktır.
Marx da “Allahsız Yahudi”dir. “Felsefî, politik, ekonomik bütün eserlerinin özeti, “tarihsel zorunluluk” lâfı ile Komünist Manifesto’nun (1848) başındaki şu cümledir: “Bütün toplumların tarihi, sınıf savaşları tarihidir.” Bu “Sınıflar Savaşı ve Sınıfsız Toplum” fikrinin referansı da doğrudan “Muharref Tevrat”tır; “Seçilmiş-Üstün Irk” inancıdır.
Charles Darwin (1809-1882) de “Yahudi Allahsızı”dır. “Seleksiyoncu”dur, “seçilmişçi”dir, “üstün ırk”çıdır.
Sigmund Freud (1856-1939) da böyledir. Bütün değer yargılarını iki bacak arasına sığdırmaya çalışmıştır. “Totem ve Tabu” eseri ile, ilkel kabilelerin totemlerine ve tabularına varana dek ve meşrûyetini iki bacak arasından almayan narsist-egoist davranış modellerine kadar savaş açmıştır. Yani bütün değer yargılarına, yani aslında “Yaratılmış”a ve “Yaratan”a savaş açmış bir “Yahudi Allahsızı”dır.
Bu “Yahudi Allahsızlığı”, kendini seçilmiş zanneden, üstün ırk zanneden uluslara böldükten sonra insanlığı; tek tek egolara bölünmeye gelmiştir sıra.
Birgün sınıfta, 10-15 yaş arası öğrencilerime, giyim tarzlarını kimin belirlediğini sordum: “Anneniz mi, babanız mı, arkadaşınız mı, siz mi?” İstisnâsız “ben” dedi her biri. Tesâdüf (!), t-short ve blue jean vardı, ben dâhil, herkesin üzerinde. Gösterdim. İlk defa görmüş gibi şaşırdılar.
- “Biz seçmiyoruz; birisi giydiriyor bizi çocuklar.”
- “Peki kim?”
“Sen farklısın” diyor reklâm spotları. “Kendine iyi bak” temennîleriyle teşvik ediyoruz birbirimizin parçalanmasını. “Egosal bağımsızlık” veriliyor âdetâ herkese.
Tek tek egolara bölünmüş olan modern toplumlarda “aile” yoktur. Olamaz. İki ego bir eve sığmaz. İki de çocuk varsa; dört ego bir eve hiç sığmaz. Meselâ İsviçre’de ve Almanya’da evliliklerin ömrü 5-7 yıldır. Geçtiğimiz aylarda, “evliliğin 7. yılında otomatik olarak boş olsun çiftler; devam etmek isteyen nikâh tazelesin” teklifi bile yapılmıştır Almanya’da.
Bizim kadim maârif sistemimizin hazırlık sınıflarında ve son nefese dek niçin “nefs terbiyesi” ile “fedâkarlık” öğretiliyordu?!
Ve şimdi “ego”nun da parçalanmasındadır sıra. Ego da parçalanırsa, insana ait hiçbir şey kalmayacaktır artık geriye. Ve mâlesef egoizm bile aşılmış, “ego” da parçalanmış; ve kendi çocuklarını ritüel tertip ederek öldüren anneler çıkmıştır artık meydana.
(22 Ocak 2008, Furkan Dergisi 22. Sayı)