16 Aralık 2007

Yüz Yıllık Uyku

Osman Bey dünyaya geldiğinde, babası Ertuğrul Gazi ile annesi Hayme Ana bir toy tertip etmişler.

Ak tolgalı beyler, alperenler, ak sakallı bilgeler sıra ile hediyelerini vermişler; “Bârekallah!” demişler.

Kırklar ve Yediler de teşrif etmişler.

“Allah’tan dileğim “güzellik”, demiş Birinci Eren.

“Ben ise güzel ahlâk diliyorum; Allah sûretini güzel yarattığı gibi sîretini de güzel eyleye!” demiş İkici Eren.

“Ben de dilerim Allah’tan, fevkalâde âkil olsun!” demiş Üçüncü Eren.

Dördüncü Eren “hikmet ve cesaret” dilemiş Allah’tan; “Erkeğin güzelliği bunlardır; soyu dahî böyle olsun!” demiş.

“Adâlet ve zafer” dilemiş Beşinci Eren de; “Dilerim Allah’tan, kılıcın keskin olsun; hikmet, şecaat ve adalet ile dünyaya hükmetsin soyun!” demiş.

“Doğumu mübarek ola; dünya ve ahiret saadetine nâil ola! demiş Altıncı Eren.

Fakir fukara ve gurebâ, çoluk çocuk ve kundaktaki bebeler, beyler, alperenler, ak sakallı bilgeler ve bütün misafirler, Kırklar, Yediler ve Melekler cümleten âmin demişler...

“Vazife cümleden âlâ, nefs cümleden ednâ; haydi iş başına, düşülmesin nefsin pususuna!” demiş Yedinci Eren.

Herkes işine bakmak üzere doğrulurken tam, bir ses duyulmuş “durun” diye.

Yaşlı mı yaşlı, çirkin mi çirkin bir kadın imiş kapıdan seslenen. “Beni davet etmediniz tabiî!” demiş. “Ama ben geldim yine de, çünkü ifsad etmek isterim bütün hayırlı işleri; hayırların şer olmasını dilerim; neslinize dahî ortak olmak isterim. Eûzü-Besmele’siz her yere girerim. Toyunuza giremedim, ama olsun, böyle kapılarda da beklerim. Mü’min kâlplere şüphe ve endişe üflemektir görevim. Kapıdan da olsa diyeceğimi der, üzerinize üflerim. Erenlerin dileğine yetmez elbet nefesim. Lâkin benim de dileğim: Bütün bu dilekler gerçek olduktan sonra, denizler ve dağlar aştıktan sonra Osmanoğlu, nice muazzam ordular karşısında inanılmaz kazandıktan sonra; üç kıtaya götürdükten sonra Allah’ın ismini, nam saldıktan sonra bütün dünyaya; bir iğ batmasıyla eline, ölüp gitsin dilerim Devlet-i Âliye-i Ebet Müddet!”

“Defol ey kovulmuş lâin!” diye doğrulmuş Şeyh Edebali; “Ben demedim daha Cenâb-ı Allah’tan dileğimi ve Osmancık’a vasiyetimi!”

«Ey Oğul! Kişinin gücü günün birinde tükenir, ama hikmet yaşar. Hikmetin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür, eseri kalır. Savaşı sevme! Kan akıtmaktan hoşlanma! Ama kalkıp insin hep kılıcın! Durmaya, dinlenmeye hakkın yok. Çünkü zaman dar, vakit az! Ey Oğul! Geçmişini bilmeyen, geleceğini bilemez. Geçmişini iyi bil, ki geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma, ki nereye gideceğini unutmayasın. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün bir kıla bağlı. Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Yükünü taşıyacak güç, akıl ve kâlp versin. Uykuda bile edebi terk etmeyesin. Uyuyasın, ama ölmesin kâlbin!»

Mosmor olmuş suratı, kapıdaki Lâin’in. “Parmağına iğ battığında ölmese de, yüz yıl uyusun o vakit; ve Millet-i İslâm uyusun, tarih dursun bâri bir asır; bu kadarına da razıyım!” demiş.

Dilemmâ: Hangi gerçek benzemez ki bir yerden masala?!

Prenses büyümüş; sağlıklı, güzel ve akıllı bir genç kız olmuş. Kral ile Kraliçe cadının büyüsünü unutmuşlar bile. Zaten ülkede ne kadar iğ varsa yok etmişler imiş tedbir olarak. Fakat ayın on dördü hâline geldiği, tamamen serpilip geliştiği günlerden bir gün, daha önce hiç ilgisini çekmeyen yarı aralık bir kapıya takılmış gözü prensesin. Kapıyı açmış, kıvrımlı bir yolu takip etmiş. Nihâyeti yolun, üzerinde altın bir anahtar bulunan bir başka kapıya varmış. Açmış. İçerdeki küçük ve dağınık bir odada çarklı bir şeyler çalıştıran yaşlı mı yaşlı, çirkin mi çirkin bir kadın varmış. “Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş. Yaşlı ve çirkin kadın gülümsemiş, yanındaki domuz yavrusunun sırtını sıvazlamış, “İplikçiyim, eğiriyorum, şapka/eşarp dikiyorum!; Orada öyle bakıp durma, gel sen de dene, hadi!” demiş. İği uzatmış ve sivri ucunu batırıvermiş prensesin parmağına. Yağmur taneleri havada donmuş sanki; eller semâya açık, ama icâbetsiz duâlar; bir uyuşukluk, bir uyku...

Çok zaman sonra, “Çile”li bir genç farketmiş milletin uyumakta/uyutulmakta olduğunu; dikenli çalılarla kaplandığını yolların; ülkesinin “başsız başsız adamlar”la, “sahte kahramanlar”la... "Sakın zaman büsbütün tükenmiş, mekân dürülmüş olmasın!" diye hayret etmiş. “Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden daha keskin eliyle, başını ensesinden ayırıp o genç adam”, uzanmış yatağına. Yerleştirmiş başını, iki diz kapağına. Soruvermiş: “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi? Yetiş, yetiş hey sonsuz varlık muhasebesi!” Ölülere görünmeyen bir Pîr tutmuş elinden; Manzûr-u Nazar-ı Pîrân-ı Kirâm... 500 yıl yaşamış, 50 yılda. Varlık muhâsebesi, beş asırlık tarih ve hâl muhâsebesi, bu milleti ve durdurulmuş olan tarihi yüz yıllık ölüm uykusundan uyandıracak bir Mîr dilemiş Allah’tan.

Beş yüz yıldır beklenen mütefekkir: Salih Mirzabeyoğlu!..

Uyuyan Güzel: Masal, mesel, misâl...


16 Aralık 2007

(Baran Dergisi, 50. Sayı)
Mustafa Saka

mim.saka@googlemail.com

RSS feed Twitter.
İsim: Email:

0 yorum:

Yorum Gönder

Blogger tarafından desteklenmektedir.