20 Aralık 2007

Muhtasar Türk - Yunan Meselesi

TAKDİM

Kürt, Lâz, Arap, Acem, Bulgar, Yunan meselesini çözmüş bir devletti Osmanlı; çözümün adı Osmanlı, kaynağı İslâm idi.

“Osmanlı Çözümü”nü çözdükten sonra çözüm diye yerine koyduğu ne varsa İngiliz’in, “nihâî çözüme dek çözümsüzlük” şiârıyla konuldu.

Osmanlı’nın devamı olmadığı gibi, muâdili veya muarızı bir devlet de değildir TC; hatta devlet değildir; çözümsüzlük sürecini aşmak üzere kurulmuş “devletsi” bir köprüdür; “köprü devlet”!

Nihâî çözüm, İslâm’ın Anadolu’dan tasfiyesidir; Endülüste başarı ile gerçekleştirdikleri “Yeniden Haçlılaştırma”yı (Reconquista) Anadolu’da da başarmaktır.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki Azınlıklar, Kıbrıs, Ege, Karasuları, Kıta Sahanlığı, Adaların Silahsızlandırılması, Egemenliği Anlaşmalarla Belirlenmemiş Adalar, Hava Sahası ve FIR, NATO Komuta Kontrol Sorumlulukları, Heybeli Papaz Okulu, Patrikhane gibi meseleler de nihâî çözüme kadar çözülmemek üzere oluşturulmuş meselelerdir. Nihâî çözüme yaklaşıldıkça, yani Türkiye’nin çözülme vaktinin geldiğine kânî olundukça, her biri Türkiye’yi çözmek üzere çözülecek meselelerdir.

Nitekim, bu meseleler hukuken (barışla) çözülmeye kalkıldığında Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde düzenlenmiş, belgeleri de buna göre yazılmış meselelerdir. Bu yüzdendir ki TC, Kürt Meselesi’ni hukuk (barış) yoluyla çözmeyi aklından bile geçirmez. Yunanistan’ın “gel bu işleri Lahey’de çözelim” teklifini de her defasında bu sebeple reddeder; “ne münasebet canım, komşu değil miyiz, aramızda hâlledelim” diye yan çizer.

Özetin özeti de olsa sayfalar tutan bu yazımızda, başlıkları bile can sıkıcı olan, artık duymaktan epey sıkıldığımız meselâ FIR gibi saçmalıklar etrafında fır dönecek değiliz. Bu meselelerle kafasını karıştırmak isteyen varsa, olabildiğince objektif fotoğrafları http://www.turkishgreek.org adresinde okuyabilir.

Yunanistan’da yaşadığım 3,5 yıl boyunca, kafamı karıştırma pahasına anlamaya çalıştığım bir meseledir Türk – Yunan Meselesi. Aşağıda okuyacaklarınız, 2002-2003’te www.yeniakademya.org adresinde yayınlanmış olan yazılarımdan özetlenmiştir; “Türk - Yunan Meselesi”nin özünün özetidir. İlk defa Aylık’ta matbû olarak yayınlanacak olan bu uzun özet, kafa karıştırmak değil, anlayış kazandırmak niyetindedir.

Eksik ve kusurlarıyla birlikte istifadenize arzederim.

Mustafa Saka

20. 12. 2007

BİZANS ve ORTODOKSİ

Ortodoks Kilisesi'nin tarihi, kendisini kuran, koruyan, yaşatan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun tarihinden bağımsız olarak ele alınamaz!

“Patrikhâne” denilen kurum, 330 yılında, İmparator Konstantin tarafından kuruluyor.

Başlangıçta dinî bir kurum olarak kurulan Patrikhâne’nin statüsü, (Kadıköy Konseyi’nde -451- alınan kararla) Roma’ya eşit sayılıyor. Sadece dinî öderlik değil, hükümet etme yetkisini de almış oluyor Patrikhâne; ve Doğu (Yeni Roma - Bizans) Kilisesi’nin temsilcisi oluyor...

Hazret-i İsa’nın “Teslis”teki statüsü üzerine süregelen tartışmalar neticesinde, 1054 yılında birbirlerine giriyorlar Batı (Roma) Kilisesi ile Doğu (Roma) Kilisesi. Roma Piskoposu (Papa), “Konstantinopolis Patriği”ni aforoz ediyor. Kendilerini “Katolik” (Evrensel) gören Batı (Roma) Kilisesi ile kendilerini “Mustakîm” (Ortodoks) gören Doğu (Roma) Kilisesi tamamen kopuyorlar birbirlerinden...

FETİH ve ORTODOKSİ

Fatih’in topları İstanbul surlarını döverken, Ortodoks Doğu Roma, Katolik Batı Roma’dan yardım istiyor. Cevap olumludur, yardım edilecektir; ancak “birleşme(!)” şartıyla! Yani Ortodoksi’nin Katolikliğe teslimi şartıyla!..

Bizans İmparatoru bu şartı kabûl ediyor...

Lâtin (Haçlı) işgâlinin (yağma, terör, tecavüz, katliam) izleri henüz zihinlerden ve hatta Ayasofya’nın duvarlarından silinmemişken, Katolik Kardinal İzidor’un yönettiği bir “birlik(!)” ayini yapılıyor Ayasofya’da.

Halkın kâhir ekseriyeti nefretle karşılıyor bu teslimiyeti; ayine katılmak yerine civar kiliselere ve manastırlara kapanıyorlar. Bizans’ın, İmparator’dan sonraki en yüksek devlet adamı olan Grandük Notaras da halkla birlikte hareket ediyor:

- "Konstantinopoli'de Kardinâl şapkası görmektense Türk (=Müslüman) sarığı görmeyi tercih ederim" diyor!

Ortodoksi’nin bitişi demek olan bu teslimiyeti kabul etmediği için makamından uzaklaştırılan (Fetih’ten sonra yeniden Patrik olan) Patrik Gennadios da, Ortodoksluk için en iyi tercihin Kardinal şapkası değil, Türk (=Müslüman) sarığı olduğunu söylüyor!

Ayasofya’da, korku ve endişe ile ağlaşarak son dualarını etmekte olan Bizanslılara susmalarını işâret ediyor Fatih; ve Patriğe hitaben şöyle diyor:

- "Ayağa kalk; ben Sultan Mehmed; sana, arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki: Bu günden itibâren artık ne hayatınız ne hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız!"

Fatih’in Ortodoks-Hristiyan ahâliye bu insanî yaklaşımı, İstanbul’u mezhep farklılığından dolayı yakıp yıkmış olan Katolik Batı Roma’da tarifsiz bir şaşkınlık uyandırıyor; ve Fatih’in “kripto” Hristiyan olabileceği ihtimali üzerinde bile ciddi ciddi tartışıyorlar. (Bugün bizim naif bazı müslüman kardeşlerimizin “İngiliz Prensi Charles de gizli müslümanmış” tarzı ukdelerinin, o günkü hristiyan versiyonu.)

İHANET YUVASI

Fatih’ten sonraki süreçte Osmanlı Divan-ı Hümayunu’na, Derya Tercümanlıkları’na, Başkâtiplik ve Kapı Kethüdâlığı’na, Eflâk ve Boğdan Voyvodalıkları’na ve nihayet Osmanlı Dışişleri’ne neredeyse tamamen yerleşen Fener’le, Osmanlı’ya karşı ittifaklar geliştirmeye çalışıyor Fransa, İngiltere ve Rusya... Nitekim 1774 Kaynarca Anlaşması ile Ruslar’ın Osmanlı’ya kabul ettirdikleri maddelerden biri de, Rusya’nın, Osmanlı Devleti’nin Hristiyan tebâsını himâye hakkı oluyor... (Rusya, bugün de hâlen Ermenistan, Ukrayna, Moldova, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan ve Kıbrıs’ı da içine alan Ortodoks devletlerin liderliği emelini güdüyor. Ve Fener’in “ekümenik” olma çabalarından rahatsızlık duyuyor Rusya. Yunanistan’da da hükümet değil ama birçok siyasî, Yunan Kilisesi ve halkın büyük çoğunluğu aynı rahatsızlığı duyuyorlar pek haklı olarak.)

KİN KAPISI

Fener Patriği III. Pantenios, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik ediyor. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Patriğin voyvodalara gönderdiği mektubu ele geçiriyor ve Patriğin asılmasını emrediyor. Patrik III. Pantenios, 24 Mart 1657 günü Parmakkapı’da asılıyor...

1820-1821 Mora isyanı, Balkanlar'ın Memâlik-i Osmanî'den ayrılmasını sağlayan en önemli hareketlerden biri oluyor. Padişah, Sultan II. Mahmud. Sadrazam, Benderli Ali Paşa. Fener Rum Patriği koltuğunda ise Gregorius oturmakta. Devletin yaptığı araştırmalar neticesinde, isyanda Rus ve Fener Patrikhanesi’nin dahli olduğu ortaya çıkıyor. Benderli Ali Paşa’nın emriyle Patrikhâne’de arama yapılıyor ve Mora İsyanı'nın plân çalışmaları ve sâir belgeler bulunuyor. Patrik Gregorius, yapılan muhakemesinde suçlu bulunarak, 21 Nisan 1821 günü, Fener’in orta kapısı önünde idam ediliyor. Bunun üzerine Patrikhane yönetimi, aynı yerde bir Türk büyüğü asılana kadar bu kapının kapalı tutulmasına karar veriyor. Mezkûr kapı, “Kin Kapısı” olarak anılıyor ve bugün de hâlen kapalı bulunuyor...

GREGORİUS’UN HAYÂLİ: KEMALİZM

Osmanlı Devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, “isyana elebaşılık etmek” suçundan Fener Patrikhânesi’nin kapısında asılan, Patrik Gregorius'un, Rus Çarı Aleksandr'a yazdığı mektuba hâtırâlarında şöyle yer veriyor:

- "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-ı mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ü idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da an’anelerine olan merbutiyetten (bağlılıktan), ahlaklarının salâbetinden (kuvvetinden) gelmektedir.

Türkler’de evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî rabıtalarını (bağlarını) kesretmek (parçalamak), dinî metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, an’ânât-ı milliye ve mâneviyelerine uymayan haricî fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır.

Türkler, haricî muaveneti (dış yardımı) reddederler, haysiyet hisleri buna manidir. Velev ki, muvakkat bir zaman için zahirî kuvvet ve kudret verse de, Türkler’i harici muavenete alıştırmalıdır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkler’i kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ni tasfiye için, mücerred olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Ve hatta sadece bu yolda yürümek Türkler’in haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir.

Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissetirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır!”

İŞGÂL GÜNLERİNDE FENER

Fener Patrikhânesi, Mondros mütarekesinden sonra İtilâf kuvvetlerine hitaben bir beyannâme neşrederek, Anadolu’yu işgâl etmelerini istiyor...

1 Eylül 1918’de neşrettiği bir başka beyannâmede, Yunan Ordusu’nun Türklere karşı muzafferiyetlerini övüyor ve Anadolu’da mukim Rum-Ortodoks ahâlinin fiîlen Yunan ordusuna katılmasını emrediyor...

SÖZDE ANLAŞMA

Lozan’da, Fener Patrikhânesi’nin statüsünün bundan böyle nasıl olacağı tartışmasını tatlıya bağlamak zor olmuyor. Venizelos başkanlığındaki Yunan heyeti, Fener’in, Fatih’den itibaren sahip olduğu imtiyazlarının devamını istiyor. Türk tarafının karşı argümanı ise çok güçlü; İsmet, “biz artık bir İslâm devleti değiliz, ancak bir İslâm devletinin verebileceği imtiyazları Türkiye Cumhuriyeti veremez” diyor. Dr. Rıza Nur, Patrikhâne’nin İstanbul’dan kaldırılmasını istiyor. İngilizler araya giriyorlar ve “Osmanlı dönemindeki bütün ayrıcalıklarının kaldırılıp, yalnızca dini yetkilerle sınırlı olarak varlığını sürdürmesi şartıyla Patrikhane'nin İstanbul'da kalmasını kabul ediniz” diyorlar. İsmet, Kemâl’den aldığı “ne isterlerse verin, hiçbir konuda direnmeyin; yeter ki bir anlaşma imzalayarak dönün” tâlimatı gereği, bu işin bu kadar kolayca halloluvermesinin sarhoşluğuyla olsa gerek, “yahu şunu yazıya döküp imza edelim” diyemiyor; “Sözünüzü senet sayıyorum Lord Hazretleri” diyor. Ve Fener Patrikhânesi meselesi, Lozan’da “sözde” kalıyor... Yani Lozan Antlaşması, Fener Patrikhanesi'ni zikreden bir yazılı hüküm ihtiva etmiyor. Yani Türkiye’nin, muhtelif zamanlarda, muhtelif sebeplerle Fener’e uyguladığı baskı ve kısıtlamaların hiçbir “yasal” mesnedi bulunmuyor; Türkiye’nin Fener’e uyguladığı her baskı ve kısıtlama “Uluslararası Hukuk” nezdinde suç teşkil ediyor!

AMERİKAN MÜDAHALESİ

21 Şubat 1946'da Patrik seçilen Maksimos'un Sovyet yanlısı olduğu gerekçesiyle ABD Patrikhâne’ye doğrudan el atıyor. Yeni bir aday arayışına giriyor ve sonunda Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Athenagoras üzerinde mutabakata varılıyor. Patrik Maksimos, 1948'de istifa ettirilerek Athenagoras patrikliğe getiriliyor. Bu olay Patrikhane tarihinde de bir ilk oluyor. TC vatandaşı olmayan biri -usulüne uydurularak Türk vatandaşı yapılmak suretiyle- Patrik oluyor.
Bunun tam anlamıyla bir "ABD Operasyonu" olduğu açık. Bu dönem artık ABD'nin Patrikhâne ile doğrudan ilgilenmeye başladığı dönem oluyor. Bunun o günkü sebebi, Stalin'in II. Dünya Savaşı'ndan itibaren Rus Kilisesi’nin üzerindeki baskıları hafifletmeye başlaması ve buna mukabil Rus Kilisesi’nin "Komünizmle mücadele"den vazgeçmesi oluyor.

Athenagoras’ın ölümüne (1972) kadarki sürede, Fener ile Katolik-Protestan-Evangelist yani “Judaist Hıristiyanlık” arasında önemli yakınlaşmalar oluyor... Athenagoras, Papa VI. Paul ile Kudüs'te görüşüyor, ardından Papa, İstanbul'u ziyaret ediyor ve Vatikan ile Fener karşılıklı olarak aforozları kaldırıyorlar...
16 Temmuz 1972'de, patrikliğe, Gökçeada ve Bozcaada Metropoliti Dimitrios seçiliyor. Bu dönemde Papa II. Jean Paul, 29 Kasım 1979'da İstanbul'a geliyor. Dimitrios, 1987'de Moskova'yı, 1990'da ABD'yi ziyaret ediyor. Dimitros'un ABD ziyareti, Patrikhane açısından bir dönüm noktası oluyor. Bu ziyarette Patriğe, "Cihan Patriği" ünvanı veriliyor. Bu unvanla Fener Rum Patrikhanesi kurumu, Ekümenik oluyor. TC’nin elinde, buna karşı çıkabilecek hiçbir uluslararası hukukî mesnet de bulunmuyor. Çünkü Patrikhâne meselesi Lozan metninde yazılı değil.

VARTHOLOMEOS
Dimitrios, 3 Ekim 1991'de ölünce, 22 Ekim 1991'de, 1940 Gökçeada doğumlu olan Kadıköy Metropoliti Bartholomeos (Vartholomeos) Patrik seçiliyor. Bartholomeos'nun dönemi ise, Patrikhâne trafiğinin büsbütün hızlandığı, Patrikhâne'nin hızla dışa(!) açıldığı çok hareketli bir dönem oluyor. Seleflerine göre oldukça genç yaşta Patrik seçilen Bartholomeos, uluslararası konjonktürde çok hızlı sörf yapıyor... Bartholomeos'un uluslararası ziyaret trafiği; Mısır'dan Yunanistan'a, Gürcistan'dan Etiyopya'ya, İsrail'den Japonya'ya, Norveç'ten Kore'ye, İran'dan Finlandiya'ya, İsveç'ten Romanya'ya, Almanya'dan Belçika'ya, Ermenistan'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne kadar uzayıp gidiyor; Türkiye Dışişleri Bakanı'ndan daha fazla yurtdışı teması bulunuyor. Yurtdışı gezilerinde ve katıldığı toplantılarda: "Ecumenical Patriarch and Archbishop of Costantinople and New Rome'' (Yeni Roma'nın ve İstanbul'un Başpiskoposu ve Evrensel Patriği) sıfatını kullanıyor. Amerika seyahatlerini, Bush’un özel uçağı ile yapıyor.

Türkiye’nin başı dönüyor Vartholomeos’un bu hızından, çok rahatsız oluyor; “Lozan’da resmen verilmeyen “Ekümenik” sıfatını kullanamaz” diye birşeyler mırıldanıyor... Bir kısım İslâmcı medya da bu noktadan eleştiri geliştirerek politika yaptığını zannediyor. Türk’ün Türk’e propagandası... Kimse sormuyor: Peki Lozan’da resmen verilmedi de, geri alındı mı “Ekümenik” sıfatı?!

Vartholomeos, "Koç"larla çok sevişiyor... Türkiye’deki safdil Yunan azınlık, bu sevişmeye bakıp, “Koçların aslında gizli Hristiyan olduğu”nu sanıyor. Yine o bir kısım İslâmcı(!) medya da böyle sanarak müslümanları aydınlatıyor(!). Oysa Vartholomeos ile Koç, “şalom” diye selâmlaşıyorlar.

EKÜMENİK

Bu kelime, eski Yunanca’da "sürekli yerleşim alanı" anlamına geliyor; ve "üstün bir kültür ve medeniyet anlayışı”nı ifade etmek için kullanılıyor.

Bugün, "evrensel, dünya çapında" anlamında kullanılan "Ekümenik"; "Hristiyan mezhepleri arasındaki farklılıklara dokunmaksızın, kiliselerin misyoner amaca yönelik birliği"ni ifade ediyor. Cenevre merkezli Protestan-Kalvinist kiliseleri; Almanya merkezli Protestan-Lutheryan kiliseleri, Vatikan merkezli Katolik kiliseleri ile Amerika merkezli Evangelist-Judaist kiliselerinin birliğini ifade ediyor.

Kimseyi yahudi yapmak gibi bir amacı bulunmayan (çünkü yahudi olunmaz yahudi doğulur), yani misyonerliği bulunmayan Judaizm-Siyonizm de bu oluşuma en büyük desteği veriyor. Fener Rum Patrikhânesi ve Patrik Vartholomeos, işte bu Judaist-Siyonist Hristiyanlar Birliğinin içinde yer alıyor; “Anadolu’yu Yeniden Haçlılaştırma”ya (Reconquista) çalışıyor.

HANGİ MÜTEKABİLİYET?!

Önce, şu Türkiye’nin sayıklayıp durduğu “mütekâbiliyet”e bakalım; bakalım ne kadar “mütekâbil”miş “Türk - Yunan”?!

Bugün itibariyle Türkiye’de (İstanbul’da) sadece 1.800 Yunan azınlık kalmış durumda; Yunanistan’da (Batı Trakya’da) ise 100.000 “Türk” yaşıyor.

Bir tarafta İstanbul gibi bir şehir, diğer tarafta Gümülcine ve İskeçe gibi taşra kasabaları var.

Bir tarafta şehirli ve kültürlü bir azınlık, diğer tarafta köylü ve cahil bir kalabalık var.

Bir tarafta (Türkiye ne kadar inkâr ederse etsin) uluslararası kimliği olan bir Patrikhâne, diğer tarafta Yunan devletinin memuru kasaba müftüleri var.

Bir tarafta Kilise’nin etkin olduğu yarı din devleti bir Yunanistan, diğer tarafta dinsiz bir Türkiye var.

Bir tarafta Hristiyan bir birlik olan AB ve ABD’nin himayesindeki Patrikhâne, diğer tarafta İslâmî hükümlerle muamele yürütmelerinden en başta Türkiye’nin rahatsız olduğu zavallı müftülükler var.

İmam Hatipler ve YÖK meselesini eline yüzüne bulaştıran AKP, şimdi Heybeli Ruhban Okulu’nu açmaya çalışıyor...

Beceremez!

Başta Fener ve Heybeli olmak üzere, Kıbrıs, Ege ve diğer Türk-Yunan meseleleri Kemalist Türkiye ile çözülemez!

Dayatılır ve çözülürse, Türkiye çözülür.

“KEMALİZM ÇÖZÜLÜR; BİZ ÇÖZERİZ”!

"Siz son tahlilde Kemalizm’e medyunsunuz; yıkılmasını istemezsiniz; ‘İslâm olmasın da Kemalizm’e razıyız’ dersiniz dedim bir Yunan gazeteciye.

Geçen ay (2003) davetli olarak katıldığı CHP kongresinde yaptığı konuşmada Kemalizm’i överken samimiydi Pangalos; Pangalos’un şahsî görüşü değil, Yunanistan’ın devlet görüşüdür bu.

Bu yüzden, Yunan Millî Eğitim’i ders kitaplarında "Modern Türkiye’nin kurucusu" olarak tanıtır çocuklarına M. Kemal’i.

Venizelos – M. Kemal dostluğu gerçektir; bu ikilinin "gericilere karşı ortak mücadelemiz” kapsamında Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri Batı Trakya’dan atılmıştır.

Bugün (2003) benim maruz kaldığım cüzzamlı muâmelesine sebeb de budur.

"Peki" dedi Yunan meslektaşım, "siz nasıl çözersiniz”?

"Siz" dediği, “biz”; Büyük Doğu-İbda!

“Büyük Doğu-İbda adına konuşamam, ama Türkiye ve Yunanistan gerçeğini aynelyakîn bilen bir kişi olarak ‘meselâ ben olsam’ diye fikrimi beyan edebilirim.”

Meselâ?..

Ben olsam, evvelâ iki tarafın da kimi zafer kimi hezimet saydığı Lozan’ı yırtarım ve “çözmeden kalkmamak” şartıyla Yunanistan’la masaya oturabilirim...

Fener Patrikhânesi’nin "ekümenik" vasfını tanırım.

Heybeliada Ruhban okulunun, yabancı öğretmen ve öğrenci alımı da serbest olarak açılmasını; okulda müslüman öğrencilere %5 kontenjan ayrılması, bir İslâm kürsüsü kurulması ve bu kürsünün hocalarının müslüman olması şartıyla kabul ederim. (Ki Halki kampanyasındaki 4504 no’lu imza da bendenize ait. www.greece.org/themis/ halki/halki4001-5000.html)

Bütün azınlık okullarında da kendi müfredâtınızı uygulamanızı, sadece mecburî İslâm dersi konulması ve bu dersi müslüman hocaların vermesi şartıyla kabul ederim.

Trakya’da 100.000 "Türk" varken, İstanbul’da sadece 1.800 Yunan kalmış; bu dengesizliği gidermek için 98.200 Yunana Türk vatandaşlığı verebilirim.

Kıbrıs’ta sınır çizmekte zorlanmam; Trakya’da mevcut sınırı kabul ederim.

Ege’de epey zorlanırım, ama bu konuda da mümkün olan tavizi veririm; anlaşırız.

Bütün bu verdiklerime karşılık, ben de azınlığımızın eğitimini kendi müfredâtımıza göre vermek ve Batı Trakya’da bir İslâm üniversitesi açmak, bu üniversiteye Yunan öğrenci almak isterim. Bu üniversitede bir Ortodoks kürsü açmayı, bu dersi Ortodoks din adamlarının vermesini ve Yunan öğrencilere %10 kontenjan ayırmayı kabul ederim.

Bunları kabul etmezseniz, bu sefer azınlık meselesini meselâ kökten çözmeyi teklif edebilirim: "Siz, zaten 1.800 kişi kalmış Yunan azınlığı ve Patrikhâneyi alın götürün İstanbul’dan; ben de 100.000 kişiyi ve müftülüklerimizi alarak Batı Trakya’yı bir günde boşaltayım” diyebilirim.

Her iki hâlde de Yunanistan’la bir saldırmazlık anlaşması imzalayabilirim.

Ama siz bu çözüm tekliflerinden memnun olmazsınız, kabul etmezsiniz; edemezsiniz.

Çünkü sizi çözer bu çözüm. İslâm karşısında Hristiyanlığın şansının olmadığını; ve Türkiye’nin, düşebileceği en dibe Kemâlizm sâyesinde düştüğünü çok iyi bilirsiniz.

Bu yüzden kendinizi Kemalizm’e medyûn hissedersiniz.

Ben de derim ki: Düşebileceği en dibe düşmüş bir Türkiye ile, yükselebileceği en göğe yükselmiş (Yunanistan’ın AB ile yükselebileceği yer burasıdır) bir Yunanistan arasında mütekabiliyet yoktur, dengeler ârızîdir, muvakkattir; bunun daha fazla korunması mümkün de değildir.

NETİCE-İ KELÂM

Yunanım sana söylüyorum, Türküm sen anla!


Mustafa Saka

(Aylık Dergi, 40. Sayı)

mim.saka@googlemail.com


RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.