Allah, günde en az kırk defa şöyle yakarmamızı emrediyor: "Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğramışların ve sapıtmışların yoluna değil." (Fatiha, 6-7)
Bazı tefsirler, "gazaba uğramışlar" ve "sapıtmışlar"dan kasdın, İlâhî ölçüleri tahrif eden yahudiler ve hristiyanlar olduğunu söylüyor.
Yahudilik ve hristiyanlığa göre, tanrıdan daha güçlüdür şeytan.
Allah, (hâşâ) sonsuza dek cennette yaşatmak üzere yarattığı insanı, şeytanın kendisine galebe etmesi neticesinde yeryüzüne atmak zorunda kalmıştır.
Allah'ı, (hâşâ) A plânını bozarak, B plânını uygulamak zorunda bırakacak denli güçlü olan şeytan, tabiî olarak insandan da, melekten de güçlüdür; bütün varlıkların en üstünüdür şeytan.
Melekler, kiliselerin duvarlarına resmedildiği gibi, kelebekler gibi uçuşan, sevimli ama zavallı, zayıf, naif, ürkek, kadınsı varlıklardır.
Kiliselerin havasına hâkim olan da yine şeytandır; insana tepeden bakan, üzerine abanan, içini karartan, ürperten, ürküten, boğan, diz çöktürüp teslim alan, ağır, kasvetli, karanlık yapılar...
Şeytan karşısında bu denli güçsüz, daha doğrusu irâdesiz olan insanın, şeytana rağmen günahlardan uzak durması elbette mümkün değildir. İrâdesiz olarak işlenen şeylerden dolayı sorumlu da tutulamayacağına göre insan; bu insan, bu günahlarla nasıl cennete geri dönecektir?
Hristiyanların tanrısı, kilise duvarlarındaki kanatlı kelebekler kadar güçsüzdür şeytan karşısında, lâkin bir o kadar merhametlidir; bir yolunu bulur, oğlunu gönderir yeryüzüne.
En az babası kadar naif olan oğul, şeytanın uşakları tarafından çarmıha gerilir. Tanrı, oğlunun çektiği bu cezayı, insanların işlediği ve kıyamete kadar işleyecekleri bütün günahlara kefaret sayar.
Moderniteyi ve modern günahları (kötülükleri) "doğurup yetiştiren ana" (Alma Mather), işte bu Yahudilik ve Hristiyanlığın "günah" telâkkîsidir; çarpık "Kadim Günah" (Péché Originel, Original Sin) telâkkîsi …
Bu telâkkîye göre, şeytan yüceltilmiş, insan aşağılanmış bir varlıktır; aşağılıktır.
Şeytan ayakta kalmayı başarmış, insan düşürülmüş bir varlıktır; düşüktür.
Kezâ bir sürgün yeri olan bu dünyanın aslî-kurucu unsuru da şeytandır, insan sürülmüş bir varlıktır; sürgündür, mültecîdir, azınlıktır.
Azınlık hâline getirilmiş, sürülmüş, mültecîleştirilmiş insanın önünde sadece iki kapı bırakılmıştır; vaftiz olmak veya afaroz edilmek!
Afaroz edilmek istemiyorsan, vaftiz olmayı kabûl edeceksin; ve hem atalarının işlediği günahtan, hem şimdiye kadar işlediğin kendi günahlarından kurtulacaksın, bundan sonra da "günah" olmayacak senin için.
Ortaçağ'da Kilise yapıyordu bunu; insanları ya kazana ya ateşe atıyordu. Modern ve şimdi Post Modern Vaftiz ise, reel politiğin kazanında yıkanmaktır, yahudi lobilerinde "gassâl elinde meyyit" olmaktır, zulüm karşısında susmaktır, "dünya" ile bütünleşmektir; ve başarmaktır!
Başarmak?!
Evet, aşağılık insanı yüceltecek olan yegâne kriter "başarı"dır. Şeytanı örnek alarak, bütün ulvî değerlerden ve ahlâkî prensiplerden bağımsız bir güç-kuvvet, makam-mevki, para-pul kazanmak... Kelebekler gibi toz kanatlı ve naif olan tanrıya inat, güçlü olmak; ve başarmak...
Bugün, önümüze konulan ve secde etmemiz istenen büyük putun adı, işte bu "başarı"dır. "Önce başarı kazan, sonra Allah'ın rızasını da kazanırsın" diyor şeytan.
Bu dünyaya, müslüman bir anne ve babanın çocuğu olarak gelmiş olmanın eksikliğini âdetâ Péché Originel gibi kâlbinde, kambur gibi sırtında, cüzzam gibi suratında taşıyan, Allah'tan ümidini kesmiş, çünkü şeytanın gücünü görmüş ve teslim olmuş, tepeden tırnağa aşağılık duygusuyla kaplanmış, azınlık psikolojisiyle mâlûl tiplerin, adına "başarı" dedikleri bir puta secdeler ettiğini görüyoruz...
Allah kimsecikleri azınlık durumuna düşürmesin!
Politika sözlüklerindeki müşterek tarifiyle azınlık, "bir ülkenin aslî unsuru dışındakiler" oluyor. Azınlık, az olmak demek değildir sadece; hem az olmak hem de çoğunlukla bütünleşme imkân ve ihtimâli bulunmamak demektir. İdeallerini insanlığa aşılamak, nizâmını topluma nakşetmek aşkıyla yanarken, ideallerinin büyüklüğü ile imkânlarının küçüklüğü arasında kıvranan Mütefekkir de zayıftır, yalnızdır ve fakat asla azınlık değildir meselâ.
Ama "küresel oligarşi" azınlıktır; ve azınlığın bir başka anlamı da "barbarlık"tır!
İçtimaî ruhunu yitirmiş toplumlarda her fert yalnızdır ve barbardır. Gelenek cereyanını torunlarına geçirememiş dede yalnızdır. Köksüz torun da yalnızdır; azınlıktır.
Azınlık, muhafazakârlıktır! Her türlü yenilikten rahatsız olur azınlık. Sonunda yine kendisinin zarar göreceğini farzeder. Varlığını sürdürebilmenin tek çaresini mevcudu muhafaza etmekte görür. Veya son derece yıkıcılıktır azınlık!
Azınlık, korkaklıktır, yalakalıktır, iki yüzlülüktür, riyâkârlıktır, münâfıklıktır! Çünkü kendini ifade edemez, inançlarını seslendiremez, isteklerini dile getiremez azınlık. Bütün bunları yapabilecek bir güce erişirse hasbelkader, bir despot olur bu sefer de.
Azınlık sahipsizliktir ve sahiplenememektir; "bu vatan benim, bu vatanın asıl sahibi benim" diyememektir!
Azınlık kimliksizliktir, geçmişten kopmuşluktur, geleceksizliktir, teslimiyetçiliktir, kavruluş, savruluş ve yokoluştur.
"Azınlık rûhiyâtı"ndan, aşağılık duygusundan sıyrılmamızın ve "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" olmaktan kurtulmamızın yegâne yolu ise, çok sağlam bir inanca, güçlü bir ideolojiye sahip olmaktan, geçmişi geleceğe bağlayan bir dünya görüşünü kuşanmaktan ve bu sistemle ve sistem şuuruyla vatanımızı sahiplenmekten geçiyor.
İnancımızı yıkamadılar, direncimizi kıramadılar, köklerimizi koparamadılar, köprülerimizi atamadılar, bağlarımızı çözemediler, geleceğimizi yok edemediler, azınlık haline düşüremediler bizi büsbütün! Öfkeden kudurmaları bu yüzden…
Biz azınlık değiliz bu ülkede, bu vatan bizim!
Ve vatan nâmustur inancımızca!!!
Mustafa Saka
22 Mayıs 2007
Aylık Dergisi 33. (Haziran 2007) Sayı