Hristoloji’den anlayabildiğim şudur: İncil, yazıya geçirilmedi!
Risâlet süresi üç - beş yıl olan Hazret-i İsa, bir “müjde” vermeye geldiğini söylemişti.
“Gitmem gerek, çünkü Paraklitos gelecek” demişti; “Tharti o Paraklithos!”
“Gitmem gerek, çünkü yine geleceğim” demişti; “Tha grîso ksana!”
Hazret-i İsa ref olunduktan sonra, her gün ve dört gözle o “Müjde”nin, “Evdokia”nın, “Paraklithos”un, yani “Ahmed”in (s.a.v.) gelmesini ve peşinden Hazret-i İsa’nın nüzûl etmesini bekledi havârîler ve “tâbiîn”... İncil’i yazıya geçirmeyi (galiba) düşünmediler. Elli - yüz yıl sonra, ümitler körelmeye başlayınca, İnciller yazılmaya başlandı. İki yüz yıl boyunca, yüzlerce İncil yazıldı; eksilterek ve artırarak. İslâm ıstılahının kelimeleriyle söylemek câiz ise: İçinde ayet, hadis, siyer, haber, menkıbe, hikâye, mitoloji, hâtıra ve ne ararsan bulunan kitaplardı yazılanlar. “Müjde” yazarları, “Bu, Hazret-i İsa’ya vahyolunan kitaptır; Müjde’nin kendisidir.” iddiasında bulunmadılar. Hristiyanlar da, “Yazılı inciller, Hazret-i İsa’ya vahyolunan İlâhî kelâmın kendisidir.” diyemiyorlar. Hazret-i İsa (Hâşâ) Tanrı’nın oğlu ve Tanrı olduğundan, Hristiyanlığın peygamberleri azizler oluyor; onlara göre, azizler, İsa’dan vahiy alarak yazmışlar İncilleri.
Hazret-i İsa’nın tebliğ ettiği hak din, kendisinden elli - yüz yıl sonra, işte böyle “Hristiyanlık” adı altında çok tanrılı (daha doğrusu satanist), çok peygamberli (daha doğrusu deist) ve çok kitaplı (daha doğrusu kitapsız) bir “religion”a dönmeye başlamıştır.
Peygamber Efendimiz de, kendisinden sonra geleceklerden - olacaklardan, Hazret-i İsa gibi çok yakın bir zaman ifadesiyle haber verdi. Sağ elinin işaret ve orta parmaklarını göstererek, “Ben ve Kıyâmet, bu ikisinin birbirine yakın olduğu gibi yakınız.” buyurdu.
Çoklarının, az bir dünyalık karşılığında İslâm’ı satacağını… Kapitalin belli ellerde toplanacağını; çoğunluğun sömürüleceğini… Fitnenin her eve gireceğini... Acemi oğlanların iş başına geçeceğini… Kur’an’ın bir resim, İslâm’ın bir isim, müslümanın bir cisimden ibaret kalacağını... Bir müslümanın, bir koyundan daha âciz, hor ve hakir olacağını… Müslümanların, elbiselerini sakındıkları kadar İslâm’ı sakınmayacaklarını… Büyüklerin merhametsiz, küçüklerin hürmetsiz; çocukları terbiye etmenin, köpekleri terbiye etmekten daha zor olacağını... İyiliğin emredilmeyeceğini, kötülüğe mâni olunmayacağını... Hâinlere emîn, emîn olanlara da hâin denileceğini... Kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzeyeceğini... Çalgıcı ve şarkıcıların rağbet göreceğini... Zinanın yaygınlaşacağını... Boşanmaların artacağını... Gönüllerin birbirini sevmez olacağını... Haramları işlemenin kolaylaşacağını... Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın ayıplanacağını... İmanı muhafaza etmenin, çıplak elde kor ateş tutmaktan daha zor olacağını... Sabah başka, akşam başka elbiseler giyileceğini... İman elbisesinin de böyle kolay giyilip çıkarılacağını... Deccal’i... Mehdî’yi... Meryem oğlu İsa’nın nüzûlünü... Ve dahasını, yarından da yakın bir zaman ifadesiyle haber verdiğinde Peygamber Efendimiz; bizden 14-15 asır önce, bu fitnelerden ve Deccâl’den hakkıyla sakındılar Sahâbe-i Kirâm Efendilerimiz ve onlara tâbi olan büyüklerimiz... Yine onlar, Hazret-i Mehdî’ye hakkıyla intizar ettiler. Yani bu beklemeleri, onları zamanın hakkını vermekten alıkoymadı. Kur’an zaten Peygamber emriyle yazı altına alınmıştı; Efendimiz’den sonra kitaplaştırdılar. İnsanlık tarihinde görülmemiş bir çaba ve sıdk ile, kendi nefslerinden hiçbir şey katmadan hadisleri derlediler, İslâmî ilimleri tasnif ettiler. Roma arenalarında arslanlara canlı yem olmayı göze almaktan daha büyük bir fedâkârlıktı bu; kendi nefslerinden hiçbir şey katmadan İslâm’ı yazı altına almak... Üstelik onlar, “canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet” bilenlerin de en keremlisiydiler. Sonra gelen büyüklerimiz de Selef-i Sâlihîn gibi beklediler; beklemenin hakkı olan eserler vererek ve “canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet” bilerek...
Bugün, Selef-i Sâlihîn gibi bekleyen bir “Muntazar” var!
Zindandaki hücresinde bile peşpeşe şâheserler vermeye devam ediyor Salih Mirzabeyoğlu.
Ve O’nun el emeği, göz nuru “Yıldızlar Kuşağı”...
Miskin bir bekleyiş içinde olanlar ile Allah ve Peygamber vaadinden büsbütün ümidi kesmiş olanlar; yani öyle veya böyle şeytana teslim olanlar ve kendi nefslerinden kattıklarıyla yaşayıp yazanlara mukabil, Salih Mirzabeyoğlu ve O’nun “Yıldızlar Kuşağı”, bekleyen ve beklenen salihlerdir! Yarını beklemek ile günün hakkını vermek arasında bir dilemmâ görmeyenlerdir. Ve onlar, “canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet” bilenlerdir.
Mürtedlerin canı cehenneme! Fakat, “Gelmeyecek galiba; daha ne bekiyoruz?!” diye ümitsizliğe kapılanlar, Salih Mirzabeyoğlu’na ve O’nun “Yıldızlar Kuşağı”na bakıp “İslâm’a Muhatap Anlayış”larını yenilemeli, iman ve heyecan tazelemelidir!!!
Daha ne bekliyoruz?!
Mustafa SAKA
27 Mayıs 2007
(Baran Dergisi, 21. Sayı)