Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Ahşap Konak’ isimli tiyatro eserinden aplike edilmiştir.
İKİ PERDELİK BİR HİKÂYE
Bizim hikâyemiz...
1- Hüdâi Dede: Birinci kuşak... Evin büyük babası... 70 yaşlarında...
2- Belkıs: İkinci kuşak... Hüdâi Dede’nin dul kızı... 45 yaşlarında...
3- Yüksel: Üçüncü kuşak... Belkıs’ın oğlu... Avukat... 25 yaşında...
4- Aysel: Üçüncü kuşak... Belkıs’ın kızı... 23 yaşında...
5- Tekin: Aysel’in uzatmalı nişanlısı... Futbolcu... 30 yaşlarında...
6- Kemâl: Belkıs’ın sözlüsü... Kumarbaz... 35 yaşlarında...
7- Birinci Genç Kız: Aysel ile Yüksel’in arkadaşı...
8- İkinci Genç Kız: Aysel ile Yüksel’in arkadaşı...
9- Üçüncü Genç Kız: Aysel ile Yüksel’in arkadaşı...
10- Birinci Genç Erkek: Aysel ile Yüksel’in arkadaşı...
11- İkinci Genç Erkek: Aysel ile Yüksel’in arkadaşı...
12- Birinci Solo: Özlenen kuşak...
13- İkinci Solo: Özlenen kuşak...
14- Üçüncü Solo: Özlenen kuşak...
15- Dördüncü Solo: Özlenen kuşak...
16- Beşinci Solo: Özlenen kuşak...
17- Altıncı Solo: Özlenen kuşak...
18- Yedinci Solo: Özlenen kuşak...
19- Sekizinci Solo: Özlenen kuşak...
20- Dokuzuncu Solo: Özlenen kuşak...
21- Onuncu Solo: Özlenen kuşak...
22- Onbirinci Solo: Özlenen kuşak...
23- Onikinci Solo: Özlenen kuşak...
24- KORO...
Aplikation: Mustafa Saka
10 Kasım 2006 - Weinfelden
Bizim Konak - Unser Pavillon
[Üstad Necip Fazıl’ın “Ahşap Konak” isimli tiyatro eserinden aplike edilmiştir.]
2 PERDELİK TİYATRO OYUNU
.
.
.
.
.
.
.
I. PERDE
Fonda: Üç katlı, bahçeli, beyaz boyalı, 100 yıllık, tipik bir İsviçre evinin fotoğrafı...
Sahne karanlık; karanlıkta belli belirsiz seçilen sekiz kişilik kadın ve erkek silüetleri...
AYSEL’İN SESİ: - İşte bizim ev...
BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - Tipik bir İsviçre evi...
YÜKSEL’İN SESİ: - Hayır, İsviçre’de bir müslüman evi... İsviçre’de, yabancı bir toplumda sarsılış, savruluş, kayboluş ve neredeyse büsbütün yok oluş evi...
BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - Amaaan canım her neyse...
AYSEL’İN SESİ: - Annemle babam biz çocukken boşandılar. Babamdan haberimiz yok; nerdedir, ne yapar?! Annem 2. katta kalıyor...
YÜKSEL’İN SESİ: - Babamdan kendisine kalan tek miras: Kumar, eroin ve içki...
AYSEL’İN SESİ: - 3. katta, annemin annesiyle babası kalıyor; anneannem ve dedem... Dedem, babasının öküzlerini satıp gelmiş İsviçre’ye... Babasına bir traktör alacak kadar para kazandıktan sonra geri dönecekmiş...
YÜKSEL’İN SESİ: - Dönememiş tabiî; kalmış... Uzun yıllar bir metâl fabrikasında çalışmış... Sonra bir döner dükkanı açmış biriktirdikleriyle... Döner dükkanını babam kapmış dedemin elinden; onun elinden de kumar kapmış dükkanı...
AYSEL’İN SESİ: - Babam öldü mü, yaşıyor mu; bilmiyoruz... Bir tane de kayıp dayımız var... Annem’in abisi... Amerika’da olduğunu duyduk en son... Ne arar ne sorar...
YÜKSEL’İN SESİ: - Aanneannem ve dedem üzüntüden hasta olup erken emekli olmuşlar... Kâlp hastası ikisi de... Elli yıllık emeklerinin karşılığı olarak sâdece bu konak kalmış ellerinde...
AYSEL’İN SESİ: - Zamanında çok ucuza almışlar... Şimdi 2 milyon veren var...
İKİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - Hep aynı hikâye. İlk gelenler, hep yarın dönecekmiş gibi yaşamışlar, yarım asır... Ne Avrupalı olabilmişler, ne Anadolulu kalabilmişler... Hiç bir yere ait olamadan yaşıyorlar...
YÜKSEL’İN SESİ: - Çocuklarının ve hele bizim gibi torunlarının hâlini gördükçe, hergün kahrından ölerek yaşıyorlar... Âdetâ yaşamıyor gibi yaşıyorlar...
ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZIN SESİ: - Onlar mutlu olsunlar diye, Avrupa’yı bırakıp, Anadolu’ya dönecek değiliz ya... Hem ne varmış hâlimizde?!
YÜKSEL’İN SESİ: - İşte bu!
BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - O da ne?
YÜKSEL’İN SESİ: - Tablo!
BİRİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - Ne tablosu?
YÜKSEL’İN SESİ: - Rûhumuzun tablosu... Bu evin rûhu... Bu, yüz yıllık İsviçre evine İslâm rUhunu üfleyen tablo...
AYSEL’İN SESİ: - Dedemin kıymetli levhası... Canından daha kıymetli...
YÜKSEL’İN SESİ: - Büyük bir hattat ve tezhipçinin elinden çıkma...
İKİNCİ GENÇ KIZIN SESİ: - O da ne demek yaaa? “Hat”, “tezhip” filân... Ne o öyle bir takım acâip harfler?.. Ne yazıyor ki bu tabloda?
YÜKSEL’İN SESİ: - “Edep yâ hû!” yazıyor... Bu evin bütün mânâsı ve rûhu yukarıda, 3. katta... 3. kat, kâlp hastası anneannemin ve dedemin katı. Edep ve hayâ katı. Namaz ve niyaz katı. İkinci katta, dul annem ve eksik olmayan erkek misafirleri... İçki ve kumar katı...
ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZIN SESİ: - Was sagst du? So cool...
AYSEL’İN SESİ: - Ya bizim kat, abi?
YÜKSEL’İN SESİ: - Aysel; yak şu lâmbaları da herkes görsün.
Işıklar yanar...
Alt kat; büyük salon ve salonun sağ ve sol kısmında karşılıklı iki kapı...
Arkada, panjurları kapalı pencere...
Etrafta modern eşyalar; duvarlarda modern tablolar...
Ayakta: Yüksel, Aysel, Tekin, 1. ve 2. genç erkekler ve 1., 2. ve 3. genç kızlar...
Arkada. Merdiven başında, o mâhut tablo: “Edep yâ Hû”...
YÜKSEL: - İşte bizim kat; (Eliyle Aysel’i gösterir...) benimle kız kardeşimin... Dans, içki, başıboşluk ve her türlü rezâlet katı... Düşünün siz, zaman boyunca değişen nesiller, bu ahşap konakta nasıl yuvalanmış? Birbiri peşinden gelen zaman ölçüleri şu ihtiyar mekânda nasıl belirmiş? Hepsi yarım asra sığan üç nesil, yeni deyimle üç kuşak... Alt katta 25’likler, orta katta 50’likler, üst katta 70’likler... Katlar alçaldıkça, alçalan nesle bakın siz!
TEKİN: - Sen kendine hakâret ediyorsun!
YÜKSEL: - Ne hakâreti be akılsız topçu! Allah sana bir şutla kale ağlarını delecek ayaklar vermiş, ama aklını kullanacak akıl vermemiş.
Gruptan yükselen kahkahalar...
AYSEL: - Nişanlıma hakâret mi ediyorsun?
YÜKSEL: - Nişanlın tam sana denk. Ben kimseye hakâret etmiyorum. Bir fikir meselesi koyuyorum ortaya.
TEKİN: - (Yüksel’e...) Sana, Üniversitede doktora tezi olarak “nesillerin tahlili”ni mi verdiler?
YÜKSEL: - Kendini bilmekten, kendi neslini tanımaktan, olup bitenleri tahlil edip anlamaktan aciz nesiller, on tane üniversite bitirmiş olsa yine de cahildirler. Üniversite diploması, iyi bir meslek ve iyi bir maaş... Kendimize yabancılaştıktan sonra... Kayıp bir nesiliz biz; kayıp... Hele siz okumamış zavallılar!..
BİRİNCİ GENÇ ERKEK: - (Yüksel’e...) Sen üniversite okumuşsun diye Tekin’i beğenmiyorsun ama, bir futbolcu o... Bütün kızlar bayılıyor Tekin’e...
YÜKSEL: - Tencereler yuvarlanmış, kapaklarını bulmuş... Akılsıza akıllılar mı bayılsın?! Herkes aklını yitirmiş diye ben de mi aptallığımıza razı olayım?
İKİNCİ GENÇ ERKEK: - Bizi bırakalım da, senden bahsedelim... N’oldu sana Yüksel? Nasıl böyle değiştin? Ne vakitten beri arkadaşlarını beğenmez oldun sen?
AYSEL: - Ay, haberiniz yok mu? Benim abim artık mukaddesatçı, mâneviyatçı, eskici, dinci... Gerici o artık, gerici... Mürtecî...
KORO: - Ay, haberiniz yok mu? Benim abim artık mukaddesatçııı, mâneviyatçııı, eskiciii, dinciii... Gerici o artık, gericiii... Mürteciii...
YÜKSEL: - (Şiir okur gibi...) “Zamanı kokutanlar mürtecî diyor bana; yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana!”
ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZ: - Neden peki? Bu değişikliğe sebep ne?
YÜKSEL: - Sizin solucan hayatınız... Yaban domuzu gibi yaşadığınız şu hayat...
AYSEL: - (Atılarak...) Hayır! Durun, ben söyleyeyim! Bu değişikliğe sebep; İstanbul’da, Eyüp Sultan’da tanıştığı tesbihçi dede ile güzel torunu Vesîle...
Herkeste ooo, aaa, voaav gibi hayret nidaları ve “bak şu gericiye”, “tesbihçi dedenin kızı ha”, “cool”, so geil” tarzında kendi aralarında yükselen mırıltılar...
YÜKSEL: - (Aysel’e...) Kapa çeneni, Holivud bozuntusu boşboğaz.
AYSEL: - (Kahkaha atarak...) Hah ha hayyy... Abim benim aktrisliğimi kabul etti nihayet. Hören sie? Ich bin ihre Darstellerin...
TEKİN: - Ama lâfla olmaz; göstermelisin!
AYSEL: - Evet göstermeliyim. (Jest ve mimiklerle; teatral...) Çember sakallı, takunyalı tesbihçi dedenin güzel torunu Vesîle... Yeşil mantolu, siyah başörtülü, kalın siyah çoraplı, siyah ve topuksuz ayakkabılarıyla Vesîle kız. Abimi değiştiren kız. (Aysel, salonna açılan kapılardan sağ taraftakine doğru konuşup gülerek gider... Tam kapıdan girecekken geriye bakıp kalabalığa seslenir...) Bekleyin çocuklar, geliyorum şimdi!
BİRİNCİ, İKİNCİ ve ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZLAR: - (Hep bir ağızdan, Yüksel’e...) Ay gerçekten mi Yüksel?
BİRİNCİ ve İKİNCİ GENÇ ERKEKLER: - (Hep bir ağızdan, Yüksel’e...) Doğru mu söylüyor Aysel?
TEKİN: - Doğru doğru! Bizim avukat beyimiz, geçen yaz Türkiye’de, bir mimar arkadaşıyla İstanbul’daki câmileri geziyor... Eyüp Sultan’a da gidiyorlar... Oradan, hâtırâ olarak değerli taşlardan yapılmış bir tesbih almak üzere tesbihçi dükkanlarından birine giriyorlar... Giriş o giriş... Yaşlı tesbihçi dedesi camideyken dükkânı bekliyormuş kız... Bizimki tutuluyor mu kıza...
BİRİNCİ GENÇ KIZ: - Çok orijinal...
İKİNCİ GENÇ KIZ: - Masal gibi...
ÜÇÜNCÜ GENÇ KIZ: - Das glaube ich nicht...
YÜKSEL: - (Hiç de bozulmamış ve gruptakilere tepeden bakan bir edâ ile...) İnanın, inanın! Evet öyle bir kız var... Fakat Vesîle kız, küçük bir vesîle sadece... Allah, bir kulunun hidâyetini istedi mi; işte böyle küçücük şeyleri vesîle kılıyor... İnanılmaz olan benim eski yaşantımdı... (Durak...) Sizin şimdiki yaşantınız...
TEKİN: - Amma uyanık adammış şu tesbihçi... İsviçre’de üniversite okuyup avukat olmuş bizim akıllı beyimizin beynini yıkamış bir hafta gel git içinde...
TEKİN: - Bilmiyorum artık... Ama bizim Avukat bey yazdan beri iman, ahlâk terbiye diye sayıklamakta... Hatta odasında bir seccadesi bile varmış, namaz bile kılıyormuş... Bürglen’deki câmiye gidiyormuş ayool...
BİRİNCİ GENÇ KIZ: - Vallâhi büyü yapmışlardır sana Yüksel...
KORO: - İman, ahlâk terbiye diye sayıklıyormuş... Hattâ odasında bir seccadesi bile varmış. Ayyy, namaz bile kılıyormuuuş. Bürglen’deki câmiye gidiyormuş ayoool... Vallahi büyü yapmışlardır sana Yüksel.
YÜKSEL: - (Tekin’e, öfkeli...) Kimden öğrendiniz bu kadarını?
TEKİN: - Kimden olacak, annenden...
YÜKSEL: - Annem kimden öğrenmiş?
TEKİN: - Annesinden... Büyük annenden...
YÜKSEL: - (Önüne bakar. Düşünceli ve sessiz...) Bunda şaşılacak bir şey varsa şaşırın; ben de sizin aklınıza şaşayım!.. Evet, ben artık namaz kılıyorum ve fırsat buldukça en yakın câmiye, Bürglen’deki câmiye gidiyorum...
Sağdaki kapı açılır...
Aysel, Vesîle kılığında tekrar salona girerken, bütün başlar Aysel’e döner.
KORO: - Eyüb’ün dinci kızııı... Eyüb’ün dinci kızııı... Eyüb’ün cinci kızııı... Eyüb’ün cinci kızııı... Eyüb’ün tesbihçi kızııı... Eyüb’ün tesbihçi kızııı...
Kapıda, yeşil mantolu, siyah başörtülü, kalın siyah çoraplı, siyah ve topuksuz ayakkabılarıyla Vesîle’ye benzetilen bir kız...
Aysel...
Utangaç bir kız rolu oynayarak salonun ortasına gelir...
Yüksel kızgın, olduğu yerde durmakta...
Herkes donmuş gibi, Vesîle kılıklı Aysel’e bakıyor...
Sonra, yarım halka biçiminde sahnenin ön kısmına gelip dururlar...
Yüksel olduğu yerden kıpırdamaz...
Kızgın, düşünceli; Aysel’e bakıyor...
AYSEL: - İşteee... Huzurlarınızdaaaa... Eyüb’ün tesbihçi kızıııı... Vesîleee...
TEKİN: - (Vesîle kılıklı Aysel’e yaklaşıp, el işaretleriyle...) Siyah başörtüsü, siyah çorap... Yeşil mantonun da siyahlarla ahengi... Pudrasız, boyasız surata gelince... Tıpkı Maria Magdalena... Vesîle’ye bu kıyâfetinden dolayı 10 üzerinden 10 veriyoruz ve yılın”en”i seçiyoruz. Şimdi açılmak “out”, kapanmak “in”...
YÜKSEL: - (Haykırarak...) Yeteeer!!! Yeter artık kepazeliğin bu kadarı! Böylesine hazırlanmaya üşenmediniz mi?
AYSEL: - (Vesîle kıyafetleriyle, Yüksel’i umursamaz bir hâlde bağırır...) Işıklar sönsün. Dinci Vesîle de oynasın. (Sesini daha da yükselterek...) Müziiik... Daaans...
Işıklar kararır...
Çok sesli bir müzik...
Sahnede karaltıların tepinmesi...
Böyle bir dakika kadar devam eder...
Birden müzik susar, ışıklar yanar...
Arkada, merdivenlerinlerin dibinde, bastonuna dayanmış yetmişlik bir ihtiyar...
HÜDÂİ DEDE: - (Yüksek ve tok bir sesle...) Hiç utanma yok mu sizde?! (Bir eliyle bastonuna dayanmış; diğer eliyle duvardaki mâhut tabloyu göstererek...) Edep yâ Hû!!!
AYSEL: - Ama dedeee!
HÜDÂİ DEDE: - (Bastonunu havaya kaldırıp tavanı gösterir...) Şu tavan, şu gök kubbe, utancından nasıl paramparça olup üstümüze çökmüyor?! Nasıl oluyor da gökten taş yağmıyor başımıza?! (Tekin’e...) Kim bu gençler Tekin?
TEKİN: - Arkadaşlarımız efendim.
HÜDÂİ DEDE: - Arkadaşlarınız ha... Söylesin bakalım arkadaşlarınız: Biz neden Avrupalılar gibi bilim, sanat, fikir ve makine üretmeyi beceremiyoruz da; Avrupalı’nın sadece hayvânî yanlarını taklit ediyoruz?
KORO: - Biz neden Avrupalı’nın sadece hayvânî yanlarını taklit ediyoruz?
GENÇ ERKEKLER ve GENÇ KIZLAR: - (Hep bir ağızdan...) Derin mesele!..
HÜDÂİ DEDE: - Hiç de derin değil... Sen ne dersin Yüksel?
YÜKSEL: - Biz Avrupa’da yaşıyoruz, ama Avrupa’yı tanımıyoruz Dede! Bir köpeğin, kulübesini tanıdığı kadar tanıyoruz yaşadığımız yeri, Avrupa’yı...
HÜDÂİ DEDE: - Duydunuz mu? İşte bunun için, Avrupa’nın sadece hayvan tarafını taklit ediyoruz da, insan tarafını örnek almayı beceremiyoruz biz...
KORO: - Biz neden Avrupa’nın sadece hayvan tarafını taklit ediyoruz da, insan tarafını örnek almayı beceremiyoruz?
YÜKSEL: - “Bilimde, sanatta, fikirde, sistemde ne yapıyor bu Avrupalılar” diye bakmak aklımıza gelmiyor da; onlar soyunuyor diye biz de soyunuyoruz, onlar tepiniyor diye biz de tepiniyoruz... Maymun gibi taklit ediyoruz... Maymun...
BİRİNCİ GENÇ KIZ: - Eee, yeter artık! Eğleniyoruz işte şurada! Hayvan mıyız biz canım?!
HÜDÂİ DEDE: - Siz mi küçük hanım?! Siz masum bir hayvan olsaydınız keşke! Daha ne isterdiniz?!
AYSEL: - Dedeee, lütfen!
HÜDÂİ DEDE: - (Torunu Aysel’e yaklaşır...) Bu kıyafetle tepinmeye utanmıyor musun sen?!
AYSEL: - Küçük bir şaka dede... Eyüp Sultanlı Tesbihçi’nin torununa benzettim kendimi... Abimi yola getiren kızı canlandırmak için...
HÜDÂİ DEDE: - (Yüksel’e dönerek...) Ne saçmalıyor bu, Yüksel?
YÜKSEL: - Şaklabanlık işte dede... İşleri, güçleri maskaralık...
HÜDÂİ DEDE: - (Aysel’e dönerek...) Bu hâlinle sen anneannene benziyorsun değil mi Aysel?!
AYSEL: - Evet, dede...
HÜDÂİ DEDE: - Ama annene hiç benzemiyor bu hâlin...
BİRİNCİ GENÇ ERKEK: - Aysel, annesine zaten benzemiyor Beybaba...
İKİNCİ GENÇ ERKEK: - Annesinden daha ileri, daha modern Aysel...
HÜDÂİ DEDE: - Haklısınız evlâdım. Merak etmeyin, sizin çocuklarınız da sizi geçecek... Eğer bu hızla ilerlemeye devam ederseniz; sizin çocuklarınız önlerine bir yaprak bile takmadan gezecekler...
YÜKSEL: - Veya Allah, kâlplerine bir edep ve utanç yıldırımı düşürecek; ve inşâallah bizim çocuklarımız Allah’ın emrettiği gibi yaşayacaklar...
KORO: - Allah, kâlplerine bir edep ve utanç yıldırımı düşürecek ve inşâallah bizim çocuklarımız Allah’ın emrettiği gibi yaşayacaklar.
GENÇ ERKEKLER VE GENÇ KIZLAR: - (Koro hâlinde...) Yani kapkara, kargalar gibi mi giyinecek bizim çocuklarımız?
GENÇ KIZLAR: - (Koro hâlinde...) Aman Allah göstermesin!
GENÇ ERKEKLER: - (Koro hâlinde...) Aaamiiin!
HÜDÂİ DEDE: - (Seyircilere dönerek...) Bizim gibi kargaların yumurtasından, böyle yılanlar çıktı... Hâlbuki karga dediğin, yumurtasından yanlışlıkla kanarya bile çıksa kabul etmez, onu gagasıyla öldürür... Fakat biz, (eliyle gençleri göstererek...) böyle yılanları göz göre göre gagamızla beslemeye devam ediyoruz hâlâ... (Durak... Gençlere dönerek...) Bakalım sizin yumurtalarınızdan ne çıkacak? Görünce siz bile tanıyamayacaksınız...
Hüdâi Dede susar ve gençleri tek tek süzdükten sonra bastonuyla onlara doğru işaret edip, seyircilere dönerek..
HÜDÂİ DEDE: - Bunlarda Allah korkusu kalmamış! Eğer şu İsviçre devletinin kanunlarından korkmasalar, şimdi üzerime çullanıp sakallarımı yolarlardı...
YÜKSEL: - Allah sizi başımızdan eksik etmesin Dedeciğim.
HÜDÂİ DEDE: - (Başı göğsünde, iki eliyle bastonuna dayanmış, ayakta zor durur bir hâlde...) Bütün suç benim! Bilemedim... Daha çok çalışıp, daha fazla para kazanayım ve bir an önce buralardan gideyim dedim... Fakat ne buralardan gidebildim, ne de buranın hakkını verebildim... Çocuklarımla yeterince ilgilenemedim... Onları hiç olmazsa haftada bir gün câmiye gönderebilseydim... Dînimizi öğretebilseydim!..
YÜKSEL: - (Yüksel, dedesinin koluna girer...) Gel dedeciğim, gidelim...
HÜDÂİ DEDE: - (Hüdâi Dede, Yüksel’in kolunda... Salondan çıkmak üzereler iken, Hüdâi Dede seyirciye dönerek bastonunu kaldırır...) Ama bütün kabahat bizim... (Seyirciye...) Size söylüyorum: Suçlu biziz!!!
----------------------------- I. PERDE KAPANIR -------------------------------