17 Kasım 2008

Kutlu, Mutlu, Ulusal İslâm!

(...) evet "doğruya doğru", çünkü Milli Savunma Bakanı gerçeği dile getirdi. Brüksel’de; hani şu aidiyetini istediğimiz "Batılı değerler" kurumunun başkentinde "Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşasaydı aynı milli devlet olabilir miydik" derken, "hakikati" ifade etti.
HAYIR, aslında ifade etmedi, o "doğru"yu i-t-i-r-a-f etti!
Üstelik de öylesine bir i-t-i-r-a-f ki, muhtemelen Cumhuriyet tarihinden ilk defa bir "resmi ağız" tarafından böylesine açık açık ve böylesine dobra dobra dile getirilmiş oldu.
Bu samimiyetinden dolayı kendisini "tebrik ediyorum" (!).

Her ne maksatla söylenmiş olursa olsun ve Hadi Uluengin hangi maksatla tebrik veya tenkid ederse etsin Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ü; önemli değil. Bu lâfı taşıyabilir mi AKP hükümeti ve TC devleti; o da ayrı mesele!
Önemli olan, bu doğrunun önemli bir resmî ağız tarafından dile getirilmesi, kayıtlara geçirilmesidir.
Konu ile ilgili olarak “Ermeni Katliamı’nın İçyüzü” başlıklı makalemize bakılabir. Rumların tehciri de aynı minvâldedir; ve mutlaka bilinmesi gereken bütün bunlar Yahudi-Hristiyan Batı’nın onayı ile gerçekleştirilmiştir. Bütün müslümanların “cihanşümûl” temsilciliğinin yok edilmesine mukabil o kadarcık Ermeni ve Rum’un katl ve tehcir edilivermesinin lâfı mı olurdu?!

Ermeni ve Rumların katl ve tehcir edilmeleri yeterli değildi tabiî Türkleri “ümmet” olmaktan kurtarıp “ulus” yapmak için; asıl İslâm’ın ulusallaştırılması gerekliydi! Ve bu maksat yolunda, “Ulusal Kiliseler” gibi bir Hristiyanlık tecrübesi vardı önlerinde...

Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’ndan:
(…) İsevîlik yerine Hristiyanlık kelimesiyle vasıflandırdığımız ve bu suretle dâvalarını gerçek İsevîlikten ayırdığımız yol, Katolik ismi verilen mezheple başlar. Bu yunanca bir kelime... “Katolikon” umumî din mânasına... Cihanşümul din...
(…) O devirde İsevîlik vecdi o kadar derindi ki, (plâstik) ve dışa bağlı Romalının ruhu tamamiyle içe dönmüş ve benliği bu vecd içinde erimiş bulunuyordu. Meselâ putperestlerce hesaba çekilen bir Romalı; “kimsin, nesin, nerelisin, ne düşünüyorsun?” sualine “ben bir İsevîyim!” cevabından başka bir karşılık vermiyor ve seve seve arslanların dişlerine atılıyordu.
(…) İsevîlik nefesi bu haliyle bile koca imparatorluğu silip süpürüverdi. Dış kabartmalariyle eşyayı nakış nakış yontan, plâstiği, estetiği ve (lejyon)lariyle dalga dalga gelen insan selini hayal edin! Nasıl da köpük köpük eriyiverdi.
Her tarafı yalayıp geçen ve bütün bir madde dünyasını kökünden kurutuveren bir nefes, ruhun şehametinden müthiş bir misal... Eski Yunan, Roma’nın sömürgesi olmuşken ve o güne göre madde marifetlerinin hepsi Romalının elinde toplanmışken bir anda o sımsıkı yumruk çözüldü ve bütün madde marifetleri toprağa serildi.
İşte bu (atmosfer) içinde Batının asırlarca süren bir dehlize girdiğini görüyoruz. Kapkaranlık bir dehliz...

Pagan Batı Roma, dehşetli mücadele etti Hıristiyanlıkla. İmparatorluğun zayıflamasıyla beraber, Pagan Roma’yı (seküler otorite) Kilise (ilâhî otorite) karşısında gayrımeşrû ilân eden bir teoloji geliştirdi Aziz Ambros, Aziz Gregori ve Aziz Augustin gibi Kilise babaları. “Şeytan’ın Krallığı” olarak yaftaladılar Roma’yı; “seküler devlet ancak ilâhî otoritenin hizmetine girdiği zaman meşrû olarak kabul edilebilir”di.
Kilise’yi, ilâhî otoritenin yeryüzündeki temsilcisi ilân etti Aziz Agustin. Sıradan insanlar ve ruhbanlar diye de ikiye ayırdı bu akım insanları; yegâne kurtuluş yolu olarak ruhban sınıfına kayıtsız ve şartsız teslimiyeti dayattı insanlara.
Bin yıla yakın sürdü Batı’nın Mîlâdî 5. yüzyılda girdiği bu (üstad’ın tâbiriyle) “kapkaranlık dehliz”deki çırpınışları.

Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’ndan:
Asırlarca gider bu iş... Bunun böyle gidebilmesi için de bir fikriyata ihtiyaç vardır. (Skolâstik)... Bizim, ceplerde kaybedilmiş güneşimizin zavallı imansızları, (Skolâstik) kelimesini Medrese hakkında kullanırlar. Beyinsizler!.. Meselâ konuşurken “bırak bu (Skolâstik) lâfları!” diye sözü kesmeye çalışırlar... “Gel, bana skolâstiği anlat!” deseniz hiçbir şey söyleyemezler... Kısaca (Skolâstik) işte bu abesler manzumesine (Aristo) mantığını katarak meydana getirilmiş müessisedir. Onun da kurucusu (Sen Toma)... 13. Asır... (Sen Toma), tuttu, (Aristo) diyalektiğini aldı, Hristiyanlığa yamadı. (Aristo) korkunç adam... Maddeye hâkimiyette hünerli... Ve kendi mantığına bir ilk mütarefe bağlıyarak ve devamını gayet ileri götürerek o diyalektik üzerinde bir mektep kuruyor (Sen Toma)... Ondan sonra insana düşünme ve muhakeme imkânı bırakmıyor. Kiliseye gitmek, günah çıkartmak... Papanın gönlünce hak ve irade... Kadın almak ve vermek... Papa her şeyin mümessili... Aforoz müessisesi gibi gayet kuvvetli bir silâh var elinde... Krallar dahi aforoz korkusiyle papadan mağrifet dileniyorlar.

Prof. Çaha: (Aziz Tomas’dan) İki yüz yıl kadar sonra, Martin Luther ve Jean Calvin Aqunas’ın elinde dünyevi bir karakter kazanan Skolastik felsefenin temelleri üzerinden ulusal karakterli protest bir hareket başlatarak seküler devletin inşasına katkıda bulundular. Adının gösterdiği gibi Protestanlık öğretisi pür teolojik bir öğreti olmaktan çok, ihtişam ve siyasal güç kaynağı haline gelen evrensel Katolik Kilisesine karşı ulusal bir protest hareket özelliği taşımaktadır. Martin Luther’in Wittenberg’de bir kilisenin duvarına asarak hareketine başlangıç teşkil eden 95 ilkenin üzerinde yoğunlaştığı üç nokta çok önemliydi. Bunlar şu şekilde özetlenebilir: Katolik Kilisesinin inananlar arasında yaptığı sıradan ve ruhban sınıf ayrımına son verilmeli, ulusal krallara mutlak anlamda itaat edilmeli ve Roma Papalığına vergi vermekten vazgeçmeli. Luther, dinin zorunluluktan dolayı papaz (bishops by necessity) olarak kabul ettiği kralların altında örgütlenerek ulusal bir karakter kazanmasını sağlamıştır.

Protestanlık, ruhban sınıf (Kilise) insanlarla Tanrı arasındaki “tevessül (şefaat)” yetkisini reddetti. Ruhbanlık yerine hümaniteyi yüceltti. Ruhbanların tefsir ve ilmihallerini (kateşizma) tanımayarak, “İncil’deki Hristiyanlık” sloganı ile “herkesi bir nevî İncil müfessiri ve müçtehid papaz saydı, egoizmi idealize etti. “Herkesin hristiyanlığı kendine” olduğu gibi, uluslarüstü bir kurum olarak Kilise’nin birleştirici otoritesi yıkılınca “her ulusun hristiyanlığı da kendine” oldu; ulusal hristiyanlıklar doğdu. Fransız Gallikan, İngiliz Anglikan Kiliseleri gibi... Ve seküler siyasî otoriteleri de meşrû saydı Protestanlık. Anglo Sakson sekülarizmi ve Fransız laisizmi şeklinde iki kol hâlinde bütün batı siyasî sistemine temel oldu bu anlayış.

Prof. Çaha: Batı toplumlarında dinin ulusallaşmasında rol oynayan aktörler dini grupların kendileri olmuştur. Uluslaşma ile sekülerleşmenin el ele giden iki proje olması ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemiş olmaları önemlidir. Türkiye’de uluslaşma ve sekülerleşmenin hem cumhuriyet döneminde hem de Cumhuriyetten yaklaşık yüz yıl öncesinden başlayarak el ele gitmesi sekülerleşmenin seyrini Batıdakine benzetmektedir. Ancak Türkiye’deki uluslaşma ve sekülerleşmeye yakından bakıldığında hem dinamikleri, hem aktörleri hem de sonuçları bakımından büyük farklılıkların olduğu görülmektedir. Her şeyden önce Türkiye’de batıdaki seküler ve ulusal yapıya ivme kazandıran Protestanlık gibi bir hareketin gelişmesine zemin hazırlayacak tarihsel, siyasal veriler yoktur. Evrensel ve merkeziyetçi dini otoriteden kopuşu ifade eden Protestanlık tarzı bir hareket olsa olsa Osmanlı himayesindeki diğer İslam toplumlarından beklenebilirdi. Zira Osmanlı’nın hükümran bulunduğu dünyada pâyitaht olan millet Osmanlı’nın çekirdek yapısın oluşturan Türklerdi ve Hilâfet’i onlar temsil etmekteydiler.

Evet Müslüman ve Türk olanların eseri değildir “Türk Ulusal Devrimleri” ile İslâm’ın Türkleştirilmesi çabası...
1920 yılında, Şeyhülislamlık kurumu yerine geçmek üzere Ankara Büyük Millet Meclisi tarafından Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kurulması....
1924’te Hilâfet’in lağvedilmesi...
1924’te, Şeyhülislamlık yerine Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması...
1924 yılında çıkarılan Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile askerî ve dinî eğitim dâhil olmak üzere bütün eğitim faaliyetleri Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde birleştirilmesi... Toplumun dini hizmetlerini devletin izin verdiği ölçüde yürütmek üzere İmam ve Hatip mektepleri ile Darülfünun altında bir İlahiyat Fakültesi kurulması.
1925 yılında tekke ve zâviyelerin kapatılması...
1925 yılında çıkarılan Şapka Kanunu...
1926 yılında kabul edilen İsviçre Medeni Kanunu ve yine Batı’dan alınan Borçlar ve Ceza kanunları ile, Hukuk alanından da silinmeye çalışılması İslâm’ın...
1928 yılında, “devletin dini din-i İslâm’dır” ibaresinin Anayasa’dan çıkarılması..
1928 yılında İslâm harfleri yerine Latin Alfabesi’nin dayatılması...
1932 yılında ezan ve kâmetin Türkçeleştirilmesi...
1937 yılında Anayasa’ya “laiklik” ibâresinin konulması...
1934’te “hacı, hafız, ağa, şeyh, molla” gibi unvan ve lâkaplar ile bazı kisvelerin yasaklanması...
1935 yılında hafta tatilinin Cuma’dan Pazar’a alınması...
Bunların hangisine teşebbüs edebilir Müslüman ve Türk olan?!

Ki bu teşebbüslerin her biri Türk ve Müslüman olmadıklarını göstermek çabasıdır aynı zamanda!
Cumhuriyetin ilanına 3 buçuk ay gibi kısa bir süre kala 14 Ağustos 1923'te de Ankara Türk Ocağı'nda verilen bir çay ziyafetinde, Mustafa Kemal, "Kur'an-ı Kerim'i Türkçeye aynen tercüme ettirmek" meselesini ortaya atacak, ancak Karabekir'in "Devlet Reis'inin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi üzerine tartışma çıkacaktı.. Karabekir Paşa'nın bu çıkışına hayli kızan Mustafa Kemal ise, "Evet Karabekir! Arapoğlu'nun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur'an-ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım... Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler"

Kazım Karabekir, Mustafa Kemal'le yaşadıkları tartışmayı İsmet İnönü'ye açtığında ise, İnönü, "müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklâlin kendilerine verilmediğini ve müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin bilhassa İngilizlerin daima aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklâlin de daima tehlikede kalacağını" söyler...
19 Ağustos 1923 tarihinde de, Mustafa Kemal'in de bulunduğu bir yemekte, İnönü ilginç bir inkılâp hamlesinden bahsedecektir: "Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bu inkılabı yapamazsak, hiçbir zaman yapamayız"...

Daha Cumhuriyet’in ilânına üç buçuk ay varken, 14 Ağustos 1923'te de Ankara Türk Ocağı'nda verilen bir çay ziyafetinde, "Evet Karabekir! Arapoğlu'nun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur'an-ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım... Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.” derken, Arab’ı ve Türk’ü aşağı gören, bir başka ırkî âidiyetle de konuşmaktadır Kemal.

30 Ocak 1932… İstanbul'un meşhur hafızları Dolmabahçe Sarayı'na davet edilir.. Dokuz kişiden oluşan heyeti, kendilerine riyaset etmekle görevlendirilmiş bulunan Reşit Galip karşılar... Reşit Galip hafızları karşılayıp Mustafa Kemal'in yanına sokmadan önce şunları söyler;
"Camilerde Türkçe Kur'an okuyacaksınız... İşte birer tane veriyoruz.. Evet, bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça'dan Fransızcaya ondan da Türkçeye tercüme edilmiştir... Bununla beraber Ankara'da bir heyet tarafından Türkçe bir Kur'an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır..."
Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan toplantıda dört maddelik karar çıkar ortaya;
- Müslümanlığın bir Türk dini olduğu ispatlanacak
- İbadetin, Allah'la kul arasında olduğu tezi kafalara sokulacak
- İbadetin dilinin anadilde yapılması lazımdır inancı oluşturulacak.
- Bu fikirde ittifak hasıl olduktan sonra duaların Türkçeleştirilmesi için işbölümü yapılacak...

5 Şubat 1932... Ramazan ayının son cuma günü... İstanbul Süleymaniye Camii'nde, Hafız Sadettin Kaynak fraklı, başı açık olarak çıktığı minberde, o meşhur hutbesini, "ey ulu Tanrı..." diye okumaya başlar...
Sadettin Kaynak, o günü hatıralarında anlatırken, hutbenin konusunun Mustafa Kemal tarafından seçildiğini, Mustafa Kemal'in kendi elleriyle Türkçe Kur'an'dan seçtiği ayetin ise Bakara Suresi'nin 11, 12 ve 13. Ayeti olduğunu yazar: "O gafillere, ‘yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın' denildiği zaman, ‘biz bozguncu değil, ıslah istiyoruz' derler. Halbuki işte onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat ne yaptıklarının farkında değillerdir... Onlara, ‘insanların inandığı gibi inanın!' denildiğinde, ‘o beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanalım' derler.. Bilesiniz ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler"...

Bütün bunlara rağmen İslâm’ı ulusallaştırabildi mi TC?
Hayır!
Fakat şunu epeyce becerdi; İslâmcı muhalefeti ulusalcılaştırdı!

Hamit Bozarslan: İslâmcılığın “ulusallaşması”, “ulusal devlet”in hem bir zaferi, hem de bu zafere ödemek zorunda olduğu bir bedel olarak algılanabilir.
Ordu, bürokrasi ve entelijensiya, kendilerini ülkenin kurtarıcısı ve iç istikrarının garantörü olarak sunabilmiştir. Mustafa Kemal’den günümüz generallerine kadar ifade edilen “camilerimizde ezan sesi duyulabiliyorsa, bu bizim sayemizdir” zihniyeti bu minnet borcunun müslümanlara kaba bir şekilde hatırlatılması anlamına gelmektedir. Refah’ın ve Fazilet’in orduya reveransları da sadece taktik ve pragmatik adımlar değil, aynı zamanda bu minnet borcunun kabulünün bir ifadesi olarak görülebilir.
Fakat bu ülkedeki “minnet borcu”nun sürekli olacağını düşünmek sağduyulu bir davranış sayılamaz. Kaldı ki, Türkiye’de bu “minnet borcu”nu hafifleten bazı faktörler de bulunmaktadır. İstiklal Harbi’nin İslâmî niteliği ve anlamı ve İslâmcılığın paralel ya da “anti” bir tarih yorumuna sahip olmaları, bu sefer Kemalizmi inkâr ettiği kendi “minnet borcu”yla karşı karşıya getirmektedir.
Ortadoğu’nun hiçbir ülkesinde, ordu ve bürokrasinin, hele hele entelijensiyanın, toplumda son derece yaygın olan İslâmî söylem, semboller, değerler, idiom ve anlamlardan bu denli cehalet oranında kopuk oldukları bir başka ülke olduğunu sanmıyorum. Bu kopukluk minnet borcunun da sınırlarını daraltmaktadır.

Düşünsel sahadaki yoksulluğunu sembolik sahadaki gücü ve devlet brifingleriyle kapatabilen bu neo-Kemalizm büyük ölçüde ordunun ve yüksek bürokrasinin asabiyye’si ve entelijensiyanın metafizik inanç sistemi olarak tanımlanabilir. Bu kurum ve katmanlar iktidar ve kuvvet dengelerindeki hâkimiyetlerini, neo-Kemalizm kalkanının verdiği meşrûiyet ve hukukî korumayla sağlayabilmektedirler. Ne var ki, sayısal varlıkları son derece cılız olan bu kurum ve katman mensuplarının, hem söylemleri ve zihnî evrenleri hem de yaşam stilleri nedeniyle toplumun neredeyse dışında yaşadıklarını görmekteyiz.

Siyasî İslâmın entegrasyonunda birçok Ortadoğu ülkesine oranla daha fazla tecrübesi olmasına rağmen, Türkiye birçok ülkeden daha sarsıntılı bir durumdadır. 1996’dan beri yaşananlar, rejimin ancak marjinal bir güce sahip olan siyasal bir İslâmcılığa, ya da entellektüel ve tribünlerle yetinen bir İslâmcılığa tahammül edebileceğini, seçmen kitlesi bunun ötesine geçmeyi kararlaştırdığında ise, “oyunu sona erdirebileceğini” göstermektedir. Bu nedenle, Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde yaşananların aksine şu ana kadar şiddeti içermeyen devlet-İslâmcılık ilişkileri, bütün diğer ülkelerden daha yoğun sembolik bir şiddete bürünmektedir.

“Sosyal hastalıklar”ın tedavisi için “daha fazla Kemalizm” ilacıyla çözülmesi mümkün olmayan bu yapısal çıkmaz, “millî din” oluşturulması yolundaki teşebbüslerin geleceğini de büyük ölçüde belirlemektedir. İslamcılığı iç savaş unsuru olarak görmekten vazgeçemeyen devletin vesayet kurumlarının, Sünnilik olarak algılanan “İslam”’dan vazgeçebilmesi de olası değildir. Bu nedenle, devletin, İslâmcılığa baskılarını Aleviliğe yatırım olarak kullanabilmesi, neredeyse sosyolojik nedenlerle mümkün gözükmemektedir. Devletin çıkmazı, ne İslâmî referansı tekeline alma savaşını terkedebilmesi, ne de bu savaşı kazanabilme olanağına sahip olabilmesi. Kesin olan, bu savaşın devlet açısından artan bir meşrûiyet kaybına yolaçacağıdır.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ve Tayyip Erdoğan başbakanlığındaki AKP Hükümeti ile denenmek istenen “İslâm’ı sulandırma ve bulandırma” da tutmayacak kuşkusuz; pek yakında görecekler nasıl bir inkılâbla devrildiklerini!

17 Kasım 2008 Pazartesi

- Hadi Uluengin
- Necip Fazıl Kısakürek
- Ömer Caha
- Hamit Bozarslan

mim.saka@googlemail.com
RSS feed Twitter.
İsim: Email:
Blogger tarafından desteklenmektedir.