Üç kıtadan sürüle sürüle, hesabımız görüle görüle, dürüle dürüle gelmiş ve Anadolu’ya kapanmış bulunuyoruz. Şimdi buradan da kovulmak, daha doğrusu burada boğulmak isteniyoruz. Yani bitmedi henüz sürgünümüz, hesabımız tam görülmedi, büsbütün dürülmedi defterimiz.
Böyle düşünmeyenler de var. Onlar “medeniyetler ittifakı”ndan bahsediyor, “dinlerarası diyalog” ve “hoşgörü” masalları anlatıyor, “AKP iktidarının başarısı” diyor, birinci ve ikinci hanımların türbanını gösteriyor, Hocaefendi’nin dünyadaki saygınlığından dem vuruyor ve oyunbozanlıkla suçluyorlar bizi...
Elhamdülillah; oyunbozanız biz!
Doğru; AKP’nin iktidara gelmesi veya F. Gülen’in dünyanın her yerinde okullar açması bir başarıdır. Fakat bu başarı kendileri için, kendilerine bu yolu açanlar için bir başarıdır; yoksa müslümanların herhangi bir problemini çözmek başarısını göstermiş değiller...
Bunların önü açılıyor; çünkü Endülüs’ten geriye de yalnızca Kastilya’ya vergi ödeyerek ayakta kalabilen ve İspanya krallıkları için hiçbir tehdit oluşturmayan Gırnata Emîrliği kaldığında, Reconquista’nın hızı kesilmişti. Müslümanlarca zannedilmişti ki artık tamam, burada ilelebet müslüman kalarak yaşayabiliriz. Bu şartlar altında Anadolu’da ilelebet müslüman kalarak yaşayabileceklerini zanneden bizim eblehlerden çok daha mâkûl bir gerekçeleri vardı üstelik onların; resmen tanınmış bir statüleri vardı.
25 Kasım 1491 tarihinde gerçekleşen 47 maddelik antlaşmaya göre, Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabella, hem kendileri, hem veliaht olan oğulları Juan ve hem de ondan sonra tahta geçecek olanlar adına özetle (ve bizim şu anda sahip olmadığımız) şu statüyü vermiştiler müslümanlara: «Müslümanlar, diğerleri gibi bu ülkenin değerli tâbiidirler. Müslümanlar, antlaşmanın kapsadığı her yerde krallığın himayesi altındadırlar ve onlara ancak saygıyla muamele edilir. Müslümanlar dinlerini, dillerini, âdet ve gelenekleri ile mallarını ve ticaret hürriyetlerini muhafaza ederler. Hatta, hrristiyanlıktan müslümanlığa geçip de onlarla beraber yaşamaya karar verenler ve müslümanlar ile evlenen hrristiyan kadınlar da dinleri konusunda dokunulmazdırlar. Müslümanlardan her kim Mağrib’e (Kuzey Afrika) göç etmek isterse, onların göç masrafları kraliyete aittir ve gidip de Endülüs’e geri dönmek isteyenlere de müsâde edilecektir.»
Müslümanları zaman içinde asimile etmeyi, yani kendilerine benzetmeyi umarak vermiştiler bu hakları. Baktılar ki benzememekte direniyor müslümanlar; çok değil, yukarıdaki anlaşmadan 10 yıl sonra, ya hristiyan olmayı veya Gırnata’yı terketmeyi dayattılar.
12. 10. 1501 tarihli Kraliyet fermanına istinaden, müslümanların evlerindeki, ellerindeki Arap harfleri ile yazılmış bütün kitaplar papazlar tarafından toplatılıp şehir meydanlarında yakıldı. Yakılanlar sadece Kuran-ı Kerim ve dinî ilimlere ait kitaplar değil, aynı zamanda binlerce cilt bilim, tıp, mühendislik, felsefe ve edebiyat kitaplarıydı. Asimilasyonun önündeki engel olarak bu kitapları görüyorlardı çünkü. Arap Alfabesi’ni İslâm kültür ve medeniyetinin dili, Arapça’yı da İslâmiyet’in kapısı olarak telâkkî ediyorlardı. Kitapların yakılmasının ardından, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi’nin kullanımı zorunlu hale getirildi. (Bakınız: Kemalist Devrimler)
Engizisyon Mahkemesi, (Bakınız: İstiklâl Mahkemeleri) insanların âdetlerine ve bazı davranışlarına bakarak, onların hıristiyanlaşmayıp müslüman kalmada ısrarcı olduklarını tespit edebiliyordu. Bu müslüman âdetlerinden belirgin olanları Arapça konuşmak ve yazmak, müslüman kıyafetleri giyinmek, hristiyan tarzı masa yerine yerde yemek, ellerine-ayaklarına kına yakmak, ölülerini hıristiyan mezarlığına gömmemek, çocuklarını kiliseye göndermemek ve benzerleri idi. Bunlara ilâveten, Kuzey Afrika veya Osmanlı müslümanlarıyla ilişki-bağlantı kurmak da şiddetle cezalandırılmayı getiriyordu.
18 Aralık 1499 tarihinde bir olay meydana geldi. Gırnata’nın el-Beyyâzîn (Albaicin) bölgesinde, vaftiz edilecek çocuk ve gençleri toplamakta olan polislerden ikisi, Bâbü’l-Bünûd (Bib el Bonut) Meydanı’nda müslüman ailelerden birinin kızını zorla alıp vaftiz etmek için götürmeye kalktılar. Kız direndi. Kendisinin müslüman olduğunu ve Teslim Antlaşması şartlarına aykırı olarak zorla vaftiz edilemeyeceğini haykırdı. Etraftan kızın feryadını duyanlar koştular ve polislerle tartışmaya başladılar. Tartışma kavgaya dönüştü ve polislerden biri öldürüldü. Böylece, isyan fitili ateşlenmiş oldu. (Bakınız: Sütçü İmam)
İsyancı oldukları gerekçesi ile yakalananlar kral, soylular ve halkın katıldığı büyük infaz törenlerinde canlı canlı yakılıyorlardı. İspanya kralının üvey kardeşi Juan de Autrian komutasındaki İspanya ordusu, el-Büşşerât bölgesinde yer alan Galera adlı yerleşim yerini müslümanların elinden 10.02.1560 tarihinde aldı ve Juan’ın emriyle Galera halkının tamamı imha edildi! Katliamdan sonra kanların kuruması için araziye saçılan tuzun etkisi, günümüz İspanya’sına gidip gören tanıkların ifadesine göre, bugün halen devam etmektedir.
Barbaros Hayreddin Paşa anlatıyor:
«Papazlar, “Devletlü kral (II. Filip), ömrün uzun olsun. Azizler senden razı olsun. Barbaroşo’nun çoğu hrristiyanlara gâlip gelmesinin sebebi, hep bu Endülüs tâifesinin dualarındandır. Çünkü, bunlar da diğerleri gibi, “müslümanız” derler. Hem de öyledirler. Hristiyanlara bir zarar olursa onlar sevinirler, biz müslümanlara bir zarar versek bunlar üzülürler. Ellerinden gelse bizlerin kanlarını içerler. İki zıt bir araya gelmez dendiği gibi, Âdem devrinden beri biz Muhammedîlere düşmanız. Bu düşmanlık asla aramızdan kalkmaz, nerde kaldı ki aramızda yaşayalar! Bizim aramızda Mesîh kullarından başka kimse olmaya! Devletlü kral, bu müslümanların bir âdetleri daha vardır ki, günde beş kez cemaat olup namaz kılarlar. Bu işleri ise bize çok dokunur... Elhâsıl, onların bizim vilâyetimizde durduğu büyük hatadır. Hemen Endülüslülere tenbih edersin ki, her kim hrristiyan dinine dönerse ne güzel, dönmeyenleri hep ateşe yakarım dersin.” Kral, bu mel’ûnların cehennemlik sözlerini duyunca, hemen o saatte emir çıkardı ki: “Ne kadar kız ve erkek Endülüs çocuğu varsa ana ve babalarının yanında durmasınlar, hep kiliselere taksim olunup İncil öğretilsin. Büyüklere de söylensin ki, vay hıristiyan dinine dönmeyenin başına! Kim hıristiyan dinine dönmezse hepsini yakarız!”»
Ve 22 Eylül 1609’da o meşhur sürgün kanunu çıktı. Müslüman azınlığa, mallarını satarak İspanya’yı terk etmeleri için bir ay süre verilecek, Mağrib’e göç etmek isteyenlere güvenli deniz yolculuğu sağlanacak, herhangi bir hrristiyan ülkeye göç etmek isteyenlere teşvikte bulunulacak, ülkeden göç etmek istemeyenlere ise malları müsadere edilerek idam cezası uygulanacaktı.
Gidemeyenler ya idam veya zorla hristiyan edildiler. Bunlardan biri de, İspanyol tarihçi R. de Zayas’ın büyük dedesi idi. Zayas’tan öğrendiğimize göre, gidebilenlerin de çoğu gidememiş aslında.
R. de Zayas: «Krallığın her bir yanından toplanan müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çokları yollarda ölür açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli'den, Ceneviz'den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Moriskleri taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat, İspanyol limanlarından gözle görülmez olunca onları denize atmayı ve hemen dönüp yeni bir yükleme yapmayı daha kârlı bulurlar.»
Endülüs müslümanlarını bu korkunç soykırımdan geçiren “Katolik krallar” Ferdinand ve İzabella, Vatikan tarafından azizlik mertebesine çıkartılmış bulunuyor. Yani hata ve günahtan berî imiş onlar; yani bir günah ve hatta hata bile değilmiş bu korkunç soykırım. Böyle söylüyor, “Dinlerarası Diyalog”çuların merkezi Vatikan!
İspanyol tarihçi Rogrigo de Zayas, 1989 yılında birgün bir Sotheby's kataloğunu karıştırırken, açık artırmaya çıkarılmış bir belge ilânı görünce koltuğundan fırlıyor. Belge hakkında şu not düşülmüştür kısaca: "XVI. Yüzyıl sonu ilâ XVII. Yüzyıl başlarında Valencia Krallığı'ndaki Moriskler, diğer adıyla Hristiyanlaştırılmış Mağribliler meselesi ile ilgili 50 kadar Engizisyon raporu ile kraliyet mektuplarını ihtiva eden el yazması hacimli bir cilt".
Tarihçi de Zayas, o güne kadarki bütün maddî birikimlerini vererek bu kıymetli hazineyi ele geçirmeye muvaffak olmuş; tek suçları müslüman olmak olan yüzbinlerce erkek, kadın ve çocuğun nasıl temizlenmiş olduğunu bütün dünyaya ispat etmiş bulunuyor.
R. de Zayas: «O dönemin müslüman İspanyolları, Avrupa'da hiçbir zaman görülmemiş en parlak medeniyetin mirasçıları olduklarının bilincindeydiler. Kurtuba, geceleri aydınlatılan sokakları ve anestezi yoluyla ameliyatların yapıldığı hastaneleriyle bir milyon nüfuslu bir şehirdi. Hem de XII. yüzyılda! Bu halk, hristiyan dünyası tarafından asimile edilmeyi kesinlikle reddeder. Nedir bir hristiyan, onların gözünde? Her şeyden evvel yıkanmayan biri. İşkence âletinin sembolü olarak Haç'ı kullanan ve kan dökmekten zevk alan bir vahşi savaşçı. İbadet sırasında bile şarap içen ve bu şarabın bir peygamberin kanı olduğunu iddia eden bir zavallı. Murdar yiyeceklerle beslenen bir arsız. Nihayet, sevgi konusunda vaazlar veren fakat insanları hapseden, mallarına el koyan, işkence eden ve öldüren bir yüzsüz.»
Bundan 500 yıl önce… Endülüs İslâm Medeniyeti bir güneş gibi batarken Batı’dan; aynı zamanda bir güneş gibi Osmanlı İslâm Medeniyeti doğmuştu Anadolu’dan. Bu iki muhteşem medeniyetin biri doğuya, biri batıya senkronize ilerleyerek buluşabilseydiler Avrupa’da, “Tek Dünya – Tek Devlet” demek olurdu bu; İslâm’ın dünya hakimiyeti demek olurdu. Olmadı. Mukadderat!
Ama olacak; “mukadder” olan olacak!
Şimdi biz de üç kıtadan sürüle sürüle, hesabımız görüle görüle, dürüle dürüle gelmiş ve Anadolu’ya kapanmış bulunuyoruz. Buradan da kovulmak, daha doğrusu burada boğulmak isteniyoruz. Yani bitmedi henüz sürgünümüz, hesabımız tam görülmedi, büsbütün dürülmedi defterimiz. Mazimizden daha muhteşem bir istikbâli (BD) kuşanmadan, “Muhteşem Mâzimiz” diye kuru kuruya övünüp durarak, hele “Türk önde, Türk ileri” diye saçmalayarak asla çıkamayız bu Ergenekon’dan. Bilakis ezer bizi o muhteşem tarihin ağırlığı. O ağırlıktan kurtulmak için düşmana öykünürüz, benzemeye çalışırız, asimile oluruz. Kemalizm böyle bir asimilasyon projesi idi. “Ilımlı İslâm” da böyle bir asimilasyon projesidir! Her ikisi de muhakkak aşılmalıdır!
«Beş asırlık tarih dilimimizle berebar çağımızın nabzını yakalayan, ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ızdırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... İSLAM'A MUHATAP ANLAYIŞ'ın dünya görüşünü örgüleştiren adam...» (S. Mirzabeyoğlu) Yani Üstad Necip Fazıl kurtuluşumuzun adını koymuş, yolunu göstermiştir. Ya bu İdeolocya’yı kuşanarak Ergenekon’dan çıkıp Kızıl Elma’ya (Büyük Doğu) varacağız; veya Anadolu’dan kovulacağız, Anadolu’da boğulacağız!!!
…
Hadis-i Şerîf: “Kim bir kavme benzerse o ondandır.” (Ebu Davut ve Taberani)
Asimilasyon (Lat.): Bir şeye benzemek, aynılaşmak.
Hâşiye: Endülüs tarihine ait bilgiler, aşağıdaki kaynaklardan özetlenmiştir.
a) Prof.Dr. Rogrigo de ZAYAS, Endülüs'ten İspanya'ya, çev. Cemal Aydın, TDV, İst. 1996
b) Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara 1994
c) http://www.endulus.net/anasayfa.html
12 Aralık 2007
(Büyük Doğu Ocakları Dergisi, 1. Sayı)