«"Şüphesiz siz, sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın tâbi olacaksınız. Hatta onlar, bir kertenkele deliğine bile girseler, onların arkasından gideceksiniz.” Bunun üzerine sahabe “Ey Allah’ın Resûlü (s.a.v.), onlar yahudi ve hristiyanlar mıdır?” diye sordular. Resûlullah (s.a.v), “Ya kim olacak?! Evet onlardır!” buyurdular.» (Buhârî, Enbiya: 50)
Biz müslümanlar, Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Musa’nın şeriatını ortadan kaldırmadığına, aşırı giden yahudileri doğru yola davet ettiğine inanıyoruz.
Matta İncili de bu minvâlde birşeyler söylüyor:
«Kutsal Yasa'yı veya peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim. Size doğrusunu söyleyeyim, gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa'dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecek. Bu nedenle, bu buyrukların en küçüklerinden birini kim çiğner ve başkalarına öyle yapmayı öğretirse, Göklerin Egemenliği’nde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliği’nde büyük sayılacak.» (Matta, 5. Bölüm, 17-19)
Biz müslümanlar, “Rabbenâ velâ tahmil aleynâ ... alellezîne min gablina...” (Bakara, 286) sırrınca, Hazret-i Musa’nın ve Hazret-i İsa’nın ümmetlerine nazaran daha hafif bir mükellefiyet altında olduğumuzu biliyoruz. Buna binâen, hristiyanlığın da yahudi şeriatının mükellefiyetlerini bir parça hafiflettiği düşünülebilir; ki, öyle zannediliyor. Bilâkis, daha da ağırlaştırdılar bu yasaları bazı İncil yazarları.
«Biri, başka birinin karısıyla, komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir.» Diyordu Tevrat.
İncil yazarları aşırı gittiler:
«Ama ben size diyorum ki, bir kadına şehvetle bakan her adam, zaten yüreğinde o kadınla zina etmiştir. Eğer sağ gözün seni günaha sokarsa, onu çıkar, at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, tüm vücudunun cehenneme atılmasından iyidir.» (Matta, 5: 28, 29)
Dahası, günah işleyen her uzvun kesilip atılmasını yazdılar İncillere:
«Eğer sağ elin seni günaha sokarsa, onu kes, at. Çünkü vücudunun bir üyesinin yok olması, tüm vücudunun cehenneme gitmesinden iyidir.» (Matta, 5: 30)
Şu sözün, Hazret-i İsa’nın tebliğ ettiği İncil’de aynen geçen bir ayet olduğunu varsayalım; bu ayetin tefsirini öğrenmek için başvurabileceğimiz “edille-i şer’iyye”si yok ki hristiyanlığın. Bugünkü İncillerden birini sahih varsayalım; fakat ne sünneti var ortada, ne icmâ, ne kıyas, ne de basit bir ilmihâl kitabı hristiyanlığın!
Sonra, bütün bu yokların yerine ikâme edilen Kilise kurumu, Ruhbanlar ve her türlü hatadan berî olma iddiasındaki ruhânîler...
Hristiyanlık Romalıdır artık.
Hazret-i İsa’nın reff olunmasından yarım asır kadar sonra, Sayda ve civârında, onun şeriatının Roma’da bozulmuş olduğunu söyleyerek, Hazret-i İsa gibi yaşamaya çalışan ve O’nun dinini tebliğ eden İsevîler de, “Hristiyanlıkta bid’at çıkarıyorlar” iddiasıyla ipe çekildiler Roma tarafından. Çünkü, Romalı olmuştu artık Hristiyanlık.
Bu çarpıklığın tabiî neticesi, Ortaçağ karanlığıdır.
Ortaçağ karanlığının tabiî neticesi Aydınlanma, Demokrasi, Laisizm ve Kapitalizmdir...
Hristiyanlık Amerikalıdır şimdi.
“Selef”in yolundan gittikleri iddiasıyla mezheplere, tasavvufa, alimlerimize, mütefekkirlerimize ve gelenek-göreneklerimize “bid’at” diyen bir kısım sözde “Radikal İslâmcılar”ın, Yahudiler ve hristiyanlar gibi kertenkele deliğine girdiklerini; o delikten “Amerikasız olmaz!” diyerek çıktıklarını, Amerikanî bir İslâm anlayışına teslim olduklarını hatırlamanın yeridir.
Merhum Seyyid Muhammed bin alevî el Mâlikî Hazretleri’nin “Mefâhim En Yecibu Tusahhaha” (Düzeltilmesi Gereken Kavramlar) isimli muhteşem eserinin düşündürdüklerinden bir parçadır buraya kadar yazdıklarımız. Bu muhteşem eseri yazan, çeviren, yayına hazırlayan, basan ve yayan herkese (ve bir adet de imzalı olarak bendenize gönderme lütfunda bulunan Osman Akyıldız’a) teşekkürlerimi arzederim.
Mezkûr eserin 95-98. sayfaları arasındaki “Bid’at” bahsinden bir bölüm:
«Bazı kimseler, bid’atin “hasene” ve “seyyie” diye taksim edilmesini tenkid ederek, böyle bir taksimin meşrûluğunu şiddetle reddederler. Bazıları daha da ileri giderek, “Her bid’at sapkınlıktır!” hadis-i şerîfine muhâlefet ederek yeni bir şey ihdas ettikleri için bu şekilde bir taksim yapanları sapıklık ve dalâletle itham etmektedirler.
Hadisin zahirinden anlaşılan mânâya bağlı kalınması gerektiğini iddia eden bu kimseler, hayatlarında yaptıkları ve bildikleri şeyler arasındaki çelişki yüzünden oldukça müşkül duruma düşerler. Her yeni olanı reddetmek zorunda olduklarından, hayatta çok az şey yapmak zorundadırlar. Ancak yaşayabilmek istiyorsa, kısa zaman içinde bir çıkış yoluna ihtiyacı olduğunu fark eder. Öyle ya, aksi takdirde hiçbir şey yiyip içemeyecek, barınamayacak, giyinemeyecek, evlenemeyecek; ailesi, müslümanlan kardeşleri ve toplumun hiçbir kesimiyle herhangi bir ilişki kuramayacaktır.
Düştükleri bu hâlden kurtulmak için ileri sürdükleri alternatif ilginçtir. Bid’ati “dinî” ve “dünyevî” bid’at şeklinde ikiye ayırmak. Sübhânallah! Ne acayip, öyle değil mi? Her bid’ati sapkınlık olarak gören bu adamlar, kendi kendilerini kandırmak pahasına bu hileye müracaat ederek, dah aönce görülmemiş yepyeni bir şey olmasına rağmen, bu ayırımı yapmakta bir beis görmezler.
Bid’ati “dinî” ve “dünyevî” olarak ikiye ayıran ve diğer tasnifi reddeden kardeşlerimiz, dikkatli bir sınıflandırma yapamamışlardır. Onlar, “dinî bid’at dalâlettir –ki doğrudur-, dünyevî bid’atte ise bir beis yoktur” dediklerinde yanlış bir hükme varmaktadırlar. Zira bu şekilde bir ayrım, her dünyevî bid’at ve yeniliğin mubah olduğunu ifade etmiş olur ki, bu, çok büyük bir musîbete kapı aralar. Bu durumdan kurtulmak için zaruri bir tasnife daha ihtiyaç duyulmaktadır. Dünyevî bid’atler, hayır olanlar ve şer olanlar diye yeniden ikiye ayrılmalıdır.
İşte bu müşkile düşmemek için bid’atin lugavî mânâsı kastedilerek, “hasene” ve “seyyie” diye ikiye ayrılması yeterli olur. Bizim ayrımımıza göre, diğerlerinin “bid’ati dünyevî” dediğine biz “bid’ati hasene” demiş oluyoruz.
Bizim de kabul ettiğimiz bu sınıflandırma, yeni olan her şeyin şeriate ve dinî kaidelere uygunluk arzedip etmediğini, müslümanların yapageldikleri her dünyevî işte şeriate uygunluğun aranması gerektiğini ifade ettiği için gayet ihtiyatlı ve dikkatli yapılmış bir ayrımdır.
Bu mühim nokta, usûl alimlerinin yaptığı bu dikkatli tasnif sayesinde anlaşılabilmektedir. Eksiklik ve tahrif olmadan, te’vile ihtiyaç duymadan, bizleri doğru mânâlara taşıyan doğru lâfızları kullandıkları için, Allah -celle celâluhû- usûl alimlerimizden razı olsun.»
Mustafa Saka
19 Kasım 2007 (Furkan Dergisi, 20. Sayı)