Bağdat 21 günde düştüğünde(!), Pentagon bile bu zafere(!) sevinmekte ihtiyatlı davranırken, bizim “boy”ların, kıçları tavana vurmuştu sevinçten...
21 günde düştü zannedilen Bağdat düşmedi hâlâ; düşmeyecek!
Kutuzov’un Moskova müdâfaasını gölgede bırakacak denli şanlı bir direniş veriliyor Bağdat’ta ve tüm Irak’ta… Tolstoy’un “Harp ve Sulh“una mukâbil, bizim romancılarımız, meselâ Selim Gürselgillerimiz yazacak bu şanlı direnişin romanını…
«Napolyon Moskova önlerine gelene kadar, savaşa hep hazır göründü Kutuzov. Ama son gece, bir anda Kutuzov ve askerleri kayboldu. Fransız askerleri Moskova’yı kolaylıkla işgal ettiler. Napolyon, zorlanarak geçmeyi umduğu kapıdan âdetâ uçarak girmişti. Fakat ne yapacaklarını şaşırdılar; Moskova’yı denetim altında tutmakta zorlanıyorlardı. Fransızların ikmâl yolları, Kutuzov’un gerilla timleri tarafından kesilmişti. Kutuzov’un özel timleri, vurkaç taktiği ile Fransız askerlerini pusuya düşürüyordu. Fransızlar oyunu geç fark ettiler. Napolyon Moskova’dan geri çekilmek zorunda kaldı. Fransız askerleri, ısınmak için tüfeklerinin kabzalarını ve bayraklarını yakarak Paris’e doğru geri çekildiler.»
Muvazzaf Ankara ricâli ve savaş sayesinde televizyon ekranlarında ek iş ve şöhret bulan emekli TSK paşaları, o günlerde (ve bugün hâlâ) hep “Ben Amerika’nın yerinde olsam?” zâviyesinden bakıyorlardı olaya. Oysa, Osmanlı coğrafyası üzerine kurulan tam 34 “muvakkat devlet”ten biridir TC! “Muvakkat”; çünkü, S. Mirzabeyoğlu’nun buyurduğu gibi: “Gayesine ermemiş savaş, bitmemiş demektir!”. Gayesine ermemiş, yani bitmemiş bir savaşın, 1. Dünya Savaşı’nın neticesinde “muvakkaten” bağımsızlık verildi bu devletçiklere. Hatta Amerika, Türkiye’nin sözde bağımsızlık anlaşması sayılan Lozan’ı imzalamış bile değil hâlâ! Şu hâlde, Ankara kendisini Washington’la değil Şam’la, Kahire ile, Tahran’la, Amman’la, Riyad’la, Bağdad’la bir görmek, o zâviyeden bakmak zorundadır.
Osmanlı’nın parçalanması, Hilâfet’in ilgâsı ve bütün Kemalist devrimler amaçlarının hepsi değildi Batı’nın; 1. Dünya Savaşı sâyesinde bu kadarını başarabildiler, amaçlarının ana vasıtalarına erdiler. Bu vâsıtalarla erişilmek istenen gâye; İslâm’ın ayaklarının kırılması, bir daha yürüyemez hâle getirilmesi, referans olmaktan çıkartılmasıydı.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla, Hilâfet’in ilgâsıyla ve Kemalist devrimlerle İslâm’ın yürüyüşü bir müddet durdurulabildi; ama olmadı, tek bir rüknü bile kırılamadı, referans olmaktan çıkartılamadı İslâm.
2. Dünya Savaşı ile “Soğuk Savaş” ise, kendi iç hesaplaşmalarıydı; bu hesaplaşmalar, “muvakkat devletler”in ömrünü uzatmaya yaradı sâdece.
Ve Kıyamet Savaşı asıl şimdi başladı!
Başta Türkiye olmak üzere, bu “muvakkat devletler”in bütün “jeostratejik önem”leri de bitmiş oluyor artık... Soğuk Savaş dönemindeki bütün “savaş sebebi” tükürüklerini tek tek yalatacaklar bu devletlere! Türkiye, “Musul-Kerkük”ü yaladı bile, “Kıbrıs”ı da yalayacak; bunlarla da kurtulamayacak, parçalanacak!
Ankara, ya şimdiden kendi elleriyle beyaza boyamalı bütün “kırmızı çizgi”lerini; hatta al bayrağı da indirip beyaz bayrak çekmeli bugünden; veya kendini Bağdat’ın yerine koyup, nasıl direneceğini düşünmeli!
Fakat, 80 Yıldır arkasını Batı’ya dayayarak, eli şeyinde millete güç gösterisinde bulunan “Kemalist Paradigma”nın açmazı tam da buradadır: Böyle bir direniş için ideolojik ve askerî motivasyonu yok Kemalizm’in!
“Çılgın Türkler!“miş, “Millî Kuvvetler!“miş…
M. Kemâl’in ifâdeleriyle; "Din-i İslâm’ı, Şeriat-ı Muhammediye’yi, Halîfe-i Rû-i Zemîn’i ve Devlet-i Âl-i Osmâniye’yi kurtarmak, müstevlîleri Anadolu’dan ve Pâyitaht’tan kovmak” maksadıyla (söylemiyle) ayağa kaldırılan Anadolu’nun adı idi, “ayağa kalkmış Anadolu” idi “Kuvvâ-i Milliye”...
Bu söylemlerle Anadolu’yu ayaklandıranlar, müstevlîlerle “gizli” bir protokol yaptılar; İngiliz, Fransız, İtalyan kuvvetleri bir iki mahallî kavga dışında hiçbir askerî direnişle karşılaşmadıkları hâlde Anadolu’dan çekildiler. Anadolu’ya girerken peşlerinden sürükledikleri ve sonra yüzüstü bırakıp gittikleri “operet“ Yunan kuvvetleri ile bir savaş oldu sadece. Bu savaşı da Cumhuriyet’in kurucusu iki adam değil, Çerkez Ethemler ve milis kuvvetler yaptı. İsmet, 1. Ve 2. İnönü’ye tek tük tüfeklerin patladığı, en fazla bir iki kişinin ölüp yaralandığı bir intikâl yaptı yalnız. Kemal, yol boyunca, Ege havalisinde mukim sivil Rumları katletti; bir tane bile düşman askeri kalmamış bir İzmir’e girdi. Sonra sarhoş kafayla “Yakın!” emrini verdi; ve gece bir tepeye çekilip “Gâvur İzmir”in alevlerini seyrederek rakısını yudumladı. Hristiyan(!) Batı, Anadolu’daki Ermeni-Yunan Hristiyan nüfûsun katl ve tehcir edilmesine resmen göz yumdu. Peşinden Lozan’a gidildi. Son Osmanlı Hahambaşısı Haim Naum’un arabuluculuğuyla Lozan Anlaşması imzalandı. “Hilâfet’in ilgâsı”, “İslâm’ın reforme edilmesi” vb. Kemalist devrimler Lozan’ın gizli maddelerinde yazıldı. İhtilâflı sınırlar çizilerek komşuları ile arasında ebedî bir düşmanlık tohumu ekildi. “Türkçülük” ideolojisi benimsetilerek milli bütünlüğü ile emperyâl vizyonu parçalandı Türkiye’nin... Bu şekilde köklerinden koparılmış, hâfızası boşaltılmış, “Batı’ya bağımlı” hâle getirilmiş, bütün komşularıyla, İslâm dünyası ile ve kendi halkıyla kavgalı bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına izin verildi...
Ne kadar köle, ne kadar kukla olursa olsun; devlet olmanın fıtratı icabı ister istemez bir hâkimiyet tavrı, bir bağımsızlık irâdesi gelişmedi degil tabiî... Şimdi işte bu hâkimiyet(!) ve bağımsızlığı(!) da elinden kayıyor Türkiye’nin. Tabiî olarak çok çarpık gelişmişti Türkiye’de bu tavır ve irâde; Hem “Türk” hem “Dönme”, hem halkçı hem halka düşman, hem müslüman hem Kemalist, hem demokrat hem işkenceci, hem Batıcı hem Batı karşıtı bir hilkât garîbesi çıkmıştı ortaya.
Fahişe bir sistemin kasıkları arasında, eski iki kutuplu dünyanın tampon bölgesinde, artı-eksi bulutların itim alanında kendisine asalak bir hayat imkanı bulabilen bu paradigmanın ayakları yere basmıyordu zaten... Mütefekkir’in daha 80’lerde işaret ettiği üzere, 90’lardan itibaren derin bir hava boşluğuna düşmeye başladı. Kurulduğu gibi yıkılmaya başladı paradigma; geldikleri gibi gitmeye başladı mümessilleri... Türkiye şimdi büsbütün kuşatılmış durumda. Ankara işgâl altında. Geçen yüzyılın başındaki İstanbul’dan daha komplike, daha soft, daha sofistike bir işgâl bu seferki.
Çünkü bu yapılanmaya 80 yıl önce biçilen misyon artık tamamlanmış bulunuyor.
Kemalizmin miadı doldu, işi bitti; kendisini doğurup emziren ‘Juda Ana’ tarafından boğulması, taharet mendili gibi çöpe atılması gerekiyor.
Asker-Sivil TC kadroları bu tasfiyeye boyun eğecekler mi? Eğmeyeceklerse, nasıl bir tepki koyacaklar? Yalçın Küçük’e Şebeke’yi yazdırarak, Doğu Perinçek’e politika yaptırarak, kafalarına geçirilen çuvala karşılık Kurtlar Vadisi filmleri çevirerek bu badireyi atlatabileceklerine inanıyor olamazlar. Bu tasfiyeci saldırının sırf askerî bir barikatla da aşılamayacak denli güçlü olduğunu, hele dış mihraklı -kökü dışarda- yapay bir ideoloji olan Kemalizmle geriletilemeyecek denli köklü olduğunu hâliyle anlayacaklarını farzedersek; neyle ve nasıl karşı duracaklar!
Esâtir değil, bu gerçek bir Ergenekon’dur!
- “Sahi kaç günde düşer Ankara?”
Mustafa SAKA
mim.saka@googlemail.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Blogger tarafından desteklenmektedir.