17 Ekim 2012

Yuva olsun diye bütün evler! (3)



evimi özledim gerçek 
ama o gerçek için zındandayım ben 
yuva olsun diye bütün evler! 
(S. Mirzabeyoglu - Münşeat)  

TvNET: Salih Mirzabeyoğlu'na Özgürlük İstiyorum!(VIDEO)
http://www.dailymotion.com/video/xuag9c_muhalif-11-10-2012_shortfilms 
16 Ekim 2012

Yuva olsun diye bütün evler! (2)



evimi özledim gerçek 
ama o gerçek için zındandayım ben 
yuva olsun diye bütün evler! 
(S. Mirzabeyoglu - Münşeat) 



A HABER/TOPLUMSAL HAFIZA: 28 ŞUBAT'IN İZLERİ: SALİH MİRZABEYOĞLU (VIDEO)

Yuva olsun diye bütün evler!



evimi özledim gerçek 
ama o gerçek için zındandayım ben 
yuva olsun diye bütün evler! 

(S. Mirzabeyoglu - Münşeat) 





TvNet: Salih Mirzabeyoğlu Belgeseli (VIDEO)


19 Temmuz 2012

İmam-ı Azam'ı ziyarete gider gibi...

Ahmet Amca. Nur yüzlü, deniz gözlü, ihlaslı, vefakar, cefakâr, zor günlerimizde yanımızdan ayrılmayan büyüğümüz, babamız. Mücadelemizin en cesur delikanlısı. Sana "ihtiyar" demeye dilim varmıyor, çünkü sen ne ihtiyarlığı, ne hastalığı, ne düşkünlüğü hiç kabul etmezdin. Ama gel gör ki Hak Teala, herhalde geride kalanlara teselli olsun diye, seni de yaşlandırıp huzuruna çağırdı. Ne mutlu sana ki, insanların "artık emekli oldum, bana dokunmayın" dediği ahir ömründe, sen durmadan dinlenmeden birilerinin işlerine koşturan 'kimin sıkıntısını nasıl gideririm,' çabalarıyla dolu bir hayat yaşadın. Rabbim senin de ahiret sıkıntılarını gidersin.
.
Ahmet Amca, bu sözlerimi Bolu ziyaretlerimizde önümüze düşerek götürüp getirdiğin tüm hanım arkadaşlar ve çocuklarımız adına kabul et. Sana duyduğum minnettarlığı ve şükranlarımı ifade etmem imkansız. Her şeyin toz duman olduğu o günlerde Kartal'dan Bolu'ya naklimiz bizi şok etmişti. Tâ Bolu'ya her hafta nasıl giderdik? Çocuklarımız küçüktü. Ziyaret saatlerimiz, şehirlerarası otobüslerin saatlerine uymuyordu. Cezaevi idaresi de saati değiştirmemekte inat etmişti. Çaresizdik. Gerçi arabalarıyla bizi götürebilecekler vardı. Ama bir aile gitse, diğeri kalıyordu yada her aileden ancak bir veya iki kişi gidebiliyordu, bu da bizi üzüyordu tabii. Hep birlikte, özellikle çocuklarımızla birlikte gidip ziyaretimizi yapmak istiyorduk. Birkaç aylık düzensizlikten sonra çareyi sen buldun ve bizi rahatlattın. Sadece kendi oğlunu ziyaret edebilirdin, imkanların seni hiç zorlamazdı ama sen öyle yapmadın. Binbir rica ile çevreden bulduğun minibüslerle ve şoförlerle her hafta her aileyi evinden alıp evine bırakarak bizlere sağladığın rahatlık, Bolu'dakilere sağladığın emniyet ve güven duygusu neyle ölçülebilir Ahmet Amca? Biz rahattık, onların da gözleri arkada kalmıyordu. Bunun ne demek olduğunu ancak bu halleri yaşayan bilir. Bu yaptıkların yetmiyormuş gibi yolculuklarda bizlere ve çocuklarımıza gösterdiğin ihtimam da cabası. Öyle yakın, öyle samimi, öyle sorumluluk duygusuyla dolu ve öylesine koruyucu kollayıcıydın ki, sanki kendi babamızla yola çıkmış gibi hissederdik. Yollarda bizlere aldığın meyveler, o çok sevimli Karadeniz şivenle yaptığın espriler, anlattığın fıkralar, arada okuduğun Kur'an'ı Kerim, çocuklarımıza gösterdiğin ilgi ve ihtimam; en önemlisi de sürekli olarak "Bir sıkıntınız varsa çekinmeden söyleyin, ben çözemezsem çevrem geniş, yardım alırım" diye bizi rahatlatmaya çalışman her şeyin üstündeydi.
.
Sen hep vermek, hep bizleri memnun etmek, rahatlatmak istiyordun da ben hiç rahat değildim biliyor musun Ahmet Amca. İlerlemiş yaşına, bembeyaz saçına sakalına rağmen Bolu yollarında senin çektiklerin benim içimi hep burkardı. O gün otobüsle gitmiştik. Dışarda diz boyu kar vardı. Sabah 5'te Abant Kavşağı'ndaki mola yerinin küçük mescidinde gün ağarana kadar bekleyecektik. Buz gibi mescitte biz üst katta çocuklarımızı sarıp sarmalayarak ısıtmaya çalışırken, senin aşağıda kapının ağzına, üstüne paltonu örterek uzanıp uyuduğunu gördüğümde, seni o yaşında o hallere düşürenlere ilk defa beddua etmiştim. Sen de bizlerle birlikte yıllarca Bolu Dağı'nın soğuğunu yedin, sıcağında kavruldun. Bir keresinde sana, "Ahmet Amca, kusura bakma, sana çok zahmet veriyoruz" dediğimde, ihlasını, yüreğinin temizliğini, samimiyetini, daha doğrusu Allah rızası yolunda yaptığın bu mücahadeden nasıl zevk aldığını bir çırpıda ortaya koyuveren şu sözlerin beni söylediklerimden utandırmıştı: "Zahmet ne demek kızım. İnan bana, ben her seferinde Bolu'ya giderken sanki İmam-ı Azam'ı ziyarete gidiyormuş gibi heyecanlanıyorum!"... Bu söz üzerine hiçbir şey söylenmez.
.
Tabii. Her ziyaret öncesi, "Yarın Bolu'ya gidiyoruz. Söyleyeceğiniz bir şey var mı?" diye düzenli olarak Efendi Hazretleri'ni ziyaret etmen, aldığın selamı görüşme sırasında koşarcasına ilk önce kendisine iletmen, sonra yine aldığın selamı mutlaka Efendi Hazretleri'ne götürmen hep bu taptaze heyecanının daha doğrusu ihlasının göstergesi değil miydi? Bak görüyor musun, sanki seninle oturup eski günleri yâd ettik, değil mi, Ahmet Amca. Bunları anlatırken kâh gülümsediğimi, kâh gözlerimin dolduğunu da gördün ama sen bana hep o nurlu yüzün, masmavi gözlerinle gülümseyerek baktın, biliyorum.
.
Jandarma'nın, babasını ziyarete gelen 16 yaşındaki çocuğu, "niye geliyorsunuz, kimlerle görüşüyorsunuz?" diye gün boyu sorguladığı, polisin, sadece yemek yediğimiz, bir köşesinde de namaz kıldığımız lokantanın sahibini sıkıştırdığı, bu nedenle de bize "Artık gelmeyin" dendiği, bu ortamdan dolayı da herkesin ortadan kaybolmayı yeğlediği o günlerde "sen" gözünü bile kırpmadan hep öne atıldın, hizmetini sürdürdün. Eşleri nedeniyle ailelerinin bile kendilerini bıraktığı hanımlara ve evlatlarına "sen" sahip çıkıp çocukları babalarıyla, aileleri birbirleriyle görüştürdün. Bütün bunlara bizler şahidiz. Bütün bunlara Bolu Dağı'ndaki her bir ağaç şahit, her ağacın her bir yaprağı şahit. Allah hayrını istediği kullarına başka kullarının ihtiyaçlarını gördürürmüş. Sen bunu, hem de ahir ömründe, bembeyaz saçın sakalınla, ama hep dimdik, hep taptaze bir heyecanla ve hep koşarak yaptın. Sen bir "sâbigûn"dun.
.
Boşver Ahmet Amca! Namazına oğlun katılamamış, dert mi? Biliyorsun bu davada babasıyla, annesiyle vedalaşamayan ilk evlat seninki değil ki. Eminim, oradaki binlerce insanın göremediği daha kimler, neler kıldı senin namazını. Mesela İmam-ı Azam da kılmış olabilir mi? Ve hepsi de sana, "ne güzel, ne ihlaslı, ne cefakâr, ne vefakâr bir evlat yetiştirmişsin, seni tebrik ederiz," demeye gelmiş olabilirler mi? Hani hep anlatırdın ya, "Metris'e gittiğimde bana, 'Saadettin'i istiyorum, izin var mı?' diye sordu da ben de 'Verdim gitti, Saadettin senindir,' dedim" diye. İşte "Sadece yetiştirmekle kalmamışsın, Allah yoluna feragat de etmişsin", diye tebrik ediyor olabilirler mi? İçime öyle doğdu, inşAllah öyledir.
.
Dilerim, Rabbim seni salih kullarının zümresine dahil etsin. "Bilseniz, dünya hayatından daha hayırlıdır" dediği ahiret yurdunda seni, (sanki) ziyaretine koşarak, heyecanla gittiğin o Yüce İmam'a ve Habib'ine (s.a.v) komşu etsin. Biz senden razı idik, Rabbim de razı olsun. Sen bize yollar açtın, Rabbim de sana o hayırlı yurtta yollar açsın. Nur içinde ol ASİL AMCAMIZ.
.
-Kızın

http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/yeni-furkan-yorum/1487-imam-i-azami-ziyarete-gider-gibi
6 Mart 2012

28 Şubat'ın İskilipli Atıf'ı...

BD HABER'den iktibas:

-Abdullah Bey ilk önce Büyük Doğu Fikir Ocakları’nı tanıyalım isterseniz...

A.KULOĞLU: Memnuniyetle. BDFO Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşü etrafında eşya ve hadiseleri mânâlandırmaya çalışan ve bu çerçevede Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ortaya koyduğu müşahhas nizam teklifi olarak Başyücelik Devlet Sistemini İslam Dünyası’na teklif eden teşkilatın adıdır. Mahiyeti ve gayesi bu olmakla birlikte müslümanların itikadî sahadan başlamak üzere, ideolojik ve siyasî birliğini savunduğu için doğru tavır ve doğru düşünceyi bulduğu her yerde bunun gereğini yapar. Mukaddesatçılar arası soylu ve haysiyetli diyaloğu savunur. Kapısı istikbalini başta Anadolu olmak üzere İslam’ın dünya hakimiyeti mefkuresine bağlamış herkese açıktır.

-Anlatmak istediğiniz husus müslümanların belli bir teklif etrafında ortak tavır ve mücadele gereğini işaretlemek, doğru mudur?

A.KULOĞLU: Aynen öyle, bu şuurun ve bunun gerekliliğinin milletimize izahı ve telkini gayesine bağlı olduğumuzu belirtmiş oluyorum. Elbette tehlikeli ve zor bir iş.

-Tehlikeli ve zor bir iş derken kastınız..

A.KULOĞLU: Şöyle; son 150 yıllık süreçte görebileceğimiz gibi, son İslamî Devlet olan Osmanlı Devleti’nin muarız batı güçleri ve yerli devşirmeleri eliyle tasfiyesi sonucunda kurulan 80 yıllık devletin varlık gayesini de ele veren “İslamî Devlet olmasında ne olursa olsun” tavrı açık olduğuna göre tehlike ortada değil midir?.. Veya bunun müşahhas tezahürü olarak 28 Şubat süreciyle idama mahkûm edilen Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na -bir yönüyle şanına da- layık (!) olan muamele.. Kastım genişliğine İslamî Devlet idealine bağlı olarak ortaya elle tutulur tek teklifi getiren SEMBOL ŞAHIS olması. Bu yüzden 28 Şubat Yargılamaları ki tam bir tiyatrodur, O’nun bu yönü dolayısı ile hıncını kusmuştur.. Bu ümmetin 150 yıllık mahkûmiyetinin tecellileri boyunca bu akışı tersine çevirme girişiminin sahibi olarak Salih Mirzabeyoğlu bu çapta bir hınca mevzuu olmuş tek misaldir. Ümmetin iftihar vesilesi olarak takdim etmekte hiçbir sıkıntı duymamalıyız bu bakımdan. Geçen haftalarda bir gazetede yayınlanan röportajda Yahya Düzenli Beyefendi’nin söylediklerini hatırlatmayı bu bakımdan gerekli görüyorum. Şöyle demiş, okuyorum; “..size büyük bir iddia gibi gelebilir ama, bir gerçek olarak söylüyorum: Üstad’la ilgili yazılan kitapların hiçbirisi O’nu anlamanın, tanımanın en uzak arsa sınırlarına bile yanaşamamıştır. Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Başbaşa isimli eseri ve Üstadla ilgili eserleri hariç!..”

-Abdullah Bey Salih Mirzabeyoğlu Davası’nın 150 yıllık bir mücadelenin sembol davası olduğunu belirttiniz. Yani hukukî olmaktan çok siyasî bir yargılama diyorsunuz. Bu bakımdan 28 Şubat döneminin ruhunun anlaşılması için dava süreci ve dosyanın serüveni hakkında bilgi verir misiniz?

A.KULOĞLU:  Davanın sürecinden önce isterseniz maddeler halinde yargılamanın tiyatro yönünü işaretlemekle başlayayım.

Birinci husus hukukun Siyasî ve İdeolojik bir intikâm aracı olarak kullanılması. Buna kısaca hukukun siyasallaşması diyebiliriz. Salih Mirzabeyoğlu Davası bu bakımdan inkârı kâbil olmayan “Son Devrin İstiklâl Mahkemesi” vasfıyla oldukça zengin bir içeriğe sahiptir. Yargılama mantığı ve tesis ettiği hükmün “İDAM” olması bakımından Salih Mirzabeyoğlu’nu 28 Şubatı’ın “İskilipli Atıf Hoca”sı diye takdim edebiliriz. Ben böyle düşünüyor ve görüyorum. Sembol Şahıs vasıflandırmasının anlaşılması bakımından mühimdir bu husus.

İkincisi husus ise Metin Çetinbaş’ın –şimdinin hızlı Ergenekon avukatıdır (!)- karara bağladığı dosyanın öncesinde, İstanbul ve Adana DGM Savcılığınca verilen yetkisizlik kararlarının kaale alınmaması. Bakın Savcığılığın iddianamesinde geçen ifadeyi okuyorum; “İç İşleri Başkanlığının dosya içerisinde 3 Mart 1998 tarihli yazısında bu sanığın (Salih İzzet Erdiş) İstanbul’da yayınlanan yasal dergilerideki faaliyetleri, yasadışı örgütün üyesi ve yöneticisi olduğunun delili olamaz”. Şimdi bu meseleye vicdan ölçüsüyle bakınca durum açık değil mi?

Devam edeyim..Üçüncü husus, ceraim evraklarından başka hiçbir dayanağa tenezzül edilmemesi (!).. Bu nasıl bir mahkemedir, Salih Mirzabeyoğlu’nun senaryosu belli “TİYATRO” vurgusunu anlayabiliyor musunuz? Okuyucu anlamayabilir ceraim evrakları dediğimiz yargılanan çeşitli kimselerin emniyetçe alınmış ifadeleri. Ki bunlar delil kabul edilmesine mukabil, aynı şahısların işkence altında alınmış ifadeler oldukları gerekçesiyle ilgili savcılık ve mahkemelerdeki düzeltilmiş ifadelerinin dosyaya savunma hakkı kapsamında dahi kabul edilmediği gerçeği. Dosya elimde kanlı canlı haliyle duruyor ve bu tam bir rezalet. Avukatlarının bu şahısların mahkemeye davet edilmesi talebi dahi red edilmiştir. İşin ilginç kısmı Salih Mirzabeyoğlu’na “İDAM” hükmü verilmesine gerekçe olan emniyetteki ifade sahiplerinin kendilerinin bir kısmının beraat etmiş olmaları.

-Nasıl yani.. Beraat etmiş kişilerin emniyet ifadeleri üzerinden mi “İDAM” kararı verildi?

A.KULOĞLU: Aynen öyle.. Bunlar işin detayları ve detaylara boğmak istemem okuyucuyu. Fakat davanın zihniyetini ele vermesi bakımından iddianamenin içinde geçen bir ifadeyi aynen aktarmak isterim. “İBDA-C adlı örgütün lideri olan kod adı ile kurulacak Büyük Doğu İslâm Devletinin Komutanı seçilecek olan Kumandan Kod Salih İzzet Erdiş'in örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber... Lidersiz bir örgüt düşünülmediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer.” Türkçeye dikiz bu arada. Kısaca ben açayım yarım bir cümle ile okuyucu tamamlasın.

Eylemlere katıldığı ve talimat verdiği tespit edilememiş olmakla beraber ÖRGÜT LİDERİ... Bu ne demektir?..

-Dava sürecine gelirsek, neler yaşandı?

A.KULOĞLU: Süreç, Salih Mirzabeyoğlu’nun 29 Aralık 1998 tarihinde eşi ile birlikte çocuklarını almaya gittikleri okulun önünde gözaltına alınması ile başlıyor. İşin tertip kısmı daha emniyetin tutanağında “evine yapılan baskınla yakalanmıştır” şeklinde başlıyor.. Gelin ben size işin havasının anlaşılması bakımından Salih Mirzabeyoğlu’nun emniyet ifadelerini anlattığı bölümü doğrudan okuyayım..

-Nerden bu okuyacaklarınız?

A.KULOĞLU:  Savunmasında anlatıyor zaten dosyada mevcut. Şöyle diyor;
“Komiser veya komiser yardımcısı Bahrinin “Yukarıdan bastırıyorlar; sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin .Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık derdik.. Gel sen şunu (İBDA-C örgütü liderliğini) güzellikle kabul et.. Benim bu güzelliği kabul etmemem karşısında Mehmet hışımla atıldı: “Yuh be sana!.. Bi Terör Örgütü’nün başıyım diyemiyorsun, delikanlılık yapamıyorsun! Burada eylem yapmış kaç kişi seni öve öve bitiremedi.. Bi slogan bile atamadın! İBDA ile İBDA-C arasındaki fark ve “kendinden zuhur” bahsi ile “anlamak için sordukları sorulara da, “ben orada 41 tane kitap yazmışım, okuyun” deyince, Bahri, şu tersine harika cevabı verdi:-“Aslanım, Savcı senin kitaplarını okuyacak değil. Buradan önüne ne giderse o…” ve daha niceleriyle o dönemin siyasî iradesinin nasıl müdahil olduğunu gösteren ifadeler bunlar. Süreci anlatmaya devam edeyim.

Sonuçta 14 gün gibi kısa bir sürede iddianame hazırlanıyor. Şimdi kamuoyu bunları bilmez bu yüzden özellikle bu tip bedihî, apaçık misalleri veriyorum. Bu yargılama tarihinde bir rekordur. 28 Şubat’ın İskilipli Atıf Hocası şeklinde -vasıflandırmamın sebeplerinden bir tanesi de bu tür acelecilik hikâyeleri. Düşünün bu yargılamanın konusu komşum bana çelme taktı davası değildir!.. Sonucu “İDAM” olan bir davanın soruşturmasıdır. İlginç bir olay da, karar verildikten sonra biliyorsunuz idamın infazı için meclis onayı da gerekiyor. İşin bu aşamasında da Salih Mirzabeyoğlu’nun infaz talepli dosyası diğer bazı meşhur dosyalar bekletilirken sevki yapılıyor. O meşhur dosyanın zoru altında idamdan ağırlaştırılmış mübbet hapse çevriliyor sonrasında..

-Abdullah Öcalan olmasa diyorsunuz?

A.KULOĞLU: O olmasa bu olmasa sonuçta Allah’ın dediği olur.. Maksadım dönemin havası içinde davaya ne gözle bakıldığını resmetmek. Büyük Doğu Haber sitemiz var biliyorsunuz. Oradan kamuoyunu bilgilendirmeye ve bir duyarlılık oluşturmaya çalışıyoruz. İlgilisi ve meraklısı ordan takip edebilir. Konuya döneyim. Haberlere göre 28 Şubat Yargılamaları Ankara Özel Yetkili Savcılığı’nca soruşturma konusu edilmiş, kamuoyundan haberdar oluyoruz.

Salih Mirzabeyoğlu Davası da dahil olmak üzere tüm 28 Şubat Yargılamalarında görev alan savcı, hakim, emniyet mensupları ve güdücüsü politikacı, bürokrat ve askeri siyasî mülahazalar ve ideolojik bir kin duygusu ve birliği içinde ÇETELEŞMİŞ bir topluluktur. Bu bir ÇETE suçudur!.. Misallerini verdim.. Sürecin devamında hiç olmazsa zorlaya zorlaya kitabına uydurmak hassasiyetini (!) sergilemiş olan Hakim Sedat Karagül görevden alınıyor. Yani pek memnun değiller.. Ve yerine bugün Ergenekon Çetes’inin yargı ayağının gönüllü avukatlığına soyunan Hakim Metin Çetinbaş “kitabına uydurmak” derdini de berhava edici bir GÜVEN duygusuyla “İDAM” kararını veriyor. Daha eline aldığı dosyanın içeriğini anlamak zahmetine katlanmadan hükmü veriyor. Ne zaman okudun!.. Ne zaman delilleri tetkik ettin?! Dikkati çekmek istediğim husus bir yerlere duyulan GÜVEN. Sonrası artık formalitedir. Üst mahkeme tarafından kararın onanması vesaire güven meselesinin kaynağı halinde MGK’na kadar uzanan bir hat.. Bir kaç çarpıcı not almıştım. Misal.. Günün Kuvvet Komutanı İlker Başbuğ’un karar duruşmasından önce bizzat ziyaret ettiği bir mahkemedir bu. Diğer bir misal.. Genelkurmay Brifinglerinde günün havasını tahkim etmek üzere davanın Hakimi Metin Çetinbaş’ın konuşma yapması.. Havasını verdiğim ve ancak AK Parti hükümeti ile bugün haysiyetli hukuk adamlarının gerçekleri gün yüzüne çıkarabileceği temelde SİYASÎ BİR LİNÇ güdüsüyle yapılmış bir mahkemedir bu. Merhum Erbakan’ın MGK çıkışında kan ter içindeki halini hatırlatmak isterim. Kaplancıları.. Süleymancıları.. Kursları.. Türbanlı kızları.. Açık söyleyeyim bu İslamî bir devlet idealine bağlanmış bir RUHUN zıd bir RUH tarafından haddinin bildirilmesi girişimidir. Ve Salih Mirzabeyoğlu FİKİRDE bu ruhu bir Dünya Görüşü müşahhas kalıbı içinde ete ve kemiğe büründürmüş bir mütefekkir olmaktan dolayı dönemin hıncına hedef olmuştur. Bu yönden İskilipli Atıf Hoca’dan ayrılır ve O’nun temsil ettiği mânâ da içinde olmak üzere SEMBOLLEŞİR. Ben böyle görüyorum, böyle görülmeli diyorum..

-28 Şubat’ın sembol şahsı ve davası dediniz. Bu durumda diğer davalarla birlikte..

A.KULOĞLU:
 Kusura bakmayın sözünüzü kesiyorum, müsadenizle

-Buyrun..

A.KULOĞLU:  Daha birkaç gün önce, NOELBABA operasyonu kapsamında yapılan bir yargılamanın neticesinde verilen cezalar. Metris İsyanı’nı kast ediyorum. Dönemin havası içinde yargılamanın tiyatro ve tertip yönünü kamuoyuna duyurmaktan başka ellerinde hiçbir imkân bırakılmamış mağdurların çığlığı ve buna bağlı olarak yaşanan hadiseler.. Kamuoyunun Hayata Dönüş operasyonu olarak bildiği marksist görüşlü siyasîlere yönelik operasyonun bir eşi de İBDA tutuklularına yönelik olarak yapılmıştı o dönemde.. Fakat işin garibliğine bakın ki, Hayata Dönüş zaman aşımına uğratılırken, Metris Davas’ı aynı içerikle aynı zaman diliminde yaşanmış olmasına rağmen zaman aşımı kapsamına alınmadı ve ceza yağdırıldı.. Medya açısından bir maden.

Ayrıca Yakup Köse’den bahsetmek isterim.. 14 yaşında  Çeçenistan için  tertiplenen bir gösteride tutuklanıyor ve örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle dönemin DGM’sinde İDAM cezasına çarptırılıyor. 14 yaşında örgüt üyesi ve idam..
Kısaca en son MİT hadisesi üzerine bir kanunla kendisine yönelmiş bir girişimi engelleme hassasiyetini gösteren Sayın Recep Tayyip Erdoğan’nın, 28 Şubat Yargılamaları’nın apaçık linç havasını dikkate alarak yargılamaların yeniden ele alınmasının önünü açması gerekir. Hatta mağdurlardan hala tutuklu olanların, yeniden yargılama safhasında koruma altında serbest bırakılması gerekiyor.

-Hükümettin dışında sivil toplum örgütlerinin yapabilecekleri yok mu?

A.KULOĞLU:  Bu sorunuz için teşekkür ederim. Büyük Doğu Fikir Ocakları olarak bizce, 28 Şubat Yargılamaları öncesi ve sonrasıyla bir bütün halinde ele alınması gereken bir konudur. Bundan kastım tüm mukaddesatçıların ister medya isterse sivil toplum örgütü olsun bu konuda işbirliği yapması.. Bu konu önemli. İçimizde çok çeşitli ihtilaf ve tartışma mevzuları bulunuyor olsa da keyfiyetini tasvir etmeye çalıştığım üzere hepimize karşı icraa edilmiş bulunan bu olaya karşı hep birlikte mücadele etmeliyiz. STK düzeyinde biz Büyük Doğu Fikir Ocakları olarak tüm kardeş teşkilatlarımızla ortak proje ve kampanyalar yapmaya hazır olduğumuzu da belirtmek isterim vesilenizle…

-Abdullah Bey teşekkür ederim..

Büyük Doğu Haber
http://www.buyukdogu.net/
13 Aralık 2011

Mirzabeyoğlu Davası

Mirzabeyoğlu Davası'nın 'Niçin'i

'Modern hukuk'un bürokratize olma hâline dair asgari bir malûmatımız yoksa, Kafka'nın meşhur eseri Dava'dan pek bir şey anlamayız.

Hukukun 'ahlâk'a, ahlâkın 'vicdan'a, vicdanın 'değer'e, değerin insan 'ben'ine taalluk eden yönüne ilişkin en ufak bir fikrimiz yoksa şayet, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sının bizde hiç bir karşılığı olmayacaktır.

Hukuk ve toplum vicdanı, toplum vicdanı ve aydın, aydın ve fikir namusu, fikir namusu ve mesuliyet, mesuliyet ve zamana şahidlik arasındaki derin münasebetlerin mahiyetini idrak edecek malzemeden yoksunsak, E. Zola ile birlikte daha bir meşhur olan ve adetâ onunla özdeşleşen Dreyfus Davası'nın niçin meşhur olduğunu anlamada ciddi sorunlar yaşamamız kaçınılmazdır.

Psiko-politik saldırıya, onun fikrî alt yapısına, temel stratejisine, saldırıda vasıta rolü oynayan medyaya, medyanın -her türden ve geniş anlamıyla- enstürmanlarına, bu enstürmanların kullanılmasına en elverişli ortam olan şeklî demokratik sisteme, bu sistemin manipülasyon rejimi olmasına, hukukun da bu süreçte nasıl işlediğine dair en ufak bir fikrimiz yoksa, Rosenbergler Davası 'davalardan bir dava'dan başka bir şey değildir.

Siyasî, adlî, hukukî, ahlâkî, içtimaî, vicdanî, felsefî, mantıkî başta olmak üzere birçok alana taalluk eden Mirzabeyoğlu Davası'nın şumüllüğüne ilişkin bir fikir sahibi olmak için birbirinden bağımsız ve o nisbette de birbiriyle ilintili olan bu alanlardan en azından birine dair asgari de olsa bir malûmat sahibi olmak gerekir.

Mirzabeyoğlu Davası'nı anlamada bize önemli bir argüman sunması açısından Bernard Lewis'in şu tesbiti dikkate değerdir:

Bizim Jüdeo-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya çapında yayılışına karşı kesinlikle eski bir rakibin (İslâm'ın) tarihî tepkisi karşısındayız.”(1)

B. Lewis tarafından 'tarihî tepki' şeklinde tavsif edilen husus; I. Irak Saldırısı'na karşı duran fikir ve hareketlerdir.

Dünya çapında yayılan Batı'nın I. Irak Saldırısı ile birlikte bir kez daha ve vahşice hedef aldığı insan; değerleri gerçekleştiren bir varlıktır.

İnsanın 'değer'i gerçekleştirme kudreti; onu diğer mahlûklardan ayıran hususiyetinden, 'şuur'undan gelir.

Bu şuur sayesindedir ki, hayvanlar gibi 'çevre'de, çevrenin içinde yaşamaz.

O, 'çevre'yi değiştirerek, dönüştürerek, imâr ederek 'dünya'sını kurar.

Bu imar faaliyeti; insanın 'dil'i sayesinde, 'dil'i aracılığıyla, 'dil'i vesilesiyle gerçekleşir.

'Dil'; insanın hem dünyasıdır, hem de dünyasını imâr etmenin vesilesidir.

Bu vesileye yapıştığı ve onunla bilgilenip eşya ve hâdiseleri teshir ettiği nisbette hürriyetine erer.

Hürriyetine erdiği nisbette de mükellefiyetini yerini getirir, varoluşunu gerçekleştirir.

Varoluş; zorunluluktur.

Hayvan var olmakla varolur, ama insan var olmakla varolmaz.

Gerçekleşmesi gereken varoluş; bir tarz, bir ahlâktır.

Son 500 yılın câri olan varoluş ve hayat tarzı; Batıcı karakterlidir.

Fikirleri, meseleyi ele alış tarzları ve felsefeleri ile modern hayat/varoluş tarzının kurucu babaları olarak görülebilecek olan Bacon ve Descartes'ın hedefleri son kertede aynıdır: Dünya hâkimiyeti.

Bu hâkimiyet; bilginin, bilimin sadece bir konusu ve de unsuru olması, 'teknik'e indirgenmesi, teknoloji hâline gelmesi, böylece 'dış dünya'yı dönüştürerek, dünyevîleşmesi sayesinde gerçekleşir.

'Dış dünyayı dünyevîleştirme'; salt dünyevîleşme, yani 'bu dünya'dan ibaret olarak algılanır ve 'müteal olan', 'bu dünya'dan Batı eliyle dehlenmek istenir.

Batı'da bütün bunlar olur, varlık, 'bu dünya'dan ibaret bilinir ve her şey 'bu dünya' uğruna dünyevîleşirken, günümüzde eski bir rakip olarak görülen İslâm dünyasının ekabiri; 'müteal olan'ın 'bu dünya'dan dehlendiğini fark edemeyecek kadar kibirli, şaşkın, bıkkın ve âcizdir.

Kibir, şaşkınlık, bıkkınlık, âcizlik ve 'ben'ini teklif iradesinden yoksunluk yüzündendir ki; dünya tarihinde belki hiç olmayan bir şey olmuş, bilgi ve ona atfedilen değer, herşeyin belirleyeni hâline gelmiştir.

'Bilgi'ye atfedilen 'değer'in, Batılı değerler skalasına göre değerlendirilmesiyle birlikte, Batı Avrupa'nın kendi gerçekliği âlemşümûl bir gerçeklik hâlini almış, Batıcı hayat tarzı her yerde hâkim olmaya başlamıştır.

Özellikle son yüzyılda Anglo-Sakson kültür tarafından dikte edilen Batıcı hayat tarzına mukabil bir hayat tarzı teklif etmek; insanlığın selâmeti açısından zorunludur.

Bu zorunluluk, bu olması gereken; çilesi çekilmemiş doğruların başına çöküp, bütün yanlışları o doğruya tahvil etmek suretiyle gerçekleşmeyeceğine göre?

O zaman yapılması gereken bellidir:

Batı'nın epistemesine rağmen şekillenen, onu hedef alan, onu aşan, onu mahkûm eden, bütün bunları yaparken de onun verilerini kendi benine aplike edebilen bir dünya görüşünü inşâ edip, meseleler içinde, çözüm sadedinde ve devletlik çapta teklif etmek.

Peki bu o kadar kolay mıdır?

Hiç kolay değildir.

O kadar zordur ki, bu zoru başarmak için  “'has oda sırrı'na bitişik bir hüviyetin sahibi”gibi tarihte görülmeyen bir sıfatın taşıyıcısı olmak gerekir.

Ki, o mütefekkirin gelmesi için tam 500 yıl beklendi.

Beklenen, iş ve eseriyle gelmiş, 'ben'ini meseleler içinde, çözüm sadedinde ve devletlik çapta teklif etmişse yapılması gereken nedir?

Yapılması gereken bellidir:

'Beklenen'e nisbetle bir iş ve eser üzerinde olmak.

Ama bu öyle olmamış, en mücerret meselelerin en katı müşahhasta tecelli etmesi gibi, İslâm- Türk tarihinin tefekkür zafiyeti, Mahir (S.) isimli bir poliste son derece kanlı-canlı bir şekilde tecelli etmiş, beklenen Fikirci mahkûm edilmiştir.

P.ç Mahir'in beklenen Fikirci'nin karşısında kanlı-canlı tecelli ettiği tarihle, B. Lewis'in; 'Batıcı hayat tarzının dünya çapında ve hızla yayılışına karşı koyma tarihi' olması hasebiyle üzerinde durduğu tarih aynıdır: 1991.

B.Lewis ve hempaları; Batıcı hayat tarzına, o hayat tarzının mücessem ifadesi olan devletlere evvel emirde sahici, şümullü ve devletlik çapta bir fikirle karşı koyulması gerektiğini bilmiyor değildi.

Aynı şekilde, S. Mirzabeyoğlu gibi bir fikircinin nasıl mahkûm edilmesi gerektiğini de çok iyi biliyorlardı.

Göz hasmını tanıdı, kan, nefret ve gözyaşıyla malûl ve maruf olan Batıcı hayat tarzına nasıl, niçin ve ne ile karşı olunacağını teklifiyle birlikte ortaya koyan S. Mirzabeyoğlu'nun üzerine I. Irak Saldırısı'nın hemen ardından P.ç Mahir'i yollayarak operasyonunu yaptı, Mirzabeyoğlu'na günlerce işkence etti ve zaten varolan tecrit duvarına kısa bir zamanda birçok kat çıktı.

Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarına aylarca işkence eden ve teşkilâtta P.ç Mahir olarak anılan şahsın hazırladığı fezlekeler, mahkeme ve medya da dahil olmak üzere, birçok mahfilde aynen kabul görmüş, bu saçmalığı kabul etmeyenler ise sindirilmek istenmiş ve Batıcı hayat tarzına mukabil bir hayat tarzı olan S. Mirzabeyoğlu fikrinden dolayı idam cezası almıştır.


Mirzabeyoğlu Davasının 'Nasıl'ı

Belirtildiği üzere, Mirzabeyoğlu Davası'nı anlamak için belli-bazı mevzulara dair asgari bir malûmat sahibi olmak gerekir.

Bunların başında mantık gelir.

P.ç Mahir marifetiyle terör ve şiddetle özdeşleştirilmek istenen, birçok mahfilde kabul gören ve böylece daha bir mahkûm edilen S. Mirzabeyoğlu'nun davasına ilişkin yürütülen mantığın, şu saçma mantıktan hiçbir farkı yoktur:

Özdemir Sabancı, Fehriye Erdal tarafından öldürüldüğüne göre...

Bu, bir suç olduğuna göre...

Bu suçu işleyen Fehriye Erdal Marksist bir örgüt üyesi olduğuna göre...

Asıl suçlu; Karl Marks ve Friedrich Engels olduğuna göre...

O zaman yaşamış olsalardı Marks ve Engels'in idam edilmeleri gerekirdir.”

Fehriye Erdal'ın yaptığı işten dolayı Marksizmin fikir babalarının mesul tutulup, idam edilmeyeceğini onlar da çok iyi biliyor.

Ama ortada, devletlik çapta hayat tarzı teklifi olan, bu yüzden de mahkûm edilmesi gereken bir fikir ve o fikrin mimarı varsa, o ülkede hukuk bir maşa mesabesindeyse, o ülkede aydın haysiyeti yoksa,  yukarıdaki mantıktan beter bir mantıkla bir fikir adamına idam kararının verilmesine o ülkede kim engel olabilir ki?

Mirzabeyoğlu Davası'nın, davanın esas kişisinden dolayı, birçok mevzuyla alâkası vardır.

En az alâkalı olduğu mevzu; mücerret ve haysiyetli mânâsıyla hukuktur.

Hukuk, bu davada bir âlet, bir maşa, bir 'şey'dir.

Mirzabeyoğlu'nu yargılayan hukukun 'maşa' olması, onun dayandığı felsefeden gelir.

Nedir bu hukukun felsefesi?

Bu hukukun iyi, doğru ve güzele dair söyleyecek bir sözü, 'öte'ye, 'müteal olan'a ve bunun hukukla alâkasına ilişkin bir fikri, dolayısıyla sahici bir felsefesi yoktur.

Batıcı hayat tarzını dikte etmede hukuku bir âlet olarak kullanan onlara göre; “hukuk, kanun demektir.”

Kanun; kanun yapıcılar tarafından yapılır.

Kanun koyucular tarafından yapılan,

Mücerret olanla bütün alâkası kesildiği için şeyleştirilen,

Ve kanun maddelerinden ibaret bilinen bu şey; Bekçi Murtaza zihniyetli, 'hukukçu' kisveli memurlar tarafından tatbik edilir, hükmü câri hâle getirilir.

Bahsedilen Bekçi Murtaza zihniyetine gayet güzel bir misâl:

Ben medeni hukuk nedir bilmem. Ben Napolyon'un kanunlarını okutuyorum.” (2)

Mirzabeyoğlu'nu yargılayan hukuk mantığı, Fransa'nın hukuk tekâmülünden esinlenerek şekillenmiştir.

Yapma bir varlık olan hukuk; sözde değil, ama özde idari hiyerarşi içinde yer alır.
İdareye görünmez bağlarla bağlıdır.

Bu hiyerarşi içinde yer alanlar, ne kadar bağımsız olduğu söylense de, memurdur.

Amir-memur, ast-üst münasebeti çerçevesinde iş gören bir tapu kadastro memuru ne kadar bağımsız olabilirse, mevcut hukukî yapıda iş gören mevzuatçılar da o kadar bağımsız olabilir.

Yani olamaz.

Bu olamama hâline çarpıcı bir misâl:

Susurluk (...) ve İBDA-C gibi büyük davalara bakan Karagül dönemin Adalet Bakanı Türk`ün ricalarını önemsemediği için `defterinin dürüldüğünü` söylüyor. Karagül, `Emekli olunca evsiz, barksız, iyot gibi ortada kaldım` diyor.

(...)

Ben yargının bağımsız olduğunu zannediyordum. Anadolu'da kendimi `Bağımsız` biliyordum. Ta ki DGM'ye gelene kadar. Sonrasında anladım ki, yargı bağımsız değilmiş. Daha önceleri bu soruyu bana sorsanız, size kızıp `Şüpheniz mi var?` derdim. Ama şimdi diyemiyorum. DGM`de büyük davalar, büyük menfaat çatışmaları vardı. Bağımsız olmayan bir yargıçtan ne beklenir?

(...)

Yargının siyasallaşması konusunun en güzel örneğini ben yaşadım. O günün bakanı Hikmet Samit Türk`ün tavırları, hareketleri, istekleri çok şaşırtıcıydı. Hem de sosyal demokrat birinin bu tür şeyleri hiç yapmaması lazım. Tabii karakterimi bildiği için bana direkt baskı yapamıyordu. Aracılarla istekleri dile getiriyordu. İşine geleni tutukla, işine gelene beraat, işine gelene ceza. Artık Bakanlık ne istiyorsa. Öyle ısmarlama yargıç olursa tamam, Türkiye biter. `Adalet mülkün temelidir` denir ya, temel bozuk olursa, ne olacak? DGM`de kapıma `Adalet Bakanı giremez` diye yazacaktım. Ama maalesef giremez dediğin adam senin başkanın oluyor. Düşünebiliyor musunuz? Ne kadar çirkin bir şey bu. Sonra savcıların amiri. Dünyada hiçbir yerde savcılık ve hakimlik aynı binada olmaz. Savcılık ayrı bir bölümde olur.” (3)

Kritik soru bu:

“Adalet mülkün temelidir, peki temel bozuk olursa, ne olacak?”

Çözüm basit:

Herkes bu soruyu soracak, çözüm üretme cehdini gösterecek, teklifi olan teklifini yapacak, teklifi olmayan teklif edilen fikri kritik edip, ona tâbi olacak ve adalet tecelli edecek…

Salih Mirzabeyoğlu kritik soruyu sormuş, çözüm üretme cehdini göstermiş ve teklifini yapmıştır.

Mirzabeyoğlu kritik suâli sorduğu ve bir teklifi olduğu için idam cezası almış olabilir mi?

'Kardeşim Mirzabeyoğlu da bizim gibi taşra kurnazlığı yapsaydı, hukuksuzlukları bir müddet görmeseydi, rüzgârın tersine dönmesini bekleyip, uygun bir zamanda koroya katılıp, özgürlükçü pozlarına bürünseydi' mi  deniliyor yoksa?

Sedat Karagül başta olmak üzere herkesin bilmesini isteriz ki, zafiyetler, savcılıktan başlamıyor.

Temeldeki zafiyetler, yukarıdan başlıyor.
Yukarı?

'Yukarı'yı 'alt'takiler, o zaman için komiser yardımcısı olan Bahri ve Mehmet işaretliyor:

- “Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; tâlimat vermediğini de kabul ediyoruz... Gelelim şu liderlik mevzuuna...”

Salih Mirzabeyoğlu, bu laftaki saçmalığa dikkat çekiyor, “hiç kimseyle görüşmediğime, tâlimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?” deyince, adaletsizliğin nereden başladığını, 'alt'taki Bahri veciz bir şekilde ifade ediyor:

- “Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz; isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik...”

Elemanlar 'hadi bizi iknâ et' havalarında “sorgu”laya dursunlar, Salih Mirzabeyoğlu fikir konuşuyor, kitablarından bahsederken alttaki eleman (Bahri), üstteki elemanların üflediği sufleyi tekrar ederek tiyatronun en hayatî repliklerinden birini dillendiriyor:

- “Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil ya... Buradan önüne ne giderse o...”

Yine aynı tiyatroda, aynı oyuncu tarafından dillendirilen başka bir replik:

- “Yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!

Bu tiyatroda herkesin rolü bellidir; yukarıdakiler (=İçişleri, Adalet vd. Bakanlıklar), alttakiler (=elemanlar), memurlar (=mevzuat hukukçuları), amirler(=ricacı olan Adalet Bakanları), suçu sabit olmasa ve bu ifade edilse de baştan hüküm verilen sanık(=S. Mirzabeyoğlu) ve bütün bunlara çanak tutup alkışlayanlar(=medya)... 

Yukarıdakiler bastırır,

Alttakiler vakıayı istedikleri gibi kurgular,

Bu kurgu iddianame hâlini alır,

İddianame mahkemece kabul edilir,

Ve neticenin ne olması gerektiği sürecin en başında kendisine bildirilen memur; “gereği düşünüldü” kalıbıyla hükmünü verir.

Bunun adı da yargılama olur.

Mirzabeyoğlu Davası'nda da aynısı olmuştur.


Tiyatro başlıyor...

Tarih; 29 Aralık 1998, saat 14 suları...

'Adalet mülkün temelidir' denir ya, temel bozuk olursa, ne olacak? diye soran, bunu sorduğu için hedef seçilen Salih Mirzabeyoğlu, o zaman için ilkokula giden çocuğunu okuldan almaya gider...

Yanında eşi ve diğer çocuğu vardır...

'Alt'taki elemanlar hiçbir şey söylemeden, hiçbir izin kağıdını sunmadan, okulun bahçesinde Salih Mirzabeyoğlu'nun üzerine saldırır...

Mekâna, zamana, hâdisenin seyrine dikkat!..

Aynı usûlsüzlük daha sonra da devam eder; hiçbir izin olmaksızın üst, ev ve araba araması yapılır.

Hâdise medyaya servis edilir, “büyük Türk” medyası hüküm dolu cümlelerle haberi duyururlar:

İBDA-C örgütünün efsanevî lideri Salih Mirzabeyoğlu kod adlı Salih İzzet Erdiş saklandığı evde yakalandı...

Tersten başlayarak düzeltelim;

Salih Mirzabeyoğlu kaçmıyordu ki, yakalansın...

Salih Mirzabeyoğlu aranmıyordu ki, saklansın...

Tek bir tane İBDA-C yoktur ki, İBDA-C örgütü olsun...

Salih Mirzabeyoğlu hiç kimseye emir, tâlimat vermemişti ki, 'örgüt lideri olsun'...

'Necib' Türk medyası bütün bunları bilmiyor mu?

Çok iyi biliyor.

Zaten çok iyi bildiği için böyle bir manipülasyon yapıyor.

Mirzabeyoğlu Davası'nda medya kısmı özellikle mühim.

İşin tam burasında bir parantez açalım ve S. Mirzabeyoğlu'nun duruşuna hayran olan ateist bir yönetmen tarafından aktarılan hâdiseyi paylaşalım:

Eskişehir Anadolu Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Sinema-TV Bölümü'nde eğitim/ sohbet programı düzenlenir...

Toplantıda mesleğin duayenleri ağırlanır, görüntüler eşliğinde değerlendirmeler, kritikler yapılır, mesleğin üstadları genç meslektaşlarına bilgilerini, tecrübelerini aktarır...

Bu toplantılardan birinde görüntüye Salih Mirzabeyoğlu gelir...

Mesleğin duayenlerinden talebelere meslekte nasıl başarılı olunacağının pek değerli 'tılsım'ı verilir:

İşte bu adam gerçek bir lider, duruşuyla tavrıyla ve yazdıklarıyla... Ama bizim önünü kesmemiz gerekiyor. Bu yüzden onun aleyhinde yayınlar yapmamız gerekiyor/isteniyor... Bu adama dikkat edin.

Bu sözü edenlerden birisi; yaptığı programlarla Türkiye'ye tartışma kültürünü getirdiğini, herkese eşit mesafede durduğunu, herkesin fikrini özgürce ifade etmesi gerektiğini söyleyen, ismi Telegram işkencesinde de geçen A.K., diğeri yıllarca A.K. ile birlikte çalışan, onun editörlüğünü yapan, daha sonra yolları ayrılan, şimdilerde bir haber kanalında görev yapan A.A.'dır.
Önemine binaen tekrar ediyoruz:

Mirzabeyoğlu Davası'nın iki önemli ayağı vardır: Soruşturma evresi ve medya.

En 'önemsiz' ayağı ise malûm; hukuk.

29 Aralık 1998'e dönüyoruz...

S. Mirzabeyoğlu, eşinin ve çocuklarının gözleri önünde darp edilir, ailesinin yanından zorla alınır, evine, arabasına zorla girilir ve yukarıda verdiğimiz repliklerden ruhunun ve muhtevasının süzülmesi mümkün olan sorgu safhası başlar.

Bu süreçte avukatlarına çıkarılan zorluklardan bahsetmiyor ve direkt savcılık safhasına, savcının tutuklama talebine, bu talebin ivedilikle kabul edilip S. Mirzabeyoğlu'nun Metris cezaevine götürülmesi sürecine geçiyoruz...

Metris Cezaevi...

Salih Mirzabeyoğlu cezaevine konulmuş, medyada kara propoganda bütün hızıyla devam etmiş ve Sedat Karagül'ün de şekvacı olduğu ricacı bakanların emrinde olan savcılar İddianameyi hazırlamış ve bu iddianame yargının siyasallaşması konusunun en güzel örneğini yaşadığını söyleyen Sedat Karagül tarafından kabul edilmiştir.


Tarih; 25 Ocak 2000...

Mirzabeyoğlu Davası'nın İddianamesi'nin mesnetsizliğini, kifâyetsizliğini görmek için hukukçu olmaya gerek yok.

Ancak belirtmek isteriz; Salih Mirzabeyoğlu da bir hukukçudur ve iddianamenin nasıl hazırlandığını, yargının siyasallaşması konusunun en güzel örneğini görmüş, S. Karagül'e DGM`de kapıma `Adalet Bakanı giremez` diye yazacaktım. Ama maalesef giremez dediğin adam senin başkanın oluyor.” dedirtecek kadar açıkça cereyan eden adaletsizliğe; adalet adına, hukuk adına, insanlık adına, vicdan adına tepki göstermiştir.

Bir adaletsizliğe tepki göstermek insanın en tabiî hâliyken, S. Mirzabeyoğlu da bunu yapmışken, daha duruşma günü gelmemişken, duruşma günü gelmediği için duruşmaya çıkıp-çıkmayacağının bilinmesi mümkün değilken, Metris cezaevinde tutuklu bulunan sanık S. Mirzabeyoğlu'nun niyeti bakanın bir memuru tarafından okunmuş, duruşmaya çıkmayacağı gerekçesiyle kendisine saldırılmış, “Noel Baba” adı verilen bir operasyonla, gecenin 3'ünde Metris cezaevinin duvarları delinmiş, saatlerce kurşun yağdırılmış, gaz bombaları kullanılmış, (öğrendiğimize göre o gün orada o kadar gaz bombası kullanılmış ki, ellerindeki stoklar bitmiş), bir kişi öldürülmüş, Salih Mirzabeyoğlu'nun üzerine yüzlerce kişi saldırmış, onu öldüresiye dövmüş, sol ayağı sağ ayağının iki katı büyüklüğünde şişmiş, kafası ve gözü yarılmış, aylarca bayılma krizleri geçirecek kadar kafasına darbe almış, saçı ve sakalı kesilmiştir...

Niyet okuyucu savcıların emriyle yapılan operasyonun ardından Salih Mirzabeyoğlu mahkeme salonuna gelmiştir...

Tiyatroya mahkeme salonunda devam edilir.

Bir sanığa hükümlü muamelesi yapıp, devam etmekte olan davayı etkilemeye çalışarak suç işleyen medyanın bu duruşmaya ilgisi büyüktür...

Manzara son derece ürkütücüdür:

Mahkeme salonunda, saç ve sakalları kesilmiş, kafasına öldürücü darbeler almış, kaşı ve gözü patlatılmış, sol ayağı diğer ayağının en az iki katı kadar şişmiş bir sanık vardır.

Mahkeme heyetini de tedirgin eden bu görüntüler yaşanırken tarihî bir hâdise daha olur:

Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının fotoğrafını çekenler bir foto-muhabir, mahkeme heyetine döner ve;

Salih Mirzabeyoğlu'nun üzerindeki montu onu çok heybetli gösteriyor, montunu çıkartırsanız daha iyi olur...” der.

Henüz sanık olduğu için S. Mirzabeyoğlu'nun can güvenliğinden kendisini mesul görmesi gereken mahkeme heyetinin hukuk ve onun haysiyeti gibi bir derdi olsaydı, savcıdan başlayarak, sanığı bu hâle getiren herkes hakkında işlem yapılması yönünde ivedilikle kararlar verirdi.

Ama öyle olmamış, bırakın ricacılara boyun eğmemeyi, foto-muhabirin karşısında bile mahkûm bir tavır sergileyen mahkeme başkanı (Metin Çetinbaş) bir an şaşırmış, daha sonra foto-muhabirinin isteğini yerine getirmiş, kolluk kuvvetlerine “çok heybetli gözüküyor, üzerindeki montu çıkartın” emrini vermiştir.

Dikkat ediliyorsa, hep psikolojiden, detaylar üzerinden gidiyor, hukukî mülâhazalara hiç girmiyor, hep tatbik sürecinden bahsediyoruz...

Sen kimsin ki mahkeme heyetine emir vermeye, onu yönlendirmeye kalkıyorsun. İşini adam gibi yapmayan şu foto-muhabiri atın ve hakkında gerekli işlemleri başlatın” demesi gerektiği hâlde bunun tam tersini yapan bir mahkemenin Mirzabeyoğlu Davası'na nasıl baktığını, hangi psikolojiyle, hangi mahkûm bir tavırla, Türk fikir dünyasında eserleriyle mühim bir yer tutan Salih Mirzabeyoğlu'na “Türk Milleti adına” karar verdiğini artık söylemeye bile gerek yok.


Tarih; 2 Nisan 2001...

Bitmek üzere olan tiyatronun aktörlerinin replikleri:

Polis Bahri:

- “TAMAM, HİÇ KİMSEYLE GÖRÜŞMEDİĞİNİ VE TANIMADIĞINI KABUL EDİYORUZ; TALİMAT VERMEDİĞİNİ DE KABUL EDİYORUZ... GELELİM ŞU LİDERLİK MEVZUUNA...”

- “YUKARIDAN BASTIRIYORLAR, SEN İBDA-C ÖRGÜTÜNÜN LİDERİ OLDUĞUNU MECBUREN KABUL EDECEKSİN!”

- “BİZ SANA KÖTÜLÜK YAPMAK İSTEMİYORUZ; İSTESEYDİK, EVİNİN BAHÇESİNE EROİN GÖMER, EROİN YAKALADIK, DERDİK...

Ricacıların ricalarına göre iş yapan savcı:

- “İBDA/C adlı örgütün lideri olan kod adıylada kurulacak Büyük doğu islam devletinin konutanı seçilecek olan KUMANDAN KOD SALİH İZZET ERDİŞ'İN ÖRGÜT MENSUPLARININ GERÇEKLEŞTİRDİĞİ EYLEMLERE DOĞRUDAN DOĞRUYA KATILDIĞI TESBİT EDİLMEMİŞ OLMAKLA BERABER[i] (...)Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulamaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgütün lideri de sorumludur [ii]

“İşine geleni tutukla, işine gelene beraat, işine gelene ceza.  Artık Bakanlık ne istiyorsa” diyen Sedat Karagül'ün de başkanlık yaptığı mahkeme heyeti:

- “1991 yılına kadar kurulan legal ve illegal cephelerin kurulmasında sanığın talimatları olmuş, 1991 yılında cezaevine girdikten sonra sanık cephe faaliyetlerinde bizzat emir ve talimatı olmadığını söylemiştir.

Sanık fikir mazında (-bazında olacak. A.R.Y.) İBDA/C örgütü liderliğini kabul etmekte fakat eylemsel alanda, liderliğin kendisinde olmadığını, ancak örgüt mensuplarının kendisini lider kabul etmesinin normal olduğunu söylemektedir.

(...)

Sanık Salih İzzet Erdiş'in üzerine atılı suçu işleyiş biçimi, suç sebep ve saiki, suç işlemezden önceki ve sonraki olumsuz tutum ve davranışları, hiçbir pişmanlığının görülmeyişi, suç işleme konusundaki ısrarlı tutumu, tüm dosya kapsamına nazaran sanığın subut bulan eylemine TCK.nun 146/1. Maddesi gereğince cezalandırılması yoluna gidilmiş(...)aşağıdaki şekilde hüküm kurmak gerekmiştir.

(Kumandan KOD- Salih Mirzabeyoğlu) sanık Salih İzzet Erdiş'in silahlı terör örgütü olan İBDA/ C örgütünü kurarak örgütün gerçekleştirdiği birçok öldürme, yaralama ve diğer faaliyetlerinden dolayı doğan sorumluluğu, emir ve komutası gözönünde bulundurularak;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını Tağyir ve Tebdil veye İlgaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan T.B.M.M ni iskata ve vaziyetini yapmaktan Men'e cebren teşebbüs etmekten eylemine uyan TCK.NUN 146/1 MADDESİ GEREĞİNCE İDAM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA (...)oy birliğiyle verilen karar açıkça okunup anlatıldı 02-04-2001[iii]

Bütün olan-biteni derin bir tenezzülsüzlükle seyreden, savunmasını bile telegram işkencesi seanslarında yazmak zorunda kalan Salih Mirzabeyoğlu:

TİYATRO BİTTİ!

Büyük davaların, büyük menfaat çatışmalarının olduğu DGM'de görev yapan, görevi esnasında Mirzabeyoğlu Davası'nın Sedat Karagül'den sonraki mahkeme başkanı olup, Mirzabeyoğlu'na idam kararı veren, bu kararın ardından emekli olup avukatlık yapmaya başlayan, dost meclislerinde meslek hatıralarını herkesle paylaşan, İBDA-C davasında polisin ne kadar baskı yaptığını anlatan, yapılan bir operasyonda gözaltına alınan müvekkillerinden birinin (K. Alemdaroğlu) kafasının eğilip, polis arabasına konulması işlemine “müvekkilim bir sanıkken böyle bir şey nasıl olabilir, bu tarihin gördüğü en büyük hukuksuzluklardan biri” sözleriyle tepki gösteren Metin Çetinbaş isimli sayın meslektaşımız, Mirzabeyoğlu Davası'nın gerekçeli kararında sanığın hangi eyleminin subut bulduğunu da belirtmiş olsaydı fevkalâde bir iş yapmış olurdu.

Ama olmadı.

'Sübut bulan tek eylem'i kitap yazmak olan Salih Mirzabeyoğlu 'olsa olsa budur' mantığı üzerine bina edilen bir kararla, idam cezası aldı.

Bu ceza, AB müktesebatı çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.


Mirzabeyoğlu Davası'nın 'Sonuç'u

Mirzabeyoğlu Davası'nın 'niçin'ini de, 'nasıl'ını da birden sonsuza kadar sıralayıp değerlendirebileceğimiz gibi, sonsuzdan bire irca ederek de değerlendirebiliriz.

Aynı değerlendirme, 'sonuç' için de geçerlidir.

Mirzabeyoğlu Davası'nın birçok sonucu vardır, olmuştur, olacaktır...

En basitinden bu davayla birlikte ulaşılmaz, erişilmez, aşılmaz olarak görülen birçok mit yıkılmıştır.

Bu vb. sonuçların yanında Mirzabeyoğlu Davası'nın öyle bir sonucu vardır ki; dünya fikir tarihinin en mühim hâdiselerinden biri olarak kayda geçmiştir: “Telegram işkencesi.”

Herkesin bildiği ama içselleştirme noktasında zafiyet gösterdiği kaskatı vakıa şudur:

Salih Mirzabeyoğlu, şu saatte, şu dakikada, şu ânda işkence görmektedir!

Bunu içselleştirmek için çok fazla bir şey yapmaya gerek yok.

Salih Mirzabeyoğlu'na idam cezası verilmiştir. İdam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilmiştir. Tam 10 yıldır telegram işkencesi görmektedir. İdam edilseydi bir kere ölürdü. Ama telegram işkencesiyle her dakika, her saniye ölümü tadıyor.”, günde 10 kez tekrar edilse, mesele zannımızca hâllolur.

Mağdur edebiyatı yapmadığımız gibi, işkence gören bir insanın sırtından kahramanlık türküleri söyleyerek böyle bir şey yokmuş gibi de davranmıyoruz.

Vakıa bu:

Telegram işkencesi vardır, Salih Mirzabeyoğlu buna on yıldır maruzdur, yaşadığı işkenceyi fikre tevcih etmiş, kendisinin “Telegram serisi” olarak vasıflandırdığı tam 16 eser kaleme almıştır.

Peki bunlar olmuştur da ne olmuştur?

Gazetecisi, yazarı, fikircisi, sivil toplum örgütü üyesi, vs,vs... meseleye dair bir duyarlılık mı sergilemiş?

Meselâ bir milletvekili konuyu meclise mi taşımış?

Bu durumun sebebi, meselenin bilinmemesinden mi kaynaklanıyor olabilir mi?

Zannetmiyoruz.

Zira başta hükümet partisi olmak üzere birçok partinin milletvekili durumdan haberdar edilmiştir.

Telegram başka bağlamlarda meclis komisyonlarından birinde gündeme gelmiş, Mirzabeyoğlu'nun ismi zikredilmeden 'ele alınmış', bir karara bağlanamadan öylece bırakılmıştır.

Meseleyle en alâkadar olan önceki dönemden bir milletvekili konuyu meclis gündemine taşıyacağını söylemiş, bu milletvekiliyle yapılan görüşmelerin üzerinden az bir zaman sonra ortada ciddi bir sebeb de yokken parti yönetiminden dışlanmış, ardından Ergenekon davası sürecinde hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır.

Cumhurbaşkanından, başbakanına, bakanından, milletvekiline kadar herkes meseleden haberdardır.

Başbakan'a yakınlığıyla bilinen ve bize; “Ali Rıza bey, Salih beyin dosyası Başbakan'ın önünde” diyerek iyi niyet gösteren dostlarımıza söylediğimizi yineleyelim: “Farklı farklı kanallardan, farklı ağızlardan üçyıldır hemen hemen aynı şeyler söyleniyor. Dosya ya Başbakan'ın, ya Cumhurbaşkanı'nın önünde deniliyor. Ama yıllardır gündeme gelmiyor, hiçbir şey yapılmıyor. Sebep?

Birebir görüşmelerde herkesin her meseleden haberdar olduğunu görüyoruz.

Ama bu, dört duvar arasında değil de, dışarıda dillendirilmesi noktasına gelince diller sus-pus.

- “Ali Rızacığım Telegram'ı işte şu salonda, arkadaşlarla bir hafta boyunca okuduk. Belki inanmayacaksın kimi arkadaşlarımız kendini tutamayıp, ağlamaya başladı.

- “İnanırım, niçin inanmayayım. Ama bahsettiğiniz arkadaşlar da, sizler de cemiyete ulaşma noktasında sıkıntısı olmayan insanlarsınız. En başta bütün tv.ler, gazeteler size açık. Gazeteci, yönetmen, Yard. Doç., Doç. gibi titrleriniz var. Çok mu zor, böyle bir meselenin olduğunu söyleyip, gerisini bize bırakmanız.”

- “Haklısınız... Ama...”

Ama?..

Evet, ama...

Nedir bu 'ama'lar, 'fakat'lar, 'lâkin'ler?..

Nedir telegramı dillendirmekten alıkoyan hususlar?

Mevzuun komplike olması mı, ifade çetinliği mi?..

Evet, mevzu komplike bir durum arzediyor...

Evet, mesele çok veçheli...

Evet, Telegram’ın felsefî, fizikî, ruhî, ilmî, tıbbî, teknik, mühendislik, metafizik, psikolojik, parapsikolojik, nörofizyolojik, vs, vs… izah bekleyen bir çok hususiyeti var...

Evet, bu meseleyi anlamak ve izah için bu mevzulara dair asgarisinden bir malûmata sahip olmak gerekir...

Ancak bütün bunlar, “Ölüm Odası -B YEDİ-” isimli eserle, Baran dergisinde, her hafta ve ânı ânına dile getirilen bir haksızlığı, bir zulmü, bir işkenceyi dillendirmemenin mazereti olamaz.

Kaldı ki Salih Mirzabeyoğlu, telegramı yaşayan olarak yazmış, tafsilatlandırmış, temellendirmiş ve meydan yerine dikmiş.

Gerisi hikâye...”

Bu hikâyede sen neredesin?

Soru(n) bu.


[i]Vurgu bize aittir.
[ii]İmlâ, yazılım vs. hataları düzeltilmemiş, iddianamede geçen ifadeler aynen alınmıştır.
[iii]İmlâ, yazılım vs. hataları düzeltilmemiş, gerekçeli kararda geçen ifadeler aynen alınmıştır.

Avukat Ali Rıza Yaman
Furkan Dergisi, s. 39, Şubat 2011
Blogger tarafından desteklenmektedir.