"Dağdaki çobanla benim oyum eşit olmamalı" demiş manken Aysun Kayacı. Türkiye bunu tartışıyor şimdi. Ne güzel! Manken takımına kadar sirâyet etmiş bulunuyor dünya görüşümüzün dili. Mâlûm, Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl’a aittir bu söz; ve aslı şöyledir:
«Bir İmam-ı Gazali ile keleş bir çobanı kemmiyet hesabiyle bir tutan bir rejim, onu ehramlara taş taşımaya mahkum edici Firavunlar rejimi derecesinde batıldır.»
“Paradoks” kavramı ile açıklamaya çalışıyor bunu demokrasi müdâfîleri; ve diyorlar ki: “Demokrasi all the best değildir ama the best of all the presentdır. Halkın iradesi, bir Tiran’ın onları yönetmesini isteyebilir. Tarihte sıkça karşılaşılan böyle örneklerde halk, yönetim mekanizmasını demokratik yöntemler kullanmayanlara veya kullanmayacak olanlara devredebilir.”
Jean Jacques Rousseau’nun “demokrasi paradoksu” da şöyledir:
1- Demokratik tercihlerin meşrûluğuna inanıyorsam, çoğunluk tarafından seçilenlerin uyguladığı politikaları da meşrû saymalıyım.
2- A ve B gibi iki bağdaşmaz politika söz konusudur.
3- Ben A politikasının uygulanması, B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum ve dolayısıyla oyumu A politikasının lehinde kullanıyorum. Fakat…
4- Çoğunluk B lehinde oy kullanıyor.
Şimdi bu alternatiflerden 1 ve 4’e göre B politikasının uygulanması gerektiğine, 2 ve 3’e göre ise B politikasının uygulanmaması gerektiğine inanıyorum.
Rousseau’nun bu paradoksunu, bilim ve siyaset filozofu Popper yeniden ifade etmiş; “Demokrasi deyince yalnızca hükümetlerin yönetilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmelerini anlamamak gerektiğini” söylemiş, “zira demokrasiden yalnızca bu anlaşılırsa, ortaya demokrasi paradoksu çıkar ve demokratik kurumlara inanmayan ve iş başına gelince bu kurumları yıkan faşist veya komünist bir partinin iktidar olması ihtimâli her zaman mümkün” imiş. “Kendisini çoğunluk oyuyla hükümet alternatifine bağlamış olan bir kimse böyle bir durumda, çözümsüz bir paradoksa düşer. Faşist veya Komünist partinin başa geçmesini engellemek, demokrasinin ilkelerine aykırı hareket etmek anlamına gelir, ama nâpalım, onlar iktidara gelince de demokrasiye son vereceklerdir.” diyor Popper.
Hiç de demokratik olmayan bir demokrasiyi meşrûlaştırıcı bir kavram olarak kullanılıyor burada paradoks; İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “hayat arazlardan yürür” ile “bütün fikrin kurulamazlığı” hükümlerinin alenen istismarı demek oluyor “Demokrasi Paradoksu” dedikleri! “
Tabiî “Hayat arazlardan yürür”; lâkin tamamı âraz demokrasinin!
Tabiî “kurulamaz bütün fikir” (all the best?); lâkin kendisi kötü demokrasinin!
Evet tamamı âraz demokrasinin. Çünkü uygulanması demek iptâli demek oluyor. İptâl olmamak için uygulamadan kaçıyor. Her iki hâlde de iptâl oluyor.
Evet kendisi kötü demokrasinin; çünkü bütün kötülüklerin meşrûiyet kaynağı olabilecek denli kaşardır demokrasi.
Demokrasinin alttan gelerek bir hak alış şeklinde değil de, yukarıdan bir hak dikte ediş şeklinde uygulamaya sokulduğu Türkiye gibi toplumlarda ve hele Dayton Barış Anlaşması ile Bosna’da oluşturulan türden demokrasilerde ise, atanmış ve fevkalâde yetkilerle donatılmış o kadar yerli ve yabancı temsilci bulunuyor ki, bunların kalem kâtipliğini yapıyor sözde seçilmiş olan hükümetler.
Fakat bu, Amerika’da da böyle oluyor; Amerikan halkının Cumhuriyetçilere veya Demokratlara oy vermesinin çok da anlamı olmuyor; çünkü Amerikan halkının geleceğine asıl karar verenler halkın seçtikleri değil, seçilecek olanları seçip finanse eden dinî, siyâsî ve iktisâdî güç odakları oluyor.
Ve güya özgürlüklerin olabildiğince genişletilmesi ve yönetimin olabildiğince paylaşılması demek olan demokrasinin olmazsa olmazı (sine qua non) kabul edilen Kapitalizm, “olursa olmaz”ı sayılmalı aslında demokrasinin; çünkü sermayenin yani söz hakkının tekelleşmesi ve sadece pazarın genişlemesi anlamına geliyor kapitalizm.
Üstad Necip Fazıl ise, İdeolocya Örgüsü’nde şöyle örnekliyor bu “demokrasi paradoksu”nu:
«(...) Yahudiye göre, millî iktisat ölçülerinin beslendiği, millî bütünlüğün gizli istismarlardan korunmasına çalışıldığı... (...) Dönmeye göre, milletle hükûmet arasında uygunluğa doğru gidildiği, resmî dairenin millî iradeyi temsile başladığı, bu yüzden en azîm bir felâkete yol açıldığı, hakikat ışığının ebedî bir kargaşalık ve çarpışmadan doğduğunun unutulduğu, felâketin biricik devası olarak milletle hükûmet arasındaki bağların törpülenemediği, liberalizmanın başını alıp yürüyemediği, kısaca millî bünyede birliğe gidildiği... (...) Garp hayranı züppeye göre, şahsiyet diye bir şeyin hâlâ ağır bastığı, maddî ve manevî yerlilik diye bir ölçüye bağlı olanların yaşadığı, şu bunak dedenin daima evin üst katında öksürmekte devam ettiği, Amerikalıya kendi kendisinden şüphe ettirecek kadar Amerikalılık gayretinin bir türlü takdir edilemediği... (...) Halk Partiliye göre, eski hesaplara el atılmak ihtimalinin belirdiği, inkılâbın tenkidine müsaade edilmek gibi vahşî bir küfre meydan açıldığı... (...) Deyyusa göre, Türk kızlarının millî ve mücerret mânalariyle cihan avrat pazarlarına sürülmesine zıt sesler çıktığı, bu seslerin boğulamadığı, millî infial çapına yükseldiği, neticede güzellik, (estetik) ve serbestliğin bu kadar ağır bir zulüm altında inletildiği... (...) Verem mikrobuna göre, uzvîyetteki müdafaa unsurlarının kuvvetli olduğu, hemen zavallı mikroplar üzerine çullandığı, onları boğduğu her bünyede demokrasi eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür. (...) Şu halde demokrasya, her bâtılın tek tek hayat hakkı ve oluş hürriyeti aradığı bir zemin olduğuna göre, bu bâtıllardan her birinin gözünde, öbür bâtıla yer verildikçe eksiktir. Böyle hükûmetlerin şefi de diktatördür. Gelin siz, şimdi bu şartlara göre demokrasya nerededir, nedir ve nasıldır, hesap edin! Müslümana gelince, zaten demokrasyayı aramaz ve sormaz. Zira onun, hakikati “tek”de bulmak yerine “çok”da aramak ve ebediyen kaybetmek sistemi olduğunu bilir, aradığı şeyin de kendisinde değil, İslâm’da olduğuna inanır.»
Roma Hukuku’nun temel ilkelerinden biri şöyle der: “Nerede bir toplum varsa, orada yöneten ve yönetilen ayrımı vardır.”
Yani nerede bir toplum varsa, orada demokrasi yoktur!
Kent devletlerindeki aristokratlardan ulus devletlerin işbirlikçi elitlerine geçen demokrasi, şimdi de uluslarüstü küresel seçkinlerin hegemonyası demek olan bir modele doğru dönüşüm içerisine girmiş bulunuyor. E tabiî, dün kendi kurduğu ulusalcı yapılanmaları tasfiye ediyor bugün aynı demokrasi. Bizim ulusalcıların cıyaklamaları bundandır. Ulusalcılığın “millîcilik” demek olmadığını, bugün Avrupa’ya ve Amerika’ya demediklerini bırakmayan bizim ulusalcıların varlık sebeplerinin de demokrasi, yani halk desteği değil Süper Nato olduğunu, bunların Millî ve Mânevî değerlerimizin en azılı düşmanları olduklarını herkes biliyor. Ve bunların en az AKP kadar Batıcı-Amerikancı olduklarını...
Anti Amerikancılık pâyesi o kadar ucuz değil!
«İslâm dünyasının bugün derece derece benimsemesi, benimsetmesi ve kavgasını yapması gereken husus, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nı reddetmek; bizim için de buna ek olarak Avrupa Ortak Pazarı’na girilmesine şiddetle karşı çıkmaktır... Bunun, başkasının “ol!” dediği şeye sadece “olmam!” demekten ibaret aciz bir tavır belirtmemesi için tek tezi de, bizim “Başyücelik Devleti” modelimizdir; yani, Büyük Doğu-İbda anlayışının otoritesini benimsemek ve hâkim kılmak!..» (S. Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, İbda Yay.)
mim.saka@googlemail.com